Yahudi Soykırımı ile yaşamak

-
Aa
+
a
a
a

Sara Roy * 

 

Birkaç ay önce, Soykırımdan (Holocaust) sağ kurtulmuş bir ailenin çocuğu olarak yaşadıklarım hakkında düşünce ve duygularımı yansıtmak konusunda bir davet aldım. Bu çetin yolculuk sürmekte ve hayatımın sonuna kadar da sürecek... Tabii her şeyi anlatabilmek imkansız. İsraillilerle Filistinliler arasındaki anlaşmazlığın ahlâkî açıdan trajik bir biçimde uçuruma yuvarlandığı sırada bu konuda konuşuyor olmak, özellikle acı veriyor bana. En azından benim düşünceme göre, Yahudiliğin özü, Yahudi olmanın anlamı da olan bitenlerle birlikte alçalıyor gibi görünüyor.

 

 1940: Varşova gettosuna sürülenler kentin geri kalanından yalıtılıyor.

Soykırım, hayatımı tanımlayan en önemli şey olmuştur. Başka türlü de olamazdı: Geniş aile çevremden 100 kişiyi Nazilerin Yahudiler için kurdukları mahallelerde (ghetto) ve Polonya'daki toplama kamplarında kaybettim. Büyükanne ve büyükbabalar, teyzeler, amcalar, yeğenler ve anne karnında bir kardeş - hiç tanımadığım, haklarında çok şey duyduğum insanlar... Polonya'da shtetl denen Yahudi yerleşim yerlerinde yaşamışlar.

Söylemek istediklerim üzerinde düşünürken, Soykırım ile ilk kez bilinçli olarak yüzyüze gelişimi hatırladım. Kesin olarak söyleyemem ama sanırım

bu ilk karşılaşma, Nazilerin babamın koluna yazdıkları numarayı farketmemle olmuştu.

 

Ona baskı ve işkence uygulayanların gözünde babamın, Abraham'ın, hiçbir zaman bir kenara yazmadığım bu mavi numaradan başka bir kimliği yoktu. Bir ismi, bir geçmişi yoktu. Dört beş yaşlarında bir çocuktum. Babama neden kolunda bir numara olduğunu sorduğumu hatırlıyorum. Bana numarayı koluna kendisinin yazdığını, ama mürekkep çıkmadığı için öylece kaldığını söylemişti.

 

Babam altı çocuklu bir ailenin Soykırımdan sağ çıkan tek ferdiydi. Ailesi hakkında çok az şey biliyorum. Çünkü ne zaman onlardan söz edecek olsa ağlamaya başlardı. İsmini taşıdığım büyükannem hakkında da çok az şey biliyorum. Babamın kız ve erkek kardeşleri hakkında bildiklerim ise daha da az. Onların sadece adlarını biliyorum. Babamın yaşadıklarını hatırlarken çektiği acıyı görmek beni o kadar üzüyordu ki, bir süre sonra anılarını sormaktan vazgeçtim...   

 

Babam Polonya'daki ölüm kampı, Chelmno'dan kurtulduğu bilinen iki kişiden biri olduğu için, Soykırım çevrelerince tanınıyordu. Bu kampta anne ve baba tarafından akrabalarımın büyük bir çoğunluğunun da aralarında bulunduğu 350 bin Yahudi  katledilmişti. Oraya götürülmüşler ve Ocak 1942'de zehirli gazla öldürülmüşlerdi. Babamın kuzeninden, Chelmno kampının girişindeki  plakette babamın adının yazılı olduğunu öğrendim. Günün birinde gidip görmeyi umuyorum. Babam Auschwitz ve Buchenwald toplama kamplarından da sağ kurtulduğu için, 1961'de Kudüs'te görülen Eichmann davasında tanıklıklık yapmıştı.

 

Annem Taube, yedisi kız, ikisi oğlan dokuz çocuklu bir ailenin çocuklarından biriydi. Babası Herschel, shohet (ayin kasabı) ve hahamdı. Tanıyan herkes tarafından çok sevilir ve sayılırdı. Herschel, Polonya'nın büyük hahamlarından eğitim almış bilgili bir adamdı. Annem ve teyzemin bana anlattıkları, onun bir tür feminist olduğunu gösteriyor: Yerleri silen karısına ve kızlarına iki büklüm olup yardım edermiş, etrafındaki kadınlara da erkeklere gösterdiği kadar saygı ve ilgi gösterirmiş. Benim de adını taşıdığım karısı Miriam, ince ve nazik bir kadınmış. Ama Hershel çocuklara karşı asla sesini yükseltemediği için bu son derecede dindar ve sevecen ailede disiplini de o sağlarmış. Teyze ve dayılarım anne ve babalarına, anne ve babaları da onlara çok bağlıymışlar. Ailecek mütevazı bir hayat sürerlermiş. Ancak büyükbabam her cumartesi (Sabbath) eve fakir bir evsiz getirip, Sabbath sofrasının başköşesine buyur edermiş.  

 

Annemin ailesinde sadece annemle kızkardeşi Frania savaştan sağ olarak kurtulabilmiş. Kalan herkes yok olmuş. Bir de 1936'da Filistin'e göç eden bir başka kızkardeşleri, Shoshana sağ kalmış. Annem ve kızkardeşi Frania savaş sırasında yedi yıl boyunca önce Pabanice ve Lodz ghettolarında sonra da Auschwitz ve Halbstadt toplama kamplarında birlikte olmayı başarabilmişler. Yedi yıl içinde sadece Auschwitz'de ayrı düşmüşler. Kampta onları sıraya dizmişler, kaderleri Nazi doktor Joseph Mengele'nin elindeymiş. Kimin yaşayıp kimin öleceğine o karar veriyormuş. Teyzeme sıra geldiğinde onu sağ tarafa, çalışma kampına gönderileceklerin tarafına yollamış. Geçici bir süre için ölümden kurtuluş... Sıra anneme geldiğinde onu sol tarafa, gaz odasına gideceklerin tarafına ayırmış. Mucizevi bir şekilde annem tekrar sıraya karışmayı becermiş ve Mengele onu bu sefer işçilik yapacakların tarafına göndermiş.

 

“Sadece Yahudilerin arasında bir Yahudi olarak yaşayamam”

 

Soykırımdan kurtulanların çocuğu olarak hayatımı ve çetin yolculuğumu belirleyici bir an, daha ben doğmadan gerçekleşmişti. Bu, annem ve teyzem tarafından alınan kararları içeriyordu. Hem kendi hayatlarını hem de benim hayatımı değiştiren iki olağanüstü kadın...

  2003: İsrail'in "güvenlik" duvarının Abu Dabis kentini Doğu Kudüs'ten ayıran bölüm; okul dönüşü henüz tamamlanmamış duvarı aşan Filistinli bir kız öğrenci (Reuters).

Savaş bittikten sonra teyzem Frania Filistin’e gidip on yıldır orada olan kızkardeşiyle birlikte olmayı istemişti umarsızca: Yahudi devletinin kurulması yakındı. Frania Soykırımdan sonra Yahudiler için tek güvenli yerin orası olduğunu düşünüyordu. Buna kesinlikle karşı olan annem  gitmeyi reddetti. Daha sonra bana defalarca anlattığı gibi, İsrail'de yaşamama kararı bir inanca dayanıyordu. Savaş sırasında yaşadıklarıyla daha da pekişen bu inanca göre, insan sadece kendi ırkından olanların arasında yaşarsa hoşgörü, merhamet ve adalet gösteremezdi:

“Sadece Yahudilerin arasında bir Yahudi olarak  yaşayamam” derdi annem; “Bu benim için mümkün değildi ve istediğim de bu değildi. Ben çoğulcu bir toplumda bir Yahudi olarak yaşamak istedim. Kendi grubumun benim için önemli olması kadar, diğerlerinin de benim için önemli olduğu bir toplumda."

 

Böylece Frania İsrail'e göç etmiş, annemle babam da Amerika'ya yerleşmişler. Kızkardeşini bırakmak anneme çok acı gelmiş ama onun için başka bir seçenek yokmuş. (Hâlâ birbirlerine çok yakınlar, İsrail ve Amerika'da sık sık bir araya geliyorlar.) Annemin seçimini ve bu seçime neden olan şartları, her zaman çok anlamlı bulmuşumdur.  

 

Ben Yahudiliğin bir din olarak değil, bir ahlak ve kültür sistemi olarak tanımlanıp yaşandığı bir evde büyüdüm. Tanrı vardı ama evin merkezinde değildi. Anadilim Aşkenazi dilidir (Yiddish) ve ailemle hâlâ bu dili konuşurum. Arada kayıp ve acılar yaşansa da evim sevinç ve iyimserlik doluydu. İsrail ile “Yahudilere bir vatan” kavramı, annem ve babam için çok önemliydi. Ne de olsa ailemizin geri kalan bireyleri oradaydı. Ama birçok arkadaşlarının tersine, onlar olabildiğince tarafsız davranıyorlar, İsrail'i kayıtsız şartsız desteklemiyorlardı. Devlete itaat onlar için temel bir değer değildi. Soykırımdan sonra olamazdı da... Yahudilik bize hayat, değerlerimiz ve inançlarımız için devlet sınırlarına bağlı olmayan, sınırlar üstü bir bağlam sunuyordu: Annem ve babam için Yahudilik, gerçekleri görmek, haksızlığa karşı durmak ve susmamak anlamına geliyordu. Yahudilik merhamet, hoşgörü ve yardıma koşmak demekti. Ammiel Alcalay'in da yazdığı gibi, geçmişteki yaşananların gelecekte yaşanmamasını elden geldiğince sağlamak demekti. Esas Yahudilik değerleri bunlardı.

 

Annem ve babam aziz değillerdi; hataları ve kusurları oldu. Ama adalete ve hakikate büyük önem verdiler. Sadece kendi halkları için değil, bütün insanlar için. Soykırımdan çıkarılacak dersler bana hem özel düzeyde, yani Yahudilik düzeyinde, hem de evrensel düzeyde anlatıldı. Belki de en önemlisi, bunların birbirlerinin ayrılmaz parçaları olduğu anlatıldı. Bunları ayırmak demek, her ikisinin de anlamını küçültmek demekti. Geri dönüp hayatıma baktığımda anne ve babamın, beni hiçbir zaman kendimi tanımaktan alıkoymaya çalışmadıklarını anlıyorum. Tam tersine, sözleri ve yaptıklarıyla benim bilmediğim veya anlamadığım şeylerle yüzleşmem konusunda ısrarlı oldular.

 

Noam Chomsky "düşünülebilen düşüncenin parametreleri"inden söz eder. Annem ve babam sürekli olarak bu parametreleri ellerinden geldiğince ileriye götürdüler. Benim için yeteri kadar ileriye değil. Ama bana bu parametrelerin nasıl ileri götürüleceğini ve bunun önemini öğrettiler. 

 

Belki de beni Arap-İsrail sorununa götürecek bir yol izlemem kaçınılmazdı. İsrail'e çocukluğumda birçok kere gitmiştim. Bir çocuk olarak bu ülkeyi güzel, romantik ve sakin bulmuştum. İlkgençliğimde ve gençliğimde tam olarak açıklayamadığım bazı çelişkileri  hissetmeye başladım. Görünüşe bakılırsa bu çelişkilerin odağında, İsrail'de günlük hayat ve konuşmalarda Doğu Avrupa'daki Soykırım öncesi Yahudi hayatından, hatta Soykırımın kendisinden hiç bahsedilmemesi yer alıyordu. Teyzeme İsraillilerin neden Aşkenazi dilini öğrenmediklerini sorardım. Sorularım çoğunlukla derin bir sessizlikle karşılanırdı.  

 

Bana o sırada en çok acı veren,  İsrailli arkadaşlarımın çoğunun Soykırıma ve İsrail devleti öncesindeki Yahudi hayatına kara çalmalarıydı. Onlara göre bunlar utanılacak zamanlardı. O zamanlar Yahudiler zayıf, pasif, aşağı düzeyde ve değersizdiler. Bizim saygımıza değil, aşağılamamıza müstahaktırlar. “Katlimize bir daha asla izin vermeyeceğiz, veya kendi isteğimizle katledilmeye gitmeyeceğiz,” diyorlardı. Yok olan veya büyük acılar yaşayan milyonları anlamaya pek az ihtiyaç duyuluyordu. Onları onurlandırma gereği ise daha da az. Ama aynı zamanda da devlet, politik ve askerî uygulamaları başkalarına karşı savunmak için, Soykırımı kullanıyordu.

 

İşittiklerimden bir anlam çıkaramıyor, bir türlü kavrayamıyordum. Teyzem için endişelendiğimi hatırlıyorum. Bu kafa karışıklığı içinde duyduğum şiddetli öfkeyi de anımsıyorum. Böyle bir zamanda belki de, Filistinliler ve onların Yahudilerle olan anlaşmazlıkları üstünde düşünmeye başladım. Eğer aramızdan birçok kişi kendi ırkımızı inkâr edebiliyorsa, neden Filistinlileri de yok saymasındı? Avrupa'da katledilen Yahudilerle Filistinliler arasında herhangi bir ilişki var mıydı? Bilmiyordum, araştırmam böyle başladı işte.  

 

Aşağılamak, insanlıktan çıkarmak

 

Acı verici, ama hayatımın en anlamlı yolculuğu oldu bu çetin yolculuk. Arada bir anlaşmazlığa düşsek ve kararsız kalsa da, annem hep yanımdaydı, beni sürekli destekledi. Babam genç yaşta öldü; bu konuda ne düşünürdü bilmiyorum, ama varlığını yanımda hep hissettim. Ailemin İsrail'de yaşayan bölümüyse yaptıklarıma karşı çıktı. Karşı çıkmayı inatla sürdürmekteler. Aslına bakarsanız onbeş yıldır onlarla işim hakkında konuşmuyorum.  

 

Gençken İsrail'e defalarca gitmiş olmama karşın Batı Şeria’ya ve Gazze’ye ilk kez 1985 yazında, Filistin başkaldırısından iki buçuk yıl önce gittim. Gidiş amacım, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ne yapılan Amerikan yardımını inceleyen doktora tezim için saha çalışması yapmaktı. Araştırmam askerî işgal koşulları altında ekonomik gelişme sağlamanın mümkün olup olmadığı konusuna odaklanmıştı. O yaz hayatımı değiştirdi. Çünkü işgalin ne demek olduğunu, ne anlama geldiğini o yaz yaşadım ve anladım. İşgalin işleyişini, ekonomiye ve gündelik hayata etkisini, halkın üstündeki ezici etkisini öğrendim. İnsanın kendi hayatını, daha da önemlisi çocuklarının hayatını çok az kontrol edebilmesinin ne demek olduğunu öğrendim.

 

Soykırımla olduğu gibi, işgalle de ilk kez yüzyüze gelmemi hatırlamaya çalıştım. Başlardaki karşılaşmalarımın birinde bir grup İsrail askeri,  Filistinli yaşlı bir adam ve onun eşeği vardı. Filistinli arkadaşlarımla birlikte caddede beklerken eşeğini güden yaşlı Filistinliyi gördüm. Yanında torunu olduğu açıkça belli olan, üç dört yaşlarında bir oğlan vardı. Etraftaki birkaç İsrailli asker, adamın yanına gidip onu durdurdular. Aralarından biri eşeğin yanına gidip hayvanın ağzını iyice açtı. “İhtiyar” diye sordu, “Eşeğinin dişleri neden sapsarı? Neden beyaz değil? Eşeğinin dişlerini fırçalamıyor musun?”

 

Yaşlı Filistinli aşağılanmıştı, küçük oğlanın korktuğu gözle görülebiliyordu. Asker diğer askerlerin kahkahaları arasında sorusunu bu kez bağırarak tekrarladı. Aşağılan yaşlı adam oracıkta sessizce durdu, çocuk ağlamaya başladı. Etrafta kalabalık toplanırken bu sahne tekrarlandı. Sonra asker yaşlı adama eşeğin arkasında durup hayvanın gerisini öpmesini emretti. Önce reddetti yaşlı adam. Ama asker ona bağırmaya devam edip, torunu da korku nöbeti geçirmeye başlayınca eğilip istenileni yaptı. Askerler gülüp uzaklaştılar. Amaçlarına ulaşmışlar, adamı ve etrafına toplananları aşağılamışlardı. 

 

Hepimiz birbirimize bakmaktan utanarak sessizce durduk. Sadece küçük oğlanın durduramadığı hıçkırıkları işitiliyordu. Yaşlı adam çok uzun gibi gelen bir süre boyunca kımıldamadı. Küçülmüş ve mahvolmuş, öylece kalakaldı.

 

Gördüklerime inanamayarak afallamış, ben de öylece kalakaldım. Aklıma hemen annem ve babamdan dinlediğim hikâyeler geldi. 1930'larda ghetto ve ölüm kamplarından önce, Yahudilerin Naziler tarafından nasıl diş fırçalarıyla kaldırım temizlemeye zorlandıkları, herkesin önünde nasıl sakallarının kesildiği... Yaşlı adamın başına gelen şey, kesinlikle aynı şeydi. Özü, amacı ve etkisi aynıydı: Aşağılamak, insanlıktan çıkarmak. Bu olayda Alman askerle İsrailli asker arasında hiçbir fark yoktu. 1985 yazı boyunca benzer olaylar gördüm: Filistinli genç adamların İsrailli askerler tarafından emekletilip köpek gibi havlatıldıklarını veya sokaklarda oynatıldıklarını gördüm.

 

Bu önemli açıdan bakıldığında, işgalle ilk kez yüzyüze gelmemle, babamın kolundaki numarayı görerek Soykırımla ilk kez yüz yüze gelmem aynı şeydi. Aynı mesaj veriliyordu: Bir insanın insanlığının yadsınması. Soykırımla işgal arasındaki büyüklük, kapsam ve dehşet derecelerindeki gerçek farkları anlamaya çalışırken bir karşılaştırma yaparken dikkatli olmak önemli. Ancak var olan paralellikleri görmek de önemli.

 

Soykırımdan kurtulanların çocuğu olarak, ebeveynlerimin çektiklerini bir şekilde yaşayabilmeyi ve hissedebilmeyi hep istemişimdir. Tabii bu imkânsız. Anlattıklarını, hep daha fazla anlatmalarını isteyerek dinledim, gözyaşlarını paylaştım. Kendime hep sordum, katıksız terörü hissetmek nasıl bir şey? Neye benzer? Bütün ailesini dehşet verici bir biçimde çarçabuk  kaybeden, bir hayat tarzının geri dönülemez bir biçimde ortadan kaldırıldığını gören insanlar ne düşünürler? Bu benim anlayışımın ötesinde, fazlasıyla kavranamaz bir şeydi. İşgal altındaki Filistinlilerle yaşayınca, bu soruların hiç olmazsa bazılarına bir ölçüde cevap bulabildim. Cevapları aramıyordum; onlar benim gözüme sokuldu.

 

Yahudi hafızası Filistinlileri yerlerinden ettiğini hatırlamıyor

 

Mesela katıksız terörün neye benzediğini 18 yaşındaki arkadaşım Rabia'dan öğrendim. İsrailli askerler barınağımızın ön kapısını kırıp içeri girmeye çalışırken, korkudan engelleyemediği titremelerinden ötürü kaskatı kesilmiş, paylaştığımız odanın ortasına çivilenmiş kımıldayamadan duruyordu. Terörü, onlara zafer işareti yaptı diye İsrailli askerler hamile bir kadının karnına vururlarken yaşadım. Korkudan felç olduğum için kadına yardım edemedim. Kaybın ve yerinden yurdundan olmanın ne demek olduğunu, İsrail ordusu buldozerlerle evlerini ve içindeki her şeyi yerle bir ederken hıçkıran adamları ve feryat eden kadınları görünce daha somut olarak anladım. Evler izinsiz yapıldıkları için yıkılıyordu. Ama İsrailli yetkililer yapı izni vermiyorlardı.

 

Yahudiler ve Filistinliler arasındaki belki de en büyük bağlantı bu yuva ve barınak kavramında. İşgalin ne kadar acı verici olduğunu belki de en iyi bu kavram açıklıyor. Bir aileyi evlerinin yıkılışını ellerinden bir şey gelmediği için çaresizce seyrederken görmenin,  ne kadar korkunç ve iğrenç olduğunu size anlatamam. Yahudiler ve Filistinliler için evin, başlarını sokacak bir yerden çok daha fazla anlamı var; ev hayatın kendisi demek.

 

İsrailli tarihçi ve akademisyen Meron Benvenisti yıkımlardan söz ederken şöyle yazıyor: “Göçebelikten yerleşik düzene geçiş kültürü iliklerine işlemiş bir bireyin gözünde evin sembolik anlamını abartmak zor; bu bireyin ulusal mitosu anayurdu çalındığı için köklerinden koparılma trajedisine dayanıyor. İlk erkek çocuğun doğumu ve bir ev yapmak, bu bireyin hayatındaki temel olaylar. Çünkü zaman ve fiziki mekân içindeki sürekliliği temsil ediyorlar. Ve evi yıkıldığı zaman bireyin dünyası da yıkılıyor. İsrail'in Filistin’i işgali, meselenin can damarı ve iki halk arasındaki sorunlar, işgal bitene kadar sürecek. 35 yıldır süren işgal, yerinden yurdundan edilme ve dağıtılma anlamına geliyor. Aile bireyleri birbirinden ayrılıyor. Dayatılan askerî idare ile insan hakları, vatandaşlık hakları, siyasi ve ekonomik haklar hiçe sayılıyor. Binlerce kişiye işkence yapılıyor. Onbinlerce dönüm araziye el konuluyor. Onbinlerce ağaç sökülüyor. Filistinlilere ait yedi binden fazla ev yıkılıyor. Filistin topraklarında kanun dışı İsrail yerleşim bölgeleri kuruluyor, son on yılda bu bölgelerdeki İsrailli nüfus iki katına çıkıyor. Önce Filistin ekonomisi mahvediliyor. Arkadan da tahrip etme, el koyma, sıkıyönetim, coğrafyayı parçalamak, Filistinlileri izole etmek ve toplu cezalandırmalar geliyor.”

 

Ahlâk yönünden Nazilerin yaptığı Yahudi Soykırımı ile İsraillilerin Filistin'i işgali birbirine denk değil. Ama denk olması da gerekmiyor. Evet, bu soykırım değil ama vahşice eziyet ve baskı. Ve ürkütücü olan da artık olağan hale gelmesi... İşgal, bir halkın başka bir halkı baskı altında tutması, malına mülküne el koyması demek. İşgal, insanların mallarını ve ruhlarını tahrip ediyor. İşgalin esas amacı, Filistinlilerin var olma, evlerinde olağan bir yaşam sürme haklarını ellerinden alarak, onların insanlığını hiçe saymak. İşgal, aşağılanma demek. Ümitsizlik ve çaresizlik demek. Nasıl Soykırım ve işgal arasında ahlâkî bir eşitlik ve simetri yoksa, işgal edenle işgal edilen arasında da ahlâkî bir eşitlik ve simetri yok. Biz Yahudi olarak kendimizi ne kadar kurban olarak görürsek görelim, bu böyle... Ve bu artık büyük ölçüde unutulan mahrum etme ve boğma ortamından, dehşet verici ve lanetlenen intihar saldırıları çıkıyor, bu saldırılar başka masumların canlarını alıyor. İşgalin bedeli, neden aralarında teyzem ve torunlarının da olduğu masum İsrailliler tarafından ödenmeli? Eskiden Yahudi yerleşim bölgeleri, yerle bir edilmiş evler, barikatlar yoktu. İntihar eylemcileri de yoktu.

 

Bütün hafızalar gibi Yahudiliğin hafızası da statik değil, dinamik. Çoksesliliği kucaklıyor, bir tarafın hegemonyasını istemiyor. Soykırım sonrası dünyada Yahudi hafıza önemli bir konuda sendeledi, hattâ başarısız oldu: Bir gerçeği dışladı. Filistinlilerin çektiği eziyeti ve bu işteki Yahudi sorumluluğunu dışladı. Halk olarak İsrail'in kurulması ile Filistinlilerin yerlerinden yurtlarından edilmesi arasındaki bağlantıyı kuramıyoruz. Bizim kendimize yer bulmamızın, onların yerlerini kaybetmeleri anlamına geldiğini bırakın anlamayı, hatırlamak bile istemiyoruz. Belki de bugünkü anlaşmazlıktaki vahşetin nedeni, bizim sürekli ve deli gibi bastırma çabalarımıza rağmen Filistinlilerin seslerini duyurmaktaki kararlılığı.

 

Ne düşünmemiz gerekiyor?

 

Yahudi toplumunda İsrail'in yaptıklarını ve uyguladıkları politikaları Nazilerin yaptıklarıyla karşılaştırmak, bir sapkınlık olarak görülmüştür daima. Ama İsrailli askerlerin Filistinlilerin kollarına numara yazmaları ne demek? İsraillilerin hoparlörlerle erkeklerin ve belli bir yaşa gelen oğlanların şehir meydanına toplanmalarını istemeleri; İsrailli askerlerin eğlence olsun diye Filistinli çocuklara ateş ettiklerini açıkça söylemeleri; ölen Filistinliler toplu mezarlara gömülürken bazı ölülerin İsrail ordusu gömülme izni vermediği için şehir sokaklarında veya kamp geçitlerinde öylece bırakılmaları; bazı İsrailli görevlilerin ve aydınların intihar bombalarına misilleme olarak Filistinlilerin Batı Şeria’ya ve Gazze'den çıkarılmasını istemeleri; İsraillilerin % 46'sının nüfus kaydırmalarını onaylaması ve bu kaydırma ve yerinden yurdundan etmelerin kamuoyunda serbestçe konuşulması; devlet görevlilerinin “mülteci kamplarında temizlik yapmaktan” söz etmeleri; önde gelen bir aydının duvarın öteki tarafında kalacak Filistinlilerin açlıktan ölüp ölmeyeceğini umursamaksızın, İsrail ve Filistinlilerin Berlin Duvarı gibi bir duvarla insan sızmayacak şekilde ayrılmalarını istemesi...

 

Bunları duyunca ne düşünmemiz gerekiyor? Annem ne düşünecek? Bugünkü Yahudi varlığını ortamı  içinde İsrail Devleti'nin Yahudi özelliklerini korumak ne anlama geliyor? Her ne pahasına olursa olsun nüfusun Yahudi çoğunluğunu korumak için Filistinlileri ve Filistin topraklarını baskı altında tutmak anlamına mı geliyor? Ne söylemek istiyoruz, nasıl bir ses arıyoruz? Filistinlileri aşağılamak ve küçük düşürmekteki amacımız ne? Ahlâkî ve moral tartışmalarımızın odağında ne var? Moral ve manevi mirasımızın kaynağı ne? Kurtuluşumuzun kaynağı ne? Bizim için yaratma ve yeniden yapma bitti mi?

 

Bu yazıyı, çocukken annesiyle birlikte babasının yardımıyla Varşova gettosundan kaçabilmiş, içeride kalan babasını getto ayaklanması sırasında kaybetmiş, yazar Irena Klepfisz'in sözleriyle bitirmek istiyorum:

 

“Direnen, mücadele veren ve ölen sevdiklerimizi saygıyla anmanın bir yolunun da onların görüşlerini, halklarının gündelik hayatının mahvedilmesine karşı duydukları tepkiyi sürdürmek olduğuna karar verdim. İşte bu tepkiyi gündelik hayatımızda diri tutmamız, ve ister Yahudileri, ister Yahudi olmayanları ilgilendirsin, bütün durumlarda dikkate almamız gerekiyor. Gündelik hayatın engellendiği konusunda belirtiler gördüğümüzde, davranışlarımızı ve düşüncelerimizi bu tepki  beslemeli: Yeni yetişen çocuğu vurulduğunda yas tutan annenin geçirdiği kriz; yağmalanmış veya yıkılmış evlerinin önünde taş gibi duran bir aile; yerinden yurdundan edilmiş, aile bireyleri birbirinden ayrılmış bir aile;  keyfi ve adil olmayan bir şekilde dükkânların ve okulların açılıp kapanmasını talep eden kanunlar; kültürleri yabancı ve aşağı sayılan halkların küçük düşürülmesi; vatandaşlık ve ev verilmeyen bir halk; askerî idare altında yaşayan bir halk. Geçirdiğimiz deneyimden ötürü bunların barışı engelleyen kötülükler olduğunu farkediyoruz. İşte bu farketme anlarında geçmişi hatırlıyor, Varşova gettosundaki Yahudilere yol gösteren tepkinin bize şimdiki mücadelemizde rehber olmasını sağlıyoruz.”

 

Benim için Yahudiliğin gerçek anlamını ve annemin ve babamın vermek istediği dersleri, bu sözler tanımlıyor.  

 

 

 *İsrail'in Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ni işgalinin ekonomik etkileri konusunda uzman olan Sara Roy, Harvard Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Merkezi’nde öğretim üyesidir. Bu yazı ilk kez Journal of Palestine Studies’de (Volume 32, Number 1, Autumn 2002) yayımlanmıştır .

 

 

Çev. İNCİ ÖTÜGEN