Türkiye'de Rüzgâr Enerjisi

-
Aa
+
a
a
a

Ömer Madra: Demirer Holding Yönetim Kurulu Üyesi Önder Demirer konuğumuz. Sayın Demirer alternatif enerji konusunda son derece bilgili, bizzat uygulamanın içinden gelen bir kişi. Dün Açık Radyo'da, Deniz Pak'ın hazırlayıp sunduğu "Deniz Aşırı" adlı programda dinleme fırsatını bulmuştuk, şimdi Açık Gazete'de devamını getiriyoruz.

 

Önder Demirer, özellikle rüzgâr enerjisi konusundaki uygulamalı çalışmaları ile biliniyor. Önder Bey, bizi kırmayıp geldiğiniz için çok teşekkür ederiz. Dün programdaki konuşmalarınızı dinledim, çok etkileyiciydi. Yaptıklarınızdan biraz bahseder misiniz?

 

Önder Demirer: Biliyorsunuz, dünyanın en büyük problemlerinden birisi çevre kirliliği ve öbür taraftan da dünyada her geçen gün enerji tüketimi artıyor. Ülkemizde de son 35 senede her sene %8 enerji tüketimi artıyor. 10 sene evvel, yani 1996 yılında, Türkiye'de rüzgâr enerjisi, yani yenilenebilir enerji nasıl olabilir diye araştırmaya gerek duydum. Dünyada müthiş bir boyuta geldiğini gördüm. Türkiye niye geri kalsın? "Bunun maliyeti nedir?" diye baktım. Ekonomik olarak da uygulanabilir olması lazım, yalnız gönülle olmuyor. Ekonomist olduğum için bu açıdan da bakmak gerektiğini düşündüm.

 

 

Bir sürü bölgede bunun için uygun rüzgâr var mıdır, yok mudur, ilk başta bunu bilimsel olarak ölçmek lazım. En az 1 ila 2 sene ölçülmesi lazım ki aynı döngüyü bulsun. Daha sonra gördük ki, rüzgâr 10 senede +/- 10 sapan müthiş istikrarlı bir kaynak. Yani bir hidrolik santral gibi değil, yağışlar çok daha değişken olabiliyor yıllar içinde ama rüzgârda öyle bir şey yok.

 

ÖM: Bu ilginç, sıradan bir vatandaş olarak, rüzgârın güvenilmez ve çok inişli çıkışlı bir enerji kaynağı olduğu düşünülebiliyor, ama öyle değil demek ki.

 

ÖD: Zaten öyle olsa hesaplamamız mümkün değildi. Mesela Çeşme'de 8 senedir çalışan santralımız var, 1-1,5 senelik ölçümler yapmıştık, onu da geçmiş 20 senelik ölçümlere kıyasladıktan sonra, yılda 4.5 milyon kw/saat üreteceğimizi hesaplamıştık. Son 8 senenin ortalaması 4.6 milyon kw/saat. Yani o kadar net biliyoruz ki üretimi, neredeyse hiçbir şeyde, araba üretiminde bile satışı bilemeyeceğiniz için üretimi bu kadar net ayarlayamazsınız, o kadar da istikrarlı. Dış etkenler de, doğal etken olduğu için, kimse, hükümetin siyasi kararları vs. rüzgârı kesemiyor!

 

ÖM: Şaşılacak kadar tahmin edilebilir, öngörülebilir bir şey, tahmininizin de biraz üstünde verim almışsınız.

 

ÖD: Evet. Keza Bozcaada'da biz 34 milyon kw/saat hesaplamıştık, 5.5 senedir Bozcaada'da çalışıyoruz, onun da ortalaması 36 milyon kw/saat yılda. Biraz da güven marjı koyuyoruz, ama son derece istikrarlı, yani bir sapma olmuyor üretimde. Bu da yatırımcı açısından, kredi bulma açısından son derece önemli bir anahtar.

 

ÖM: Yıllar önce Açık Radyo'da Açık Gazete'ye konuk ettiğimiz bu konularla uğraşan bir Danimarkalı uzman, -hatta o dönemin başbakanıyla da görüşmüştü- Türkiye'nin çok elverişli olduğunu söylemişti. Neden bunun geniş çapta kullanılmadığına da hayret ettiğini söylemişti. "Özellikle su kaynaklarıyla, hidrolikle birleştirildiğinde kombine olarak kullanıldığında Danimarka'nın kat be kat üstünde olanakları" demişti.

 

Verimlilik nasıl ölçülüyor? Mesela dün yayınlanan programda şöyle bir sözünüzü hatırlıyorum, "İngiltere'den sonra en yüksek elverişli şartlara sahip ülkelerden biri" demiştiniz galiba. Bu nasıl ölçülüyor, yüzölçümüne göre mi, başka hangi faktörler var?

 

ÖD: Rüzgârı 365 gün 8760 saat ölçüyorsunuz, rüzgâr tribünleri şu anda 2 mt/saniyede enerji üretmeye başlıyor. 12-13 mt/saniyede %100 kapasiteye geliyor. Bu yıl için, yılda 8760 saat var, ne kadar 12 mt/saniyede esmiş, ne kadar 18 mt/saniyede esmiş? Bunları yan yana koyuyorsunuz. Devamlı 13 mt/saniyede esse %100 kapasitede oluyor. Bazen az bazen çok, Türkiye'de mesela 8760 saatin 3500 saati tam, yani devamlı çalışmış oluyor, bu da kapasite faktörü, ona göre %40 diyoruz. Yani bir termik santral olsa, termik santralde doğalgazla 8000 saat çalışıyor, rüzgârla 3700 saat çalışıyor, kapasite faktörü öyle. Yani termik santraller %90 iken, bu %38-40 oluyor ama tabii çok büyük bir farkımız var, bizim hammaddemiz bedava. O da büyük bir şans getiriyor bize, maliyet açısından daha ucuz oluyor.

 

ÖM: Türkiye'nin rüzgâr enerjisi, türbinler açısından çok elverişli bir konumda olduğunu söyleyebiliriz.

 

ÖD: Kesinlikle, şu anda Danimarka'nın elektrik enerjisinin %21'i rüzgârdan sağlanıyor ve 2010 yılına kadar da %25 hedefi var. Danimarka 5 milyonluk bir ülke, Türkiye'den 19 kat küçük olan 45 bin km2'lik küçük bir ülke, şu anda 3200 mw kurucu gücü rüzgâr var. Türkiye'de yalnızca 20 mw var, yani mukayese etmek açısından. 70 milyonluk ülkede 20 mw var, 5 milyonluk ülkede 3200 mw var.

 

Avi Haligua: Tercih niye bu yönde kullanılıyor? Niye böyle yapıyoruz?

 

ÖD: Bu bilinmiyordu, herhangi bir enerji politikamız yoktu. Mesela Almanya'da rüzgâr enerjisiyle ilgili, yenilenebilir enerji ile ilgili kanun 1991'de çıktı, şu anda  18-19 bin mw'ta, biz de 2005'in Mayıs'ında çıktı. Arada 14-15 senelik fark var, kanun da mukayese edilmeyecek kadar kötü. Yani Türkiye 15 sene geç kalmış, siyasi otorite böyle bir karar almamış, böyle bir politikası da yok, hedefi de yok. "Rüzgâr var mı, iyi olursa yaparız, kötü değil ama ne kadar olacak, Allah'a kaldı..." vs. gibi.

 

ÖM: "Bir politika, genel bir planlama yok" dediniz, uzun vadeli, orta vadeli, hatta kısa vadeli dahi bir politika olmadığı görülüyor. Siz de bunun üzerine herhalde büyük bir bürokratik mücadele verdiniz. Biraz da ondan bahsedelim isterseniz.

 

ÖD: Tabii. Hele geçen seneler şöyle bir şanssızlığımız vardı, Türkiye'nin doğalgaza büyük bir bağımlılığı vardı, o zaman doğalgaz fiyatları da ucuzdu. Mesela 1999 yılında petrolün varili 24 dolardı, şimdi 57 dolar. O zaman bizim de ilk seneler maliyetimiz biraz pahalı oluyordu, ondan sonra düşüyor; borçlar bittikten sonra bizim maliyetimiz 1 cent'in altına düşüyor. İlk senelerde 7-8 cent. İlk senelerde rekabet etmemiz söz konusu değildi, fakat şu anda petrol fiyatlarının artmasıyla bize doğal bir teşvik geldi bir yerde. O bakımdan şimdi şanslıyız ve önü açıldı Türkiye'nin.

 

Biz 7-8 senedir uyguluyoruz. Çeşme projesine Kasım ayında başladık, o projenin ölçüm dönemi 1996 yılıydı, 1998 yılında o zamanki enerji bakanı ile paraf edilmişti. 98'den 2006'ya... 8 senelik bir gecikme var.

 

ÖM: Bu gecikme neden oluyor?

 

ÖD: Aslında o zaman elektrik üretmenin kanunları başkaydı, elektrik üretmek imtiyaz  sözlemesiydi. Tam bunları çözerken Türkiye 2000 yılında da doğalgaz anlaşmalarına imza atınca büyük bir arz fazlası oldu. Türkiye'de 2000 yılında enerji açığı vardı, Türkiye 140 milyar kw/saat enerji üretiyordu, birdenbire doğalgaz anlaşmalarıyla Türkiye'de 38-40 milyar kw/saat enerji santrallari 6 ayda devreye girdi. Bunlar devreye girince Türkiye'de hiçbir enerji yatırımı yapılmadı, ne rüzgâr, ne diğerleri. Öbürleri çok cüzzi olarak yapıldı. Şimdi tekrar başladı, yani müthiş dengesiz bir arzın, bir anda alelacele devreye sokulması bütün sektöre darbe vurmuş oldu.

 

Bir de serbest piyasa kanunu çıktı. 2001'de zaten enerji fazlası olduğu için, kimse hiçbir şey yapmadı, olmadı, serbest piyasa çalışmadı çünkü zaten enerji fazlası vardı. Asıl problem bundan sonra geliyor; tüketim her sene %8 arttığı için arz kısıtlı, şimdi yine "enerji açığını çözeceğiz" diyorlar. Çünkü sadece ismi olan, fiiliyatta fazla çalışmayan bir serbest piyasa var, arz fazlalılığından bu hissedilmedi. Şimdi enerji açığı ile birlikte bu yeni enerjilerle birlikte, petrol fiyatlarının artmasıyla birlikte rüzgâr yeniden Türkiye'de bir atak yapma aşamasına geldi 2006-2007 ve sonrası.

 

ÖM: Şu anda da hâlâ bir enerji arzı fazlasından bahsetmek mümkün, ama bu çok kısa süreli olacak diyorsunuz?

 

ÖD: 2-3 sene içinde olacak, DPT "2008'in Ocak'ında açık var" diyor, Enerji Bakanı "2009'da" diyor, yani 2-3 sene içinde enerji açığı olacağı kesin, çözüm bulunmazsa. Bir de, enerjiyi hemen, bugünden yarına sağlayamıyorsunuz, santraller yapılması, 5-6 sene, ya da daha uzun seneler alabiliyor. Bir de hidrolik santraller 4 senede planlanıyor, 8-10 senede bitiyor. GAP projesini biliyorsunuz.

 

ÖM: Bir de tabii nükleer enerjinin, bazı yerlerde olduğu gibi, Türkiye'de gündeme gelebileceği söyleniyor. Geçenlerde, gözlerden kaçan ama önemli bir haber gördük; Reuters Haber Ajansı kaynaklı, Ocak 2006'da, Başbakan'ın bir açıklama yaparak, 4 ya da 5 nükleer santrali devreye sokmak istediğini ve bunu belki de dünya şartlarında görülmemiş bir hızlılıkla, 6 yıl içinde en az 4 belki de 5 santral yapabileceğini söyledi. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

 

ÖD: Nükleer santrallerin yapım süresi 7-8 sene, bir de kaza olas 2 tane büyük kaza olasılığı söz konusu, Nisan 1986 Cernobil'deki kazayı hatıtlayın, Amerika'da bir kaza başlamadan durduruldu, ama 1 milyar dolar zarara yol açtı. Nükleer enerjinin maliyeti son derece pahalı. Amerika'nın nükleer enerjiye son 20 senedir yatırım yapmamasının sebebi tamamen ekonomik. Çünkü radyoaktif atıklarının güvenle saklanması çok büyük bir maliyet konusudur. Nükleer santral 1 milyar dolara yapılıyorsa, 1 milyar dolar da güvenlik önlemleri oluyor. İkisini yanyana koyduğunuz zaman ekonomik olmuyor. Tabii Türkiye'de hangi modelin uygulayacağını bilmiyoruz, güvenlik önlemlerini almadan yaparsanız, ilk başta görünen maliyeti çok düşük olabilir, ama herhangi bir kazaya karşı son derece büyük riskler taşır. Bir de istediğiniz kadar güvenlik önlemleri alın, terörist ataklar vs. de oluyor.

 

ÖM: Ayrıca, özellikle ilk yıllarda çok büyük petrol, fosil yakıt enerji de kullanıyor anladığım kadarıyla.

 

ÖD: Maliyeti kesinlikle ucuz değil, "nükleer enerji ucuz" dediğiniz zaman maliyeti sormak lazım; toplam yatırım ne kadar, güvenlik, kapasite faktörü ne kadar? Hepsini yan yana koyduğunuz zaman bunların açıklanması lazım. Bunları yan yana koyduğunuz zaman, güvenlik ve çevreyi koruma maliyetleri ile, bir de 20-30 yıllık santral yapıyorsunuz, radyoaktif atıklar 120 yıl kalıyor. Yani 20 yıllık maliyeti mi koyuyorsunuz, 120 yıllık mı?

 

ÖM: 120 bin yıl, hatta belki 250 bin yıl!

 

ÖD: Sizden 3-4 nesil sonra hâlâ bunları korumanız lazım, bunun maliyeti nerede? Bunlar yazılmıyor, bunları yanyana koyduğunuz zaman son derece pahalı bir enerji kaynağı olduğu ortaya çıkıyor.

 

ÖM: Dün söylediklerinizde çok önemli bir nokta vardı; yapılan bütün bu hesaplamalarda, alternatif enerji ya da santraller, kömür santralleri vs. hepsini konuşurken, maliyet olarak tipik bir ekonomik analiz çıkarılıyor, hesap, kitap yapılıyor. Ama bunun içinde doğaya olan zarar maliyeti hiçbir şekilde konuşulmuyor. Bu çok önemli, vurgulamıştınız, ama bir  kez daha konuşmak istiyorum.

 

ÖD: "Harici maliyet" dediğimiz, yani çevreyi kirletme maliyeti hiçbir yere koyulmuyor. Biz rüzgârdan da 5 cent enerji elde ediyoruz, Yatağan Termik Santrali de 5 cent enerji elde ediyor. Enerji Bakanlığı elektrik üretmekle sorumlu olduğu için, kendilerini öyle gördükleri için, "5 cent mi 5 cent" ona bakıyorlar. Ama çevreyi kirletme maliyeti, insanların hasta olması, kanser olması, havanın, denizin, suyun kirlenmesi yok bunun içinde. Zaten çelişki burada, aslında daha üst düzeyde, yani Çevre Bakanlığı, Başbakanlık tarafından da bir gözlem alınması lazım. Elektrik enerjisine bakıp da işi piyasa rekabetine sokarsanız haksızlık oluyor çevreye. Çünkü çevreye karşı büyük bir maliyet var ve herkes bu maliyeti ödüyor. Mesela kurşunlu benzin/kurşunsuz benzin gibi, niye teşvik ediliyor, kurşun zehirli bir madde. Çevre maliyeti, harici maliyet son derece önemli, çevreyi kirletme maliyeti bir termik santralle 2 centten 4 cente kadar geliyor. Bu da halkın sağlığının ve çevrenin bozulmasıyla geliyor, bu maliyetleri de mutlaka koymak lazım.

 

ÖM: Buna çok alışık değiliz ama önemle vurgulanması gerekiyor, aslında bu belki de ölüm-kalım farkı kadar önemli, hayati bir mesele olarak karşımıza çıkıyor. Geçenlerde ilginç bir habere rastladım, Amerika'da çevre hareketlerinin güçlendiği dönemde alttan gelen baskıyla çıkarılan, "clean air act" dedikleri, yani temiz hava kanununun çıkmasından sonra, küresel ısınma açısından yapılan korelasyonlarda düşme görülmüş. Yani sadece küçük bir filtre mekanizması dahi o kadar etkili olabiliyor karbondioksit salımlarının düşürülmesinde. Ama ondan da vazgeçiliyor şimdi, öyle bir sorunumuz da var.

 

ÖD: Siz balkondan aşağıya devamlı çöp atıyorsunuz atıyorsunuz, bir gün kapıyı bir açıyorsunuz çöp yığını içinde boğulmuşsunuz. Siz hâlâ balkonda, "çöp bana uzak" derseniz kirliliğe mahkum oluyorsunuz ve çok geç oluyor ve de pahalı oluyor tabii.

ÖM: İnsanlığın, hatta belki canlılar aleminin karşılaştığı en önemli ve zaman darlığı yüzünden de büsbütün aciliyet kazanan bir sorunla karşı karşıyayız. Bu çevre ve iklim meselesi artık daha fazla beklenemeyecek. Bugün elimizde, 2005 yılının bütün kayıtlardaki, belki de binlerce yıldır en sıcak yıl olduğu haberi var ve bu konuyla uğraşan uzmanların en büyük korkularının bile ötesine geçen bir durum olduğu söyleniyor, ama buna karşılık da hemen acil ve yaratıcı çözümler devreye sokulması gerekiyordu. Fakat, hemen hemen bütün dünya ülkelerinin katıldığı Montreal'deki konferansta ne aciliyet ne de bir eylem planı çıktığı görülüyor. Ne yapacağız?

 

ÖD: Şöyle bakmak lazım. 300-350 milyon yılda oluşan fosil yakıtlar var, petrol yaklaşık 100 yıldır kullanılıyor, önümüzdeki 40 yıl daha kullanılacak. Yani 350 milyonluk stoğu 150 yıllık bir sürede dünyayı korkunç derecede kirleterek harcıyoruz; müthiş bir mirasyedilik hali. Burada en büyük görev tabii siyasi otoritelere düşüyor, siyasi otoritelerin hareketlendirmek halkın bilinçlenmesiyle olur. Dünyayı en fazla kirleten Amerika, Çin, Hindistan gibi ülkelerin konuya bir an evvel çözüm bulmaları lazım. Tabii Amerika da en fazla kendi kirlettiği için katılmak istemiyor. Mesela "çöp vergisi yapacağız" diyorsunuz, "en fazla çöpü atan yapsın" diyorsunuz, bu da Amerika, Amerika "ben çöp vergisine katılmayayım" diyor, bunun gibi bir şey.

 

ÖM: Evet, aynen öyle.

 

ÖD: Bütün halkların, artık siyasi olarak, "biz çevreciye oy vereceğiz" diye siyasilere bu mesajı vermesi lazım. Çünkü bunlar siyasi kararlar, yani kömür santrali yapıp yapılmaması tamamen siyasi bir karar. Biz ne kadar desek de olmuyor, halkın bilinçlenmesi, "bak sen bu kömür santrallerinin yerine yenilenebilir kaynaklar yapmazsan, sana oy vermeyeceğiz" diye baskı yapması lazım.

ÖM: Tek çözüm olarak o görünüyor. Türkiye'de rüzgâr santralleri yapımında öncü çalışmalar yürütüyorsunuz. Biraz da bunlardan bahseder misiniz?

 

ÖD: Şu anda Türkiye'de 4 tane rüzgâr santrali çalışıyor, bunların 3'ünü biz inşa etmiştik; 1998 Çeşme, 2000 Bozcaada, 2003'te de İstanbul Hadımköy'de. Bunların üretiminin büyük bir bölümü Türkiye'de yapılıyor, Bozcaada'daki ilk 17 kuleyi Türkiye'de yaptırmıştık. Şu anda kanatları Türkiye'de yapılıyor, İzmir'deki fabrikada 350 kişi çalışıyor. Bütün dünyaya İtalya, Japonya'ya ihraç ediliyor.

 

ÖD: Evet. Çünkü bunlar son derece emek yoğun, çok insan emeği isteyen parçalar. Bir kanadı üretmek için 2000 insan/saat çalışıyor.

 

ÖM: O rakamları duyunca da müthiş emek yoğun bir şey olduğunu öğrenmiş olduk.

 

ÖD: Ürettiğiniz mal çok temiz bir enerji üretiyor. Önümüzdeki senelerde jeneratör de yaparsak %100 Türk malı olacak. Burada hem ihracat olacak hem de Türkiye'nin önümüzdeki senelerde açılan rüzgâr pazarıyla da yerini bulacağına inanıyorum. Çalışmalar bu çerçevede gidiyor, sonuna kadar Türkiye'nin rüzgârını, biz veya diğer yatırımcıların kullanması için elimizden geleni yapıyoruz. Bu bir gönül ve sevgi meselesi zaten, başka türlü olmaz.

 

ÖM: Çeşitli ülkelere de ciddi olarak ihracat yapıyorsunuz?

 

ÖD: Evet.

 

ÖM: İhracaatta bir zorluk oldu mu?

 

ÖD: Hayır olmadı, çünkü Avrupa'da bu yenilenebilir enerji ile ilgili kanunlar o kadar net ki, müthiş bir sıçrama var. Biz 1996'da Türkiye'de ilk rüzgâr enerjisine başladığımızda Yunanistan'da 28 mw vardı, şimdi Yunanistan 600 mw'ı geçti ve 1500-2000 mw izinler alıp alma yoluna gidiyor. Keza Fransa'da hemen hemen hiç yoktu, 200-300 mw'a geldi. Portekiz sıfır gibiydi, yalnız geçen sene 1000 mw'ı geçti. İspanya yine 1000 mw idi, 9000 mw'a geldi. Avrupa o kadar büyük bir teşvik mekanizmasını o kadar net koydu ki, şu anda bütün rüzgâr enerji santralleri üreticileri 2008'e kadar dolu, tamamen dolu, sipariş yetiştiremiyorlar. Çünkü Avrupa'da kanunlar, AB uyum çerçevesinde hedeflerine kitlenmiş, bu yönde gidiyor.

 

ÖM: Böyle bir zihniyet değişikliğinin de epey belirgin izlerini görüyoruz. Rüzgâr başta geliyor herhalde. Rüzgâr enerjisi ile çalışan bu sisteme türbin mi diyoruz?

 

ÖD: Türbin tamamı. Rüzgâr santrali üç parçadan oluşuyor, direk var, jeneratör var bir de jeneratöre bağlı olan kanatlar var. Bu kanatlar rüzgârın esmesiyle dönüyor, jeneratörü döndürüyor ve elektrik üretimi oluyor.

 

ÖM: Buradan da esas olarak elektrik enerjisi ihtiyacı karşılanıyor. Bir de yanınında başka enerji türleri de elde etmek mümkün, sadece elektrik değil değil mi? Mesela hidrojen?

 

ÖD: Tabii, rüzgâr enerjisini kullanarak hidrojen enerjisi açığa çıkartabiliyorsunuz. Hidrojen çok yanıcı bir maddedir, doğalgaz gibi yanıyor ve bir enerji ortaya çıkıyor. Hidrojen de bildiğiniz gibi suyun içinde (H2O, 2 hidrojen 1 oksijen) olduğu için, suyun yapısında var, rüzgâr enerjisi ile suyu ayırırsanız, oksijenle hidrojeni ayırırsanız elektrolizle, hidrojeni aynı doğalgaz gibi her yerde kullanabiliyorsunuz. Bu yandığı zaman da hidrojen oksijenle birleşiyor ve H2O yani su çıkıyor, karbondioksit çıkmıyor, karbon yanmıyor ki, hidrojen yanıyor. Suyun da bir zararı yok. Böylece rüzgâr enerjisine ihtiyacınız olmadığı zamanlarda, gecelerde, Türkiye'de ve dünyada elektrik tüketimi düşüyor herkes uyuduğu için, gece esen rüzgârları suyu elektroliz etmek için kullanıyorsunuz, oksijeni ve suyu ayırıyorsunuz, hidrojeni depolayıp bunu da istediğiniz zaman, gece gündüz kullanabiliyorsunuz. Böylece ihtiyacınız olmadığı zamanda esen rüzgârı hidrojen vasıtası ile depoluyorsunuz, en büyük özelliği de bu.

 

ÖM: İki şey sormak istiyorum, su buharı da aslında sera gazlarından biri olarak, yani küresel ısınmaya etki eden gazlardan biri olarak da geçiyor bazı araştırmalarda, bir de NASA'dan iklimbilimci James Hansen, hidrojenin de bir enerji gerektirdiğini, bu yüzden tam bir çözüm olarak görülemeyeceğini söylüyor.

 

ÖD: Bugün teknik olarak bunu yapmak mümkün. Bir de bunun ekonomik olması söz konusu. Bu da elektrik enerjisini kaça mal edeceğinizle ilgili. Bilhassa rüzgârda, ana para faize ödedikten sonra, yani 9-10. seneden sonra, -ki bunların 30-40 sene ömrü var-, maliyetiniz 1-1,5 cent. Rüzgârın değişmesine göre düştüğü için, verdiğiniz elektriğin yarısını kaybetseniz bile, 1 cent değil 2 cente bile yapsanız da hâlâ ekonomik. O bakımdan tabii ki fosil yakıtlarla hidrojeni stoklamak son derece mantıksız ve saçma ama yenilenebilir enerji ile elde etmeniz son derece mantıklı. Zaten aslında projeksiyonlara bakarsanız, dünya nüfusu o kadar korkunç artıyor ki, bu kirlenmeye zaten böyle bir projeksiyon yaparsanız bu nüfusu hiçbir şey besleyemez. Bugün dünya 6.5 milyar, 1.3 milyar Çin, 260 milyon Amerika ve 800 milyon Hindistan, bunlar 2.5 milyar oluşturuyor ve bunlar da dünyayı en fazla kirleten ülkeler. Yani bu nüfus artışına çözüm bulmak daha da önemli.

 

ÖM: Tam da bu can alıcı noktaya gelmiş oluyoruz; bu sistem, bu şekilde bu tüketimle bu enerji tüketimi ihtiyacının artarak devam etmesi ile sürdürülebilir mi? ABD'nin her yıl bu karbondioksit ve diğer sera gazları salımını senede %2 gibi hiç de hafife alınmayacak, çok endişe verici bir oranda arttırdığını görüyoruz. AB de, dün yayınlanan bir raporda gördüğümüz gibi, Kyoto hedeflerini tutturamıyor. Oysa bu sene, pek çok rapor geldi, artık biz bile yetişemez hale geldik, oysa ki çok yakından takip etmeye çalışıyoruz. Deniyor ki %60-80, hatta belki %90'lık bir salım kesimi gerekiyor. Yani arabalardan, fabrikalardan, atmosfere fosil yakıt atımını, salınmasını muhakkak surette kesmemiz gerekiyor. Benim sorum şuydu; çok yüksek ve mümkün görünemeyen rakamlar bunlar, ama alternatif enerjiler, yani rüzgâr olsun, güneş enerjisi gibi sınırsız, yenilenebilir olan, ya da jeotermal, biomas vs. hepsini katarsak dahi fosil yakıt kullanımını radikal biçimde kısıtlamadan, kapitalist medeniyetin varmış olduğumuz bu noktasında bu tüketimle daha fazla sürdürmemiz mümkün görünmüyor, bu konuda ne diyorsunuz?

 

ÖD: Tabii bütün maliyetler göreceli, mesela güneş rüzgârdan 5 kat pahalı ama yapılmayacak mı, tabii ki yapılacak; petrol bitince hepsi ekonomik olacak. Onun için, "yapılmayacak, olmayacak" demek gerçekçi bir yaklaşım değil. Bugünkü varsayımlara göre bunu pratikte yapmak zor, yani kimse petrolden vazgeçmeyeceği için pratikte bu kolay olmayacak, yani yapılabilir ama olmayacak. Çünkü petrolü son damlasına kadar kullanma niyetleri olduğu için bu çözümleri böyle zor görüyorlar. Hatta petrol şirketlerinin şöyle bir yaklaşımı var, "biz yenilenebilir rüzgâr enerjisine karşı değiliz, ama ne acele ediyorsunuz, zaten 30 sene sonra petrol bitecek, başka kaynağımız kalmayacak, biz de sizi destekliyoruz ama 30 sene sonra" diyorlar.

 

ÖM: Ama "30 senemiz var mı yok mu?" sorusunun cevabını bilmiyoruz.

 

ÖD: Problem orada zaten, insan daha bunun önemini anlamadı, yani yumurta kapıya gelince belki anlayacağız, ama bu meseleler maalesef hemen çözüme ulaşmıyor, yıllar sonra insanlar, herhalde daha büyük felaketlerle karşılaştıktan sonra, "vah vah, bunu 20 sene evvel radyoda dinliyorduk ama şimdi başımıza geldi!" diyecekler.

 

ÖM: Bir de, eşik aşılması gibi bir problemden bahsediliyor, bu sene belki de bütün izlemeye çalıştığımız raporlarda anahtar kelime bir eşiğin aşılıp aşılmayacağı idi. 6 Aralık'ta Dünya Jeofizik Derneği yıllık toplantısında konuşan James Hansen -küresel iklim değişikliği meselesini matematiksel bir model olarak ortaya ilk koyan kişiydi, en azından ben ilk ondan öğrendim- diyor ki; "Eşik noktasına yaklaşmış ama henüz aşmamış durumdayız. Bu nokta aşıldığında artık çok ciddi sonuçları olacak olan iklim değişikliğini önlemek imkânsız hale gelecek. Ondan sonra tamamen kontrolden çıkacak işler." Bunun için de 10 yıl gibi bir maksimum süre veriyor.

ÖD: Aslında teorik olarak mutlaka çözüm var, ama pratikte insanoğlunun bunu yapacak bilinçte ve durumda olduğunu sanmıyorum.

 

ÖM: Temel mesele o değil mi?

 

ÖD: Evet, Amerika gibi ülkeler veya çevreyi çok kirleten ülkeler bunları fazla ciddiye almıyor, en sonunda dünya bir hüsrana doğru gidiyor, bu kaçınılmaz. Çözüm var, ama çözümü üretecek mekanizmaların olacağını ben de uzak bir ihtimal olarak görüyorum.

 

ÖD: Çevreyi mahvettikten sonra temizlemek son derece zor. Yani Marmara Denizi örneğin, 300-400 milyon yıllık tertemiz deniz son 30 senede kirlendi. Bize çok normal geliyor her gün biraz daha kirlenmesi, ama 30 sene nedir ki, 150-200 milyonda? Temizlemek son derece zor, "vah vah, nasıl temizleyeceğiz?" diyoruz ama çok zor oluyor. Tabii dünya açısından bu daha da zor. İnsanlar ne zaman bu bilince gelecek? Herkes birbirine bunu anlatmalı ve bunun gerçekten ciddi bir tehdit olduğunu söylemek lazım. Ben şuna benzetiyorum, adamın 300 milyon maaşı var, her ay kredi kartıyla 2-3 milyarlık harcama yapıyor, gitgide harcıyor, harcıyor, en sonunda birisi bunu ödeyecek. Tabii kendisi ödeyecek. En sonunda ne oluyor, sosyal krizler patlıyor, yok olmalar, intiharlar, vs. oluyor. Dünya da böyle çevreyi kirletiyor kirletiyor sonra maliyet taşıyamayacağı kadar yüksek boyuta gelecek.

ÖM: "İnsan intihara eğilimli bir tür müdür?" sorusunu da felsefi olarak tartışmaya başlamak gerekiyor. Çünkü bu intihardan başka bir kavramla da kolay kolay açıklanabilir bir şey değil. Hem cinayet, hem intihar üstelik, diğer türleri de beraberce götürme tehl