Ömer Madra: ABD’nin dünyaya egemen olma vizyonu ve bir de özel sektör-askeri devlet karışımına dayanan yeni yönetim modelinden söz ettiniz. Bu da bizi, geçenlerde yazdığınız bir makalede ortaya attığınız “küresel faşizm” meselesine getiriyor. Ama ilk defa sizin ortaya attığınız bu kavramı size sormadan önce, burada biz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları için büyük önem taşıdığına inandığımız bir noktayı sormak istiyorum:Türkiye’de askerlerin uluslararası gücün bir parçası olarak Irak’a gönderilmesi ve bunun hukuki ve meşruiyete ilişkin sonuçları... TC Dışişleri Bakanı’nın birkaç kere böyle bir asker gönderme olayı için BM veya en azından NATO’nun onayına ya da şemsiyesine ihtiyaç olduğunu söyledi. Bunun hukuki emplikasyonları Türkiye ya da geçenlerde böyle bir gönderme kararını reddetmiş olan Hindistan gibi ülkeler için çok büyük. Ne diyorsunuz?
Richard Falk: Evet... Bu anlamda BM hâlâ hayatî bir rol oynamaya devam ediyor. Bu savaş-barış meselelerini belirlemek değilse de, meşruiyet simgelerini belirleme, bu meşruiyeti denetleme açısından... Şimdi BM, sadece Irak’ın siyasi bakımdan yeniden inşası amacıyla barış gücü kurulmasını desteklediğini söylese, bu, silahlı kuvvetleriyle bu güce katkıda bulunması konusunda Türkiye üzerindeki baskıyı artırırdı. Tabii bu yalnız Türkiye değil, sizin de söylediğiniz gibi, Hindistan gibi ülkeler için de geçerli. Bu, bir bakıma yararlı olacak bir fikir gibi gözüküyor. Çünkü, Washington’la Ankara arasına bir tampon koymuş olacaktır. Ortada bir “üçüncü ses” olması gerekiyor; bu da ya BM’nin ya da – Dışişleri Bakanı’nın önerdiği gibi – NATO’nun sesi olabilir. Yalnız, tabii ki bu seslerin her ikisi de, umut edildiği ölçüde bağımsız sesler değil maalesef. NATO, oldukça tutarlı bir şekilde ABD’nin hegemonyacı liderliği altında hareket etmiştir. BM Güvenlik Konseyi de genellikle ABD’nin siyasi gündeminin hakimiyeti altında kalmıştır. Dolayısıyla, bunun uluslararası camianın gerçek sesi olduğu fikri, biraz yapay ve yanıltıcı bir fikir. Hiç ses olmamasından daha iyi olduğu doğru. Ama bunun manipüle edilen, esaslı bir biçimde denetlenen bir ses olduğu da doğru.
BM’de yapılan Irak tartışmasında dikkate değer olan husus, ABD’nin Irak tartışmasını istediği yönde şekillendirmeyi becermiş olmasıdır. Yani, eğer kitle imha silâhları bulunmuş olsaydı, o zaman Güvenlik Konseyi’nin bütün üyeleri kendilerini bir savaşa bağlamış olacaklardı. Oysa, benim kanaatime göre, KİS bulunmuş olsaydı dahi, doğru biçimde anlaşıldığı şekliyle mevcut uluslararası hukuk kurallarına göre gene de savaşa girmek için bir dayanak bulunmayacaktı. Dolayısıyla, BM’deki Irak tartışmasında bütün olup biten, ABD’nin o tartışmanın son yüzde 20’lik bölümüne hakim olamaması idi. ABD tartışmayı şekillendirmeyi ve meselelerin nasıl anlaşılması gerektiği konusunu kontrol etmeyi başardı. Yalnız, bunu tümüyle yapmayı başaramadı. ABD’nin savaşa girişmek için öne sürdüğü olgu ve gerekçeler o kadar zayıftı ki, kontrol etmeyi başaramadığı o son yüzde 20, Güvenlik Konseyi’nin Fransa, Almanya gibi diğer üyelerinin onu bloke edebilmesine imkân verdi.
Ama bunun her zaman tutarlı bir biçimde böyle olacağından emin olamayız. Yaşanmış deneylere bakıldığında daha tutarlı olan durum, ABD’nin Güvenlik Konseyi çerçevesinde kendi dış politika hedeflerine ulaşma konusunda esaslı bir kapasiteye sahip olduğudur. Dönüp İsrail-Filistin çatışmasına bakalım, Birinci Körfez Savaşına bakalım, Libya ya da 1990’ların Irakı gibi ülkelere uygulanan politikalara genel olarak bir bakalım... Bütün bu olaylarda uluslararası hukuk açısından oldukça kuşku götürür politikaların BM tarafından desteklendiğini görürüz. ABD, BM örgütü içinde büyük bir hakimiyet sağlamayı başarmıştı da ondan.
Savaş ve barış hukuku böylesine çiğnendiğinde...
ÖM: Peki, bu anlattığınız koşullar altında, Birleşmiş Milletler Türkiye gibi ülkelerin Irak’taki işgal gücüne katılmasına – işgal gücü diyorum, çünkü bu terim BM’in Güvenlik Konseyi gibi organları tarafından resmen kullanılıyor – izin verirse, bu, uluslararası hukuk kuralları açısından legal ve meşru mudur sizce?
RF: Eminim ki bunun legal olup olmadığı, uluslararası hukukçuları uzun süre meşgul edecek bir tartışma konusu. Çünkü, bu şartlar altında legalitenin ne olup olmadığı, fazlasıyla muğlâk. Kimileri, Güvenlik Konseyi’nin böyle bir hareket tarzı izlenmesine yetki vermesi halinde, bunun hukuki sorunu sona erdireceğini ileri sürecekler. Ama, söz konusu yetki, bunun akılcı ve basiretli bir hareket olup olmadığı yolundaki siyasi meseleyi çözmüş olmayacaktır. BM’nin verdiği yetkinin, genel olarak kabul edilen uluslararası hukuka uygun olup olmadığı şeklindeki daha derin hukuki meseleyi de halletmiş olmayacaktır.
Ve bu olayda, örneğin Irak’a karşı girişilen ilk savaş bir saldırı savaşı idiyse, işgal güçleri de saldırıya karşı savunma niteliğinde bir silahlı direnişle karşılaşıyorlarsa, bu şartlar altında Türkiye’nin Irak’a asker göndermesi, devam etmekte olan bir saldırı savaşına katılması olarak görülecektir.Başka bir deyişle, Irak rejiminin örgütlü direnişi çöktüğünde, saldırı savaşı bitmiş olmadı. Saldırı savaşının bitmesi -- eğer bitmesi ihtimali varsa -- Irak’ta siyasi bakımdan normal duruma bir şekilde geri dönülmesi ve Irak halkını temsil eden yeni bir Irak hükûmetinin seçilmesi halinde mümkün olabilir ancak.
Dolayısıyla, benim görüşüme göre, asker göndermesi Türkiye’yi gene de bir saldırı savaşının suç ortağı durumuna getirecektir. O zaman da, Irak’ta yeni bir gerçeklik durumu ortaya çıkana kadar, asker göndermenin hukuken uygun olmayacağı kanısındayım.
ÖM: Bir başka soru da şu: Bu saldırı savaşına girmelerinden dolayı ABD ve Britanya’nın saygın uluslararası hukukçu ve düşünürlerden oluşacak bir özel “mahkeme” önünde insanlığa karşı suç ve savaş suçları işlemiş olmalarından dolayı bir tür yargılanmaları girişimleri var. Bu tür girişimleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
RF: Burada, Türkiye’deki girişimi mi kastediyorsunuz?
ÖM: Evet, meselâ burada bu yönde bir girişim var...
RF: Avrupa’da bu konuda farklı türlerde birkaç girişim var. Birinin Londra’da olduğunu biliyorum...
ÖM: ... Ve bu girişimleri birleştirme çabası da var. 1970’lerde ABD’yi Vietnam’daki saldırı savaşı suçlarından dolayı “yargılamak” üzere kurulmuş olan Bertrand Russell “mahkemesi” gibi bir girişim yani...
RF: Evet... Biliyorsunuz, Roma’da kurulu bir Sürekli Halk Mahkemesi var; 25 yıldan beri bu tarz yargılamaları çok profesyonelce yürütüyor. Bence, sivil toplumun üstlendiği bir rolü, sivil toplumun bir girişimini şekilde temsil ediyor bunlar. Ve, hükûmetler uluslararası hukukun temel kurallarını çiğnediklerinde ve uluslararası kurumlar da harekete geçmekte âciz kaldıklarında bu girişimler bana doğru ve uygun görünüyorlar. Benim görüşüme göre sivil toplum, temel olarak siyasi eğitim ruhu çerçevesinde böyle girişimlerde bulunma yetkisine sahiptir. Uluslararası hukukun ve savaş ve barış hukukunun böylesine çiğnenmesinin gerçekliği hakkında insanları daha etraflı ve doğru bir biçimde bilgilendirmek için. Ayrıca, siyasi liderlerin dahi bu hukuki çerçeveye bağlı kalmaları konusunda bireysel sorumlulukları olduğu fikrinin inşasına yardımcı olmak için de... Bildiğiniz gibi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, hayatta kalan Alman ve Japon liderler Nürnberg ve Tokyo’daki Savaş Suçları Mahkemeleri’nde yargılanıp mahkûm edilmişlerdi. Daha yakın geçmişte de Şili diktatörü Pinochet’yi ve Eski Yugoslavya lideri Miloşeviç’i farklı hukuk platformlarında, formel hukuk platformlarında kovuşturmak için girişimler oldu. Yani, liderlerin böylesi hukuki durumlarda potansiyel hukuki sorumluluğunun mevcut olduğu konusu kuşku götürmez. Ama, uluslararası camianın, devletlerden meydana geldiği ölçüde, bu sorumluluk standartlarını uygulama irade ve kapasitesine sahip olmadığı da kuşku götürmez. Dolayısıyla, eğer herhangi bir şekilde uygulanacaksa, bunların sivil toplumdan gelen girişimler tarafından yapılması zorunludur. Bunlar, formel hukukî işlemlerin yerini alacak girişimler değildir. Ama, bunların hiçbir şey yapılmamasından çok daha iyi oldukları da kesin. Günümüz dünyasında saldırı savaşlarıyla bağlantılı olarak kuvvetin kötüye kullanılması hakkında daha kapsamlı bir kavrayışa ulaşmamıza katkıda bulunmaktadırlar.
“Küresel faşizm”in tanımı
ÖM: Bertrand Russell Mahkemesi gibi bir girişimin Vietnam savaşının sonunu biraz daha erken getirme konusunda yararlı olduğu söylenebilir mi meselâ? Toplumsal baskının, sivil baskının artması açısından işe yaradığını söyleyebilir miyiz?
RF: Benim izlenimim şu ki, Russell Mahkemesi vicdani kaygıların yükselmesi açısından Avrupa’da belli ölçüde etkili oldu. Ama Amerika’daki etkisi pek az oldu. Çünkü, bir kere, ABD medyası bu konuya en ufak bir ilgi göstermedi. Medya bunu kapsadıysa – ki bundan bile pek emin değilim – bunu, saygı gösterilmeyi hiç haketmeyen tek yanlı bir girişim olarak ele aldı. Moral otoriteleri çok yüksek, son derece saygın insanlardan kurulu olmasına rağmen... Ama, Avrupa’da daha yaygın bir uyanışa katkısı olduğuna inanıyorum. Hükûmetler ve uluslararası kurumlar temel hukuk kural ve ilkelerini savunmakta âciz kaldıklarında sivil toplumun ve kamuoyunda saygı gören entelektüellerin oynayacakları bir rol olduğu fikrinin gelişmesinde kesinlikle etkili oldu. Ve bence Russell Mahkemesi’nin asıl esinlediği şey, demokrasinin temel ilkeler bütününün, yani demokrasi kodunun, liderleri temel hukuk kurallarına uymaktan sorumlu tutmak demek olduğunu ve hiç kimsenin bu temel hukukun üstünde olamayacağını ortaya koymasıydı. Eğer kurumlar bu sorumluluğu dayatamıyorlarsa, o zaman sivil toplumun bunu yapma hakkı vardır. Hatta, bunu yapmak onun görevidir!
ÖM: Görevler ve sorumluluklar meselesi!
RF: Evet, öyle.
ÖM: Bu da bizi son bir soruya getiriyor: Adbusters’a verdiğiniz son mülâkatte “Faşizmin Erken Belirtileri”nin ortaya çıkmakta olduğunu belirtiyorsunuz. Ortaya bir “küresel faşizm” tehlikesi çıkabileceğini dünyada ilk öne sürenlerden biri oldunuz. Şimdiki sohbetimizde biraz önce söylediklerinizin çerçevesinde bu kavramları biraz açar mısınız? Böyle bir tehlike olduğu bir gerçekse, insanlar bunu nasıl engelleyebilirler? Sivil itaatsizlik gibi yöntemlerle, büyüdükçe büyüyen bu kudret odaklarının önü alınabilir mi?
RF: Öncelikle bu kavramın biraz berraklaştırılmasına ihtiyaç olduğu kanısındayım. Yani, “Küresel Faşizm” derken neyi kasdettiğimi biraz açmam lâzım. Bence, bu kavram, iki unsurun bileşiminden oluşuyor: Uluslararası hukukun temel kısıtlayıcı kurallarına, uluslararası toplumun temel işleyiş ve usullerine, meselâ BM Güvenlik Konseyi’nin işleyişine ilişkin kurallara karşı kayıtsızlık (yani bu kuralların hiçe sayılması) ile askerî gücün yeryüzünün her tarafına yayılmasının bir bileşiminden söz ediyorum. Bu, 11 Eylül’den önceki bir tarihe tekabül ediyor. Bu plan, ABD’nin milyarlarca dolarlık yatırım yaptığı bir programla, yani uzayın askerileştirilmesi programıyla büyük ölçüde içiçe. Bir uydular sistemi kurup yeryüzünün her tarafında vurulacak hedeflerin belirlenmesini içeriyor...
ÖM: Bu planın özel bir adı da yok muydu?
RF: ... Uydudan Gözetleme Ssistemi gibi bir adı vardı galiba, tam bilemiyorum... Kimileri de buna “Panopticon” (“herşeyi gören göz”/ “tepegöz”) diye atıfta bulunuyor. 18. yüzyıl Britanya filozoflarından Jeremy Bentham’ın anlattığı bir dünyaya atfediliyor. Bentham’ın kurduğu dünyada hapishaneler panopticon denen kuleden gözetleniyordu...
Şimdi kurulması öngörülen sistem de bir anlamda küresel bir panopticon, yani gözetleme kulesi gibi. Dünyanın her yerinde olup biten herşeyi gözetleyecek bir sistem... Bu, bütün okyanuslarda devriye gezen bir küresel deniz filosu, yaklaşık 70 ülkede üsleri bulunan bölgesel askeri komutanlıklar ve neredeyse 150 ülkede konuşlanmış askeri kuvvetlerle bütünleşiyor. Ve, güvenlik fikrine bağlanmış, diğer ülkelerin egemenlik haklarının hiçe sayılmasını düşmandan gelen tehditleri bertaraf etmek adına haklı bulan bir aşırı milliyetçilik öğretisi! ...
Küresel kapitalizmle bağlantıları, yani bütünleşmiş, entegral bir dünya ekonomisini de içeren bütün bu unsurlar bir araya getirilince, ortaya yeni bir siyasi olgu çıkmakta olduğunu düşünüyor insan – daha önce hiç olmamış bir siyasi fenomenin.
Bu yeni siyasal olgu, bir kontrol sistemidir: Biçimselleşmemiş, formalleşmemiş bir kontrol sistemi: Sömürgeci sistemlerin işleyiş biçimlerinde görüldüğü gibi koloniler kurma ve kontrolü onlar vasıtasıyla sağlama gibi bir iddiası yok. Ama, bir total kontrol mekanizması -- bu gücü dengeleyecek bir kapasiteyi içinde barındırmayan bir sistem.
George Bush’un önemli konuşmalarında dile getirdiği şeylerden biri de buydu işte: Daha şimdiden, askerî bütçesinde kendisinden sonra gelen 15 ülkenin toplam harcamasından daha fazla harcamaya yer veren ABD’nin, yeterli miktarda harcama yapmaya devam edeceğini ve böylelikle hiçbir ülkenin ABD’nin bu üstünlüğüne ister bölgesel, ister küresel olarak meydan okuyacak bir askerî yatırım yapma hevesi kalmayacağını söylemişti Bush.
Dünyanın tek hakimi olmak için
Pek küçük de olsa, böyle bir meydan okuma olasılığına sahip olan tek ülke de Çin. ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi adı verilen ve 2002 Eylülü’nde Beyaz Saray tarafından açıklanan resmî belgede çok ilginç bir bölüm yer alıyor: Bu pasajda Çin’e küçük bir mesaj veriliyor. Burada Çin’e kaynaklarını ticaret ve yatırım için kullanması, toplumunun gelişmesine tahsis etmesi ve bu kaynakları askeri harcamalarla israf etmemesi öneriliyor. Yoksa bu kaynakları savurmuş olacağı, zira ABD’nin hakimiyetine meydan okuması umudu bulunmadığı anlatılıyor...
Yani, bütün bu kuvvetlerin bir tür küresel askerî kontrol sistemi kurmak amacıyla birleştirildiği görülüyor. Güvenliği, bir tehdidin ne demek olduğunu tanımlama konusunda hiçbir hesap verme mekanizmasını, diğer ülke ve uluslardan herhangi bir katılımı öngörmeyen bir sistem kurmak için. Sanıyorum bu, bir danışmanlar grubunun, Soğuk Savaşın bitiminden bu yana bu fikri savunmuş olan bir grup insanın temel projesi. Bush’un başlıca danışmanları Clinton’un başkanlık döneminde iktidardan uzakta kalmışlar, American Enterprise Institute, Heritage Foundation gibi sağcı düşünce kuruluşlarında yuvalanmışlardı. Oralarda da aşağı yukarı aynı şeyleri söylüyorlardı. Şimdilerde pek meşhur olan bir proje var: Project for the New American Century (PNAC) diye adlandırılıyor. Bu belge 2000 yılında yayınlandı ve altında bütün bu insanların imzası bulunuyor. Ya da bu danışmanların en önemli olanlarının pek çoğunun imzasını taşıyor belge. Başkan Bush’un kardeşi ve Florida Valisi Jeb Bush da bunlara dahil.
Bu PNAC belgesinin içerdiği temel fikir şu: Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra gelecek kuşakların güvenliği sağlamak için Amerika’nın önüne tarihî bir fırsat çıkmıştır. Ve Amerika, askerî olanaklara yeterince ağır yatırımlar yapmakta zaaf gösterdiği, onun dünyadaki hâkim rolüne karşı çıkan ülkelerde değişimi sağlayacak müdahale iradesinde yetersiz kaldığı için bu fırsatı kaçırmaktadır. Yani, bu zihniyet 11 Eylül’den epey önceki bir tarihte yerleşmişti. Sözkonusu belge 2000 yılının başlarında, George Bush’un kazandığı seçimlerden önce yayınlanmıştı – tabii, Bush’un seçimi kazandığını, yani gerçekten seçilmiş olduğunu, sadece bu tartışmayı sürdürebilmek amacıyla varsayıyorum... Ama, [seçimlerin yapıldığı] 2000 yılının Kasım ayında her ne olduysa artık, bu bakış açısı, çok açık bir biçimde bütünüyle oluşturulmuş haldeydi artık...
“yumuşak kuvvet” kullanma yaklaşımını kastediyorlardı. Ve gene enformel bir impatorluktu bu. Amerikan tüketim alışkanlıklarının, marka dağıtımı (franchise) üzerine kurulmuş kapitalizmin, bu askerî üslerin – ki, onlar da uzayı askerîleştirmekteydiler – bir karışımına dayalı, enformel bir dünya imparatorluğu. Clinton yönetimi de temelde aynı siyaset çizgisini yürütüyordu; ideolojik taahhütleri bu kadar fazla, askerî olanakları genişletmeye özellikle adanmış kaynaklar bu kadar büyük değildi, stratejik hedeflere ulaşmak için yabancı ülkelere müdahale arzusu da bu kadar yüksek değildi belki, ama, temelde aynı çizgiydi bu...
ÖM: Bu arada, Nobel ödüllü ekonomi profesörü George Akerlof, geçenlerde verdiği bir mülakatte böylesi büyük bir tehdide karşı halkın sivil itaatsizlik hakkını kullanmasının zamanı geldiğini söyledi. Sormak istediğimiz, bu tehditle nasıl başedileceği...
RF: İşin ilginç tarafı o, bizim bugün konuştuğumuz sorunlardan farklı meseleler üzerine odaklanıyordu: ABD’nin içinde yönetimin olguları çarpıtması, yani ekonomik durgunluk ve yüksek işsizlik döneminde çok zengin kesime uygulanan vergi indirimleri meselesine odaklanıyor ve Bush yönetimini “200 küsur yıllık Amerikan tarihindeki en kötü hükûmet” olarak niteliyordu. Evet, sanıyorum o da bir tür sivil direniş, Vietnam dönemindeki sivil muhalefet türü bir siyasî direnişin canlandırılması için çağrıda bulunuyordu... Ben şahsen, bir zamanlar “içe göçme politikası” (“politics of implosion”) diye adlandırdığım politikanın, bir tür değişim sağlamak için en sağlıklı düşünme biçimi olduğunu hissediyorum. Bunun anlamı şu: İzlenen bu siyasetin içinde mevcut olan çelişkiler, önemli bir karşı tepki doğuracak gibi görünüyor. Sadece aktivistlerin sivil itaatsizlik eylemleri değil, Amerika’daki birçok muhafazakârın da özgürlükler konusunda, bu politikaların ülke içinde bireylerin hayatına getirdiği müdahaleler konusunda, işçileri ve özellikle azınlıkları etkileyen ekonomik savrulmalar konusunda duydukları kaygılar var... Bu türden bir dizi gelişme bence birikecek ve Amerika Birleşik Devletleri’nin şu anda sahip olduğu türden bir liderliğe karşı kitlesel bir tepki yaratabilecektir.
ÖM: O zaman da bu liderlik kendi içine çökecektir, diyorsunuz yani?
RF: Evet... Medyaya rağmen, George W. Bush’un sözde popülerliğine rağmen, ve iki parti arasında, bütün Irak tartışmaları esnasında bir muhalefet partisi olarak Demokrat Parti’yi esaslı biçimde felce uğratmış olan bu rahatsız edici fikir birliğine (konsansüs) rağmen... Burada üstünde durduğumuz türden temel meselelerin hiçbiri Demokrat Parti’nin Kongre’deki temsilci liderleri tarafından asla dile getirilmedi. Dolayısıyla da, bu çok ciddi meselelerin ciddi bir biçimde birbirine bağlandığına da hiç şahit olmadık. Medya da, bu “yurtsever savaş” denen şeye girişmek için toplumu güdümlendirmek suretiyle bunu büsbütün pekiştirdi.
11 Eylül’den sonra ilk uyanış işaretleri
ÖM: Herhalde burada Bush ve onun etrafındaki kabalin seçimi kaybetmesinden bahsetmiyoruz sadece. Bütün bu global faşizm dalgasına karşı durmak sözkonusu ise, bunun nasıl yapılacağı meselesi var ortada, öyle değil mi? Çünkü bu tablodan ortaya çıkan Amerika Birleşik Devletleri, bizim bildiğimiz ABD değil; başka birşeye dönüşmüş durumda. Her ne kadar böylesine bir gidişin uzun yıllardır işaretlerini veriyor idiyse de...
RF: Evet. Yani, 11 Eylül’ün Amerikan toplumunda gerçekten travma yaratan bir etkisi oldu. Ülkesinin kalbinde kendisine bu kadar ağır bir darbe vurulması deneyimini daha önce hiç yaşamamıştı. Bunun sembolik ve derin etkileri oldu. 11 Eylül, toplumu bu yönetimin her halükârda izlemek istediği bu tür bir büyük strateji için seferber etmekte Beyaz Saray ve Pentagon tarafından çok ustaca kullanıldı. Ve bence ancak şimdi, işgalin ve Irak savaşının peşinen yaratılmış beklentileri karşılamakta başarısız olmasıyla birlikte, 11 Eylül’den beri yaşanan “politikanın bastırılması” durumundan bir uyanışın başladığına dair işaretler gelmeye başladı. 11 Eylül’ü izleyen aylarda Başkanın liderliğinin niteliği konusunda hehangi bir kuşkuyu dile getirmenin yurtseverliğe aykırı olduğu yönünde bir duygu vardı.
Bana kalırsa, Bush büyük bir siyasi hata yaptı. Savaşçı kılık kıyafeti içinde bir savaş uçağından zıpkın gibi fırlayıp arkasında güneş batarken o uçak gemisinde boy gösterdi ve savaşın muharebe aşamasının sona erdiğini ilân etti. Şimdi geriye dönüp bakınca, bunun son derece tâyin edici bir an olduğunu düşünüyorum. Bence Bush ya da ona akıl verenler, bunu siyasi bir zafer müsameresi olarak planlamışlardı. Ama eğer zaferi kutlama partisini fazla erken yaparsanız, ve eğer daha sonraki olaylar bunun zafer filân olmadığını gösterirse, o zaman bütün siyasetin bir yığın sahte varsayıma, sahte planlamaya dayandığı, mücadelesi verilen şeyin niteliğinin hiç kavranmamış olduğu görüntüsü ortaya çıkıverir. Bu da, o politikayı bir anlamda iyice geçersiz kılar.
ÖM: Burada gene tarihin o kurnazlık huyuna dönüyoruz galiba.
RF: (Gülerek) Evet ... İyi ki öyle oluyor!
ÖM: Çok teşekkür ederiz. Sizi yorucu bir mülâkate zorladık.
RF: Yok, iyi sorular sordunuz. Umarım benim cevaplarım da...
Mustafa Arslantunalı: Bitirmeden önce ben de bir soru sorabilir miyim: Acaba 11 Eylül, yeni küresel faşizmin “Reichstag’ı” olabilir mi? Ben komplo teorilerine meraklıyımdır da...
RF: (Gülerek) Bunun gerçek cevabını size söyleyeyim mi: Bilmiyorum! Bence, 11 Eylül hakkında açıklanamayan birçok nokta var. İyi bir arkadaşım 11 Eylül hakkında bir kitap yazıyor. “Eğer ortada bir komplo yok idiyse, neler olmalıydı?” diye 200 soru atıyor ortaya.... Aynı zamanda, 11 Eylül’deki olayların nasıl meydana geldiği hakkında gerçekte elimizde herhangi bir inandırıcılığı olan bir “karşı anlatı” da yok. Dolayısıyla, bu olaylar hakkındaki resmi anlatı, kamuoyuna sunuluşu itibariyle bütünüyle inandırıcı olmaktan uzaksa da, komplo teorisyenlerinin de henüz yeterince güçlü bir tez ileri sürdükleri fikrinde değilim. Belki, ABD hükûmeti içinde yer alan bazı insanların, bu türden saldırılar ya da hatta spesifik saldırılar olacağına dair uyarı ya da bilgilere belli bir düzeyde sahip olduklarını, fakat ya kasten ya da ihmal sonucunda bu uyarıları gözardı etmeyi seçmiş olduklarını düşünmek için bir fikri dayanak bulunduğunu söyleyebilirsiniz. Ayrıca, elimizde Frankfurt borsasında şüpheli davranışlar görüldüğüne dair gerçek belirtiler var: O borsada American Airlines hisse senetlerinde 11 Eylül’den bir ya da iki gün önce taban yapmıştı ... Bu olaylar etrafında bir yığın kuşkulu durum var yani. Ama aslında, 11 Eylül hakkındaki resmi anlatıya ters düştüğünü söylemeye yetecek kadar tutarlı bir karşı anlatı da yok
ÖM: Üzerinde uzun uzun düşünülecek bol malzememiz var işte!
RF: (Gülerek) Hepimize yetecek kadar!
ÖM: Çok teşekkür ederiz.
RF: Umarım çok tutarsız şeyler söylememişimdir! ... Ama eminim Türkçesi kulağa daha iyi gelecektir...
(15 Ağustos 2003'te Açık Radyo'da yayınlanmıştır.)