Terör Çağından Cinnet Çağına...

-
Aa
+
a
a
a

Yusuf Müftüoğlu:  Öncelikle önümüzdeki gazetelerin manşetleri öncelikli olarak ele alınmayı hak ediyor sanırım. Saddam yakalandı. Üstelik de hiç de tahmin edildiği gibi direnmeden, karşı koymadan... Bir çukurun içinde... ‘Babil’in Aslanı’ bir çukurun içinde... Nasıl değerlendiriyorsunuz bu olayı?

 

Ömer Madra: Fevkalade hayırlı bir olay olarak değerlendiriyorum. Dünyanın en zalim adamlarından biri yakalandı. Sadece bir zalim değildi Saddam, aynı zamanda ‘zalimler’ yetiştiren bir adamdı. Bunun da ötesinde bir efsanesi vardı, bir korku masalını andırıyordu adeta. Hani barbarlık çağından sık sık bahsediyor olduk ya bu son sıralarda, Ortadoğu’nun en kıdemli muhabirlerinden ve İngiliz basınının önde gelen yazarlarından Robert Fisk de benzer bir yorumda bulunmuş bugünkü yazısında. Zincire vurulmuş Saddam, Kadim Roma’nın bir mahpusu gibi, sonunda köşeye sıkıştırılmış bir barbar gibi... Ve bu mahpusa öldürdüğü, kıyımdan geçirdiği, gazla zehirlediği, toplu mezarlara gömdürdüğü İranlılar’ın, Kürtler’in, Şiiler’in, sayısız gizli polis, “Muhaberat” işkencehanelerinde feci şartlarda yaşamış ve ölmüş, kimisi zor kurtulmuş, sürgünlerde sürünmüş insanların hayaletleri de eşlik ediyor. Bu resim, ayrıca, dünyanın içinde bulunduğu durumu en iyi ifade eden sembolik resimlerden biri olarak çıkıyor karşımıza. Fisk’in değindiği bazı başka semboller de var. Son çeyrek yüzyılın bir küçük tarihi: On iki yıl boyunca Batı’nın Ortadoğu’daki en has adamı, diğer on iki yılda da Batı’nın Ortadoğu’daki en has düşmanı, 1959’daki ilk siyasi suikast girişiminden sonra yaralı bir gerilla olarak kaçıp saklandığı yerin 200 metre ötesinde bir “örümcek yuvası”nda 44 yıl sonra yakalanıyor. Dünya halini bundan daha iyi ortaya koyacak başka bir metafor olabilir mi?

 

İnşallah dünyadaki bütün diktatörler de tasfiye edilir, yargılanır ve cezalandırılırlar. Tabii, ABD’nin saldırı savaşı gibi bir müdahale asla olmaksızın! Özellikle de gelişmiş Batı ülkeleri tarafından silahla, ideolojik olarak ya da parayla desteklenen zalimler ve diktatörlerden bahsediyorum. Eğer hatırlarsak, Paris Belediye Başkanı iken Chirac tarafından şehrin onur konuğu olarak ağırlanmış bir adamdı Saddam. Zamanında Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri ile karşılıklı oturmuş, pek çok mesele üzerinde konuşmuş ve hatta savaşın mimarlarından Donald Rumsfeld ile de bir zamanlar el sıkışıp iki kere buluşmuş, birlikte pek çok meseleyi mesela Irak’ın savaşa ve katliama devam ettiği sırada ABD’den kitle imha silahları ve ekonomik yardım alması gibi meseleleri halletmiş bir lider. İşte bu yüzden, bu tablo dünyamızın içinde bulunduğu durumu çok güzel sembolize ediyor.

 

YM: Peki, Saddam’ın yakalandığı şartlar ve içinde bulunduğu durum da göz önüne alındığında, bir direnişi yönlerdiren bir lider algısı oluşuyor mu sizde? Bunu özellikle soruyorum çünkü bugün dünyanın gündeminde Saddam’ın yakalanması ile Irak’daki direnişin sona ermesinin mümkün olup olmadığı sorusu var.

 

ÖM: E tabii. Bir kere yakalanış şartları ve içinde bulunduğu mağara devrini hatırlatabilecek koşullar gözlerimizin önünde: adamın bir telefonu bile yok: uydu telefonu şöyle dursun, normal telefonu bile yok. Bir mağarada silahlarıyla, son derece aşağılatıcı bir şekilde 750 bin dolar nakit parayla bulunuyor, at satın alır gibi dişlerine bakılıyor, saçlarında kene, bit filan aranıyormuş gibi yapılıyor video filminde. Zalim fakat aynı zamanda da müthiş paranoid bir kişilikle karşı karşıyayız. Ama, aynı zamanda, Vatikan sözcüsü bir Kardinal’in önemle vurguladığı gibi, hiçbir insan için kabul edilmeyecek bir küstahlıkla da aşağılanıyor.

 

İşgal altında olan, aşağılanan bir halkın bakışıyla

 

Öte yandan bu durum, işte tam da bu sebeplerle, direnişin olduğu gibi – belki de artarak –  devam edeceğini de net bir biçimde gösteriyor. Çünkü, böylece, Batı’nın egemen söylemine – ki Türkiye’de medyanın da son derece benimsediği bir tavır  bu –  rağmen, Saddam’ın kılıç artıklarının, eski Baas elemanlarının ve terörist olarak adlandırılan unsurların Amerika’nın başını çektiği işgal güçlerine karşı düzenlenen bu saldırılarda pek de önemli bir rol oynamadıkları apaçık ortaya çıkmış oluyor. Zaten, George W. Bush’un zamanlaması özenle ayarlandığı belli olan açıklamasındaki fevkalade ihtiyatlı tonu da bunu ortaya koyuyor sanıyorum. Bush “bu şiddetin sonunun geldiği anlamına katiyen gelmez, büyük bir zafer olmakla birlikte” dedi. Bence, büyük bir zafer olduğu bir tarafıyla söylenebilir, ama bakışın farklı taraflarını da asla gözden kaçırmamak lazım. Yani burada Amerikan askerlerine ve onlarla ittifak halinde olanlara yapılan saldırıların arkasında doğrudan doğruya işgale karşı olan unsurların, yani kendi ülkesi işgal altında olan ve aşağılanan bir halkın olduğu fikri ağırlık kazanıyor. Nitekim, Saddam’ın yakaladığının açıklanmasından az bir vakit sonra, bir kasabada, Bağdat’a çok yakın bir yerde polis karakoluna katliam denebilecek büyüklükte bir saldırı gerçekleşti. Saddam Hüseyin’in yakalanışının ardından, iki gün içinde ABD kuvvetleri de “isyancı” dediği 40 kişiyi öldürdü.

 

Saddam’ın yakalandığının ertesindeki birkaç günün haberlerini okurken de karşımıza çıkıyor ki, “Irak halkını kurtarmak”, “Irak’ı demokrasiye kavuşturmak” gibi söylemlerin ötesine geçildiği zaman, burada çok daha büyük emperyal bir planın varlığı sözkonusu. Enerji kaynaklarının kontrolünden Ortadoğu’da binbir çeşit hesaba dayanan ama öncelikle petrol kaynaklarının kullanımını, denetimini esas alan emperyal bir plana karşı girişilen bir direnişi görmek mümkün. Yani Saddam’ın yakalanması ile beraber herhangi bir şeyin bitmeyeceği apaçık ortada. Ayrıca Irak’taki saldırıları, intihar saldırılarını toptan terör diye adlandırmak da çok yanlış olur: Elbette El-Kaide ve benzer kuruluşların da işin içine girdiği, yabancı İslam savaşçıları ve teröristlerinin de işin içinde bulunduğu korkunç bir kaos durumu var ortada ve hiç şüphesiz devam edecek. (Terörle savaş adı altında yürütülen hamlenin dünyada terörü kat be kat artırdığı rakamlarıyla ortada: Endonezya’dan S. Arabistan’a, Fas’tan Türkiye’ye kadar uzanan şiddet dalgasına bir bakmak yeter. Ama bunlar, Irak’ta önemli direniş gerçekleştiren bir halk olduğu gerçeğini değiştirmez.

 

Bundan sonra ne olacağı konusunda hiç kimsenin tam bir fikri olamaz, ama bu direnişin azalacağı konusundaki öngörüye katılmak çok kolay değil. Çünkü, artık Saddam da ortada olmadığına göre, belki de Şiiler’den daha büyük bir direniş gelebilir ki onların zaten çok önemli sebepleri de var. Son olarak doğrudan seçimlere gidilmesi yolunda kuvvetle bastırıyorlardı; ABD’nin daha önce yaptığı gibi birden terketmesi halinde Saddam döner korkusu kalmadığına göre, işgale karşı duruşlarını ve hemen doğrudan seçim taleplerini bundan sonra daha da kuvvetli bir şekilde seslendirebilirler. International Herald Tribune’un ünlü analisti William Pfaff, Saddam’ın yakalanmasının Bush yönetiminin buradaki ve ABD’deki işini çok daha zorlaştırabileceğini yazıyor meselâ. Sonuç olarak, yine Fisk’e dönecek olursak, Saddam kâbusu bitti, şimdi yeni bir kâbus başlıyor. Hem Iraklılar, hem Batılılar, hem de bizim için. Yani bu terörü, alabildiğine yoğun şiddeti içeren kâbusun tekrar başlaması, hatta yükselmesi ihtimali var.

 

YM: “Terörün kimyası” temalı sorularımıza gelelim isterseniz. Şunu sormak istiyorum öncelikle: Bizzat şiddet mi terörü daha çok besliyor, yoksa bize sunulan algı mı terörü daha çok besliyor. Çünkü bize sunulan algı giderek daha da fazla terörün artmasına yol açıyor bir anlamda. Yani bir şiddet var ve biz bu şiddete terör mü diyoruz, yoksa başka bir algı sunulduğu için mi bu daha da güçlenerek karşımıza çıkıyor?

 

ÖM: İster kasıtlı, ister kasıtsız olsun, ortada bir algı problemi olduğu açık. Böyle olmasaydı, terör dediğimiz kavramın içine daha pek çok şeyi katmamız gerekirdi. Örneğin, devlet terörünü... Devlet terörü denen şeyi niye terör tanımının içine katmıyoruz bilemiyorum. İnsanlık tarihine bakıldığı zaman, en büyük terörün belki de devletler tarafından gerçekleştirilmiş olduğu, hiç bir zaman net bir biçimde ifade edilmemekle birlikte, tartışma götürmez bir gerçek. Eğer mesele salt terörü tanımlamak ise, Amerika Birleşik Devletleri’nin Pentagon’un “iç hizmet talimatnamesi”nde verdiği terör tanımını pekala kabul edebiliriz. Kitlelerde dehşet ve korku yaratmak için bir takım şiddet ve sabotaj eylemlerine girişmek ve bunu duyurmak gibi basit bir tanımı var terörün. Bu tanımı Pentagon gibi biz de benimseyebiliriz. Yalnız, bunun kimin tarafından ve kime karşı uygulandığı meselesini önemle ayırdetmeye çalışarak. Bu ayrım, son derece büyük bir önem taşıyor. Yani, ABD’nin son 50 yıllık tarihine bakacak olduğunuz zaman, yapıp ettiklerini terörden nasıl ayırdedebileceğimizi seçmekte, ben kendi payıma çok büyük güçlük çekiyorum. Dünyanın her tarafında 250’nin üzerinde askeri ya da hükümet yanlısı müdahale, darbeler yaparak ve yaptırarak milyonlarca kişinin ölmesine, sakat kalmasına yol açan veya tamamen başka sebeplerle, kendi çıkarlarını sağlamak amacıyla gerçekleştirilmiş olduğu sayısız olay var ABD’nin. Tanınmış Amerikan yazarı Gore Vidal’in “Sürekli Barış için Sürekli Savaş” adlı eserine bakmak yeter. Bağımsızlaşmak isteyen hükümetler kendi halklarının refahlarını sağlayabilmek için bağımsız bir yol izlemeye kalkıştıklarında ABD’nin neredeyse her seferinde bunu bastırmak için her türlü yolu denedikleri çok iyi biliyoruz. Stephen Kinzer’ın 50 yıl önce İran’daki Musaddık darbesini anlatan kitabı iyi bir örnek. Bugün bütün önde gelen yazar, düşünür ve analizcilerin üzerinde birleştikleri nokta, en büyük terör mekanizmalarından birini bizzat askeri endüstriyel komplekslerin oluşturduğudur. Hatta buna üniversiteleri de katmamız gerek, zira kitle imha silahlarını tasarlayanlar üniversiteler değil midir?

 

Terörist, özgürlük savaşçısı, kurtarıcı, işgalci...

 

Tanınmış Amerikalı uluslararası hukukçu Richard Falk’un da ifade ettiği gibi, temel mesele bir etik noktada düğümleniyor. Evrensel bir etik kriz yaşanıyor ve derinleşiyor. Bu etik noktayı dikkate almadığınız zaman kiminin teröristi, kiminin özgürlük savaşçısı, kiminin kurtarıcısı, kiminin de işgalcisi olduğu, kolayca gözden kaçabiliyor. Dünyanın en basit, açıklığı kendisinden menkul olan bir gerçekliğini konuşuyoruz aslında: ‘kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi, başkasına yapma’. Başkasına yaptığınız, bu çifte standardı gerçekleştirdiğiniz anda, zaten esas terör meselesi başlıyor. Bunları konuşmak için terör uzmanı, uluslararası ilişkiler uzmanı, korkunç bir yetenek, profesör olmaya da gerek yok. Sağduyu ve vicdan sahibi herhangi bir insan gerçekliğin ne olduğunu gayet iyi biliyor. Ama medya böyle bir algı yaratmadığı, hatta düpedüz bu gerçekliği bozuşturduğu için, bu gözlükle bakamıyoruz maalesef. Çünkü ortada çok büyük bir propaganda mekanizması söz konusu. Medya da artık çoktan beridir vazgeçtiği dördüncü kuvvet fonksiyonunu unutup, kuvvetliden yana tavır alarak kafaları bulandırıcı şekliyle bunu gözden kaçırmamıza yol açıyor. Medyanın, terör çağını pekiştiren “kitle imha silâhlarından” biri haline geldiğini bile söylemek mümkün.

 

Ama aslında sağduyu ve vicdan sahibi iseniz, herhangi bir uzmanlıktan bağımsız olarak, bu dünyadaki herhangi bir uluslararası mali kuruluşun, mesela Dünya Bankası’nın ya da IMF’nin, ya da Birleşmiş Milletler’in raporlarına bakarsanız, bu terörün gerçek sebeplerine eğilmeye geçmeden, böyle terörü terörle ezerek ortadan kaldıramayacağınızı anlarsınız. Nüfusunun yarısının günde ortalama 2 doların altında bir parayla yaşamak zorunda olduğu bir dünyada, yani korkunç bir ezilme, sefalet ve yoksulluk içinde “geçindiği” bir dünyada, terör diye adlandırılan olayın arkasında adaletsizliğe, aşağılanmaya karşı bir başkaldırı, meşru yollardan değiştirilemeyecek şeyleri başka türlü değiştirme temayülü olduğunu görürsünüz. Ve eğer bu adaletsizliği gidermek için bir şeyler yapmazsanız, yaptığınız şey modern tıbbın hastalığı tedavi etmek yerine ilaçla sendromun üzerine gitmesine benzer. Kanserin, şekerin, kalbin, AIDS’in ilacı bulundu mu ki –gazetelerde hemen her Allah’ın günü çıkan “mucize” haberlerine rağmen – terörün aşısı bulunmuş olsun?

 

Bu durum, bugün İslamcı Terör denilen hadisede de geçerli... İslam’ı bir çeşit ideolojik araç olarak kullanan gruplar var kuşkusuz, ama bence 11 Eylül’e bakışın da arkaplanında olması gereken en temel meseleyi de asla gözden kaçırmamamız lazım. Yani 11 Eylül’le bu iş önemli bir noktaya geldi diyorsanız, 11 Eylül saldırılarıyla, saldırılardan 5-10 dakika sonra Profesör Chomsky’nin çıkıp söylediği şeyin üzerinde durmalıyız. “İki seçenek var” demişti, “üzerinde durmamız gereken: Ya buna haklı bir tepki gösteririz ve bunları cezalandırmak için, kim yaptıysa bu saldırıları, onların üzerine gideriz. Ya da durup düşünürüz, bunun temelinde neler var, sebeplerini bulabilir miyiz diye.” Bunları, 11 Eylül’ün büyük şoku içinde olan bir dünyaya her zamanki rasyonel, vicdanlı yaklaşımıyla hemen söylemişti Chomsky. Ve, şunu da eklemişti: “Eğer ikinciyi seçmeyecek olursak, yani hemen teröre terörle cevap vermeye çalışırsak, bizi çok daha büyük tehlikeler bekliyor.”

 

YM: Terör Çağı aslında bu değil mi? Birinci seçeneği seçmemiz durumunda, karşımıza çıkacak olan şey, Yale profesörlerinin “Terör Çağı” olarak adlandırdıkları şey değil mi?.

 

ÖM: Sınırsız ezilmeler, sınırsız diktatörlüklerin altında iç savaşlarla, korkunç bir açlıkla, kıtlıkla ve de işte küresel ısınma dediğimiz iklim yıkımlarıyla dolu bir dünya kurduk. Şimdi seçim bizim elimizde hâlâ. Sağduyu ile aklı biraz kullanabilirsek, buna biraz da vicdan katabilirsek, formül çok karmaşık değil aslında. Seçimin kendi elimizde olduğunu bilmeliyiz. İşte o Yale profesörlerinin kaleme aldığı derlemede söylenen de, Terör Çağı’na girdiğimiz de, bütün rakamlarıyla ortada zaten. Amerika Birleşik Devletleri, Ulusal Güvenlik Belgesi’ne, zaten dünyanın, tek, hiçbir şekilde “challenge” edilemeyecek, karşı çıkılamayacak hegemon gücünü tesis etmeyi planlarına yerleştirmiş durumda. 2002 Ekimi’nde bu belge ABD’in resmi belgesi haline geldi. Pentagon’un web mekanından okumanız mümkün ayrıntılı olarak, özeti de var, tam metin hali de var.

 

Saddam’dan ABD korkuyordu, Avrupa ve komşuları değil

 

Ama bunun “çağın hastalığı” kabul edilen teröre çözüm olmadığı ortada. Aksine, Amerika’nın hegemonya ihtirası, sonunda bütün dünyayı yokoluşa götürebilir. Irak’ta hiçbir zaman kitle imha silahları ortaya çıkmadı. İşte Saddam yakalandı, ama kitle imha silahlarından eser yok. Öte yandan, El-Kaide gibi İslamcı terörü seçmiş olan şebekelerle Saddam arasında hiçbir bağ ortaya çıkarılamadı, Amerika Birleşik Devletleri yönetimi halkını buna inandırdığı halde. Dünya yüzünde Saddam’dan korkan, Irak halkı dışında bir tek ABD halkıydı, o korkunç propaganda mekanizması sayesinde. Bir Türkiye vatandaşı, Irak’ın komşusunun bir vatandaşı olara siz korkuyor muydunuz Saddam’dan? Ya da Avrupa’da korkan var mıydı? Asya’da? Bir zamanlar işgal ettiği Kuveyt’te bile korkmuyorlardı. Nefret ediliyordu, iğrenç bir diktatördü ve korkunç zulüm yaptığı biliniyordu. O nefretimiz devam ediyor, onun için de çok rahatladık yakalandı ve yargılanacak diye. (Tabii, onu kimin nerede, kiminle birlikte yargılayacağı da ayrı mesele ya! ABD başta olmak üzere pek çok Batılı devletin, Rusya’nın vb. temsilcilerinin de uluslararası suçların, hatta savaş suçlarının suçortağı olarak yargılanması gerekmez mi?) Ama korkuyor muyduk bir komşu ülkesinin vatandaşları olarak derseniz, tabi ki hayır. Saddam gelip, bizi mahvedecek, Ankara’yı vuracak filan gibi saçma sapan lâflar bir ara geçtiyse de medyada, bunları ciddiye alan olmadı çok şükür.

 

İngiltere de korkmuyordu, ama aldatıcı bir propaganda mekanizması ile korkutulmak istendi. Bir tek Amerika’da çoğunlukta gerçekti bu korku, çünkü öyle yalan dolanlarla anlatılıyordu. İşte bu süreç içinde, ‘terör’ dediğimiz kavram da insanlara böyle sunulup algılatılırsa, terörle başetmek gerçekten de zor olacaktır. Türkiye’de geçenlerde Şahin Alpay ile Açık Radyo’daki bir programda konuştuğumuz gibi, İslamcı insanlara eğer demokratik bir şekilde kendini temsil etme imkanını sağlarsanız, İslami unsurlara reform yapabilme, İslami akımlara modern İslamı uygulayabilme imkanı verirseniz -- ki Türkiye bunun en iyi örneklerinden bir tanesini sergiliyor muhtemelen dünyada -- o zaman İslam’ın müthiş bir terör yuvası olarak görülmesinin önüne de geçmiş olabilirsiniz. Şimdi Türkiye’de böyle bir İslami terör tehlikesinden söz edenler hâlâ var tabii, ama pek inandırıcı olmayacaktır.

 

Belki de şimdi, bu Saddam meselesinin ebediyyen ortadan kalkmasıyla, Saddam’ın ve onun anlayışının, yönetim mekanizmasının iktidara tekrar gelmeyeceği anlaşıldıktan sonra, Şiiler başta olmak üzere, İslami akımlar açısından, Irak’da kendilerini daha reformist bir şekilde ifade etme imkanı da çıkacaktır.

 

YM: Terör Çağı ile ilgili öngörüleriniz nelerdir? Terör çağının geleceğini nasıl görüyorsunuz. Mesela diyelim ki, önümüzdeki seçimlerde Bush tamamen iktidardan uzaklaştı ve yerine yeni bir yönetim geldi.

 

ÖM: Hiçbir şey değişmez. Daha önceki konuştuklarımızdan da sanıyorum bunun cevaplarının ipuçları da çıkar. Bir kere Saddam’ın yakalanması meselesini Bush’un, Amerikan askerlerinin büyük bir zaferi olarak bir kenara not etmemiz gerekir. Ama bunun Bush ve yönetimini ileride seçim başarısına dönüştürülüp dönüştüremeyeceği konusunda çok ciddi şüphelerim var. Çünkü seçime daha 11 ay var ve çok hızlı dönen bir dünyada yaşıyoruz ki, 11 bin yeni olay çıkacaktır, bu bir.

 

İkincisi de biraz önce çok net olarak konuştuğumuz gibi, Irak’ta ABD ve onun müttefiki olan işgalcilere karşı yapılacak direniş hareketinin, saldırıların azalacağına dair hiç bir belirti yok. Bir kere bunu tespit edelim. Bu temel sorunsal, sadece Bush ile ilgili değil. 50 yıldan beri, hatta 2. Dünya Savaşı’nın sonundan beri Amerika Birleşik Devletleri’nin rakip tanımaz, önüne geçilemez ve sadece kendisinin tayin edeceği düşmanlardan gelebilecek saldırılara karşı, ‘önleyici savaş’ diye bir doktrini vardı. Ama 11 Eylül’den sonra bu kadar net ve açık olarak ifadesini buldu. Bunun en net bir biçimde uygulamaya döküldüğü dönem Bush dönemi oldu. Ama, belirttiğim gibi, bunun daha önceden gelen, 50 yıllık bir planın parçası olduğunu gösteren sayısız bulgu var.

 

İnsanlık için en büyük tehlike: Küresel Isınma

 

Asıl mesele şu ki, insanlığın karşı karşıya kaldığı esas büyük tehlike sadece bugün karşı karşıya kaldığımız spesifik terör değil. İnsanlık, toptan yok olma tehlikesi ile karşı karşıya. Benim insanları hakikaten bıktıracak ölçüde konuştuğum, yazdığım, çizdiğim küresel iklim değişikliği meselesi önümüzde en büyük tehditlerden bir tanesi olarak durmakta. İnsanlığın önündeki, daha doğrusu bütün canlıların önündeki en büyük tehlike olduğunu, başta iklimbilimciler olmak üzere, çok sayıda insan giderek artan bir kesinlikle söylüyor. Bunun bütün belirtileri de ortada, ve önümüzdeki yıllarda giderek artarak görülecek. Ama aynı zamanda, mesela Robert F. Kennedy Jr’ın geçenlerde çok ayrıntılı bir makalede ortaya koyduğu gibi, Amerikan yönetiminin de çok yakın işbirliği halinde olduğu, başta petrol şirketleri olmak üzere büyük şirketlerin, “Amerikan ekonomisine ve hatta dünya ekonomisine en büyük tehdit, bu çevrecilerdir” diyecek ve bunu da sonuna kadar savunacak duruma gelmeleri, şu an içinde bulunduğumuz durumun vehametini de ortaya koymakta.

 

Bu sorunu gözden uzak tutmaya çalışıyorlar, önce yıllarca, yoktur bunun kanıtı filan dediler. Bu durumun insanın endüstriyel faaliyetlerinin sonucu olduğuna dair kanıtlar apaçık bizzat Amerikan bilimadamları tarafından ortaya kondu, NASA vb. gibi ciddi kuruluşlar tarafından kanıtlandı. Fakat o raporları da yok sayarak, artık deli saçması bir inkârcılığa girmiş durumdalar. Son olarak Amerikalı bir senatör bu konuda yapılan çalışmaları ‘Küresel ısınma, ABD’ye karşı dünyanın en büyük komplo teorisidir’ diye sunacak kadar ileri gitti. Küresel ısınma denen şeyin, Amerika’yı, Amerikan ekonomisini yıkmak için, özel olarak tasarlanmış bir komplo projesi olduğunu söyledi. Daha da endişe verici olanı, “Ben bunu tek başıma söylemiyorum, kongreyi, senatonun çoğunluğunu temsil ederek söylüyorum” dedi, ki doğruydu maalesef. Hakikaten de ABD Kongresi’nde, özellikle Cumhuriyetçilerde de böyle bir eğilim var. Çevre konularında yıllardır çalışan Kennedy’nin Rolling Stone dergisinde çıkan etraflı yazısında bunu rahatlıkla görebiliriz.

 

Peki sadece Kennedy mi söylüyor bunları? Tabii ki hayır. Britanya’nın yetiştirdiği en büyük iklimbilimcilerden biri, 2000 küsur iklimbilimcinin ortak kuruluşu IPCC’nin eşbaşkanı da söylüyo meselâ. Sir John Houghton “dünyadaki en büyük terör tehlikesi, en büyük kitle imha silahı, küresel ısınmadır” diyor. Kennedy ile Sir John’un hemfikir oldukları bir konu da, petrolcü bir başkan ve onun petrolcü adamlarıyla bu konuda bir şey yapılamayacağı. Çünkü, onlar büyük şirket hissedarlarını kollama kaygısı yüzünden, doğaya karşı resmen savaş açmış durumda.

 

Korkutucu olan başka şeyler de var tabii. Örneğin Pentagon’un dünya ile yetinmeyip uzayı dahi kontrolü ve mülkiyeti altına alma yönündeki çabaları var. Kongreden de onay alan yeni projelerle Amerika’nın dünyanın istediği her hangi bir bölgesini uzaydan göndereceği bombalarla vurabilmesi mümkün olacak. Yine büyük araştırma bütçeleri ayrılan diğer bir alan da mini nükleer bombalar. Yani kâbus bitmiyor, artarak devam ediyor.

 

Savunma adı altında bu militer hegemonya projesi için ayrılan bütçeyi biliyor musunuz? Yılda yarım trilyon dolara yakın! Sonuç olarak bu yıkımı, bu ciddi yıkım tehlikesini anlatmak için başka söze gerek var mı? Karşımızdaki tehdit bütün canlıların büyük bir bölümünün yok olması tehdididir. Biliyorsunuz, bundan 251 milyon yıl önce gerçekleşmiş bir olayın sırrı geçenlerde çözüldü. O zaman dünyada  yaşayan türlerin yüzde 90’ının çok kısa, birkaç on yıl gibi bir sürede, yok olduğu ve bunun sebebinin de küresel ısınma olduğu anlaşıldı. Çeyrek milyar yıl önceki küresel ısınma ve bunun sebep olduğu inanılmaz yıkım, otomobil, SUV egzostları ve fabrika bacaları değildi; ama şimdi bunlar olacak.

 

Giderek önümüzde iki seçenek kalıyor

 

Bunun için hep birlikte bu terör ve cinnet çağına karşı, bu hegemonya girişimlerine karşı, “teröristler kötü adamlardır, öldürürsek bitiririz” demeyip de daha akılcı bir şey yapabilirsek, elimizden demokratik haklarımızın alınmasını önleyebilir ve daha sağlam bilgilere, daha objektif bir medyaya sahip olmak için birlikte mücadele edebilirsek, bir ufak şansımız olabilir. Burada başlıca görev, Amerikan halkına, o insanların sivil kuruluşlarına düşüyor. Dünyanın geri kalan insanlarının da örgütlenip onlara destek olması gerekiyor. Onun dışında durum çok tehlikeli. Yani artık önümüzde giderek iki seçenek kalıyor: ya hegemonya bütün dünyaya egemen bir cinnet haline gelecek, ya da insanlık varoluşun ve ayakta kalabilmenin mücadelesini verecek. İkisi arasında bir seçim yapmak zorunda kalacağız çok yakın bir zamanda. Ve şu an sahip olduğumuz alışkanlıklarımızla, herşeyi bir an önce tüketme alışkanlıklarımızla bu seçimi yapmak çok zor olacakmış gibi görünüyor.

 

YM: İşte bu durumda içinde bulunduğumuz çağa ‘Terör Çağı’ demek yerine ‘Cinnet Çağı’ demek sanki daha uygun olacakmış gibi görünmüyor mu?

 

ÖM: Pek farkında değiliz belki ama, söylediğiniz doğru. Cinnetin ta kendisi ile karşı karşıyayız. Yok olmaktan bahsediyoruz. Bütün canlılarla beraber. Tarihte medeniyet kurmayı başarabilmiş tek türün yok olmasından bahsediyoruz. Medeniyet dediğimiz şeyi kurabilecek “zekâ”yı gösteren tek bir tür olmuş insan. Yeryüzünde gelmiş geçmiş beş milyar türden sadece bir tanesi medeniyet kuruyor ve kurduğu bu medeniyet de kendini ve de canlıların çok büyük bölümünü yok edecek kapasiteye ulaşıyor. Nükleer, biyolojik savaş ve küresel ısınma gibi olaylar sonucunda ortalıkta yalnızca hamam böcekleri, çöl akrepleri ve bazı bakterilerden başka birşey kalmayabilir ve bunu söyleyenler deli değil, çok akıllı ve bilgili insanlar.

 

Ulaştığımız nokta buysa, bu eşikse, ve insanlık olarak pek de umursamıyorsak, bunu ancak cinnet gibi bir terimle tanımlayabiliriz sanırım. Dünyada yiyecek kıtlığı diye birşey yokken nüfusun neredeyse yarısının, üç milyar insanın yarı aç dolaştığı bir zamanda, kolayca önlenebilir hastalıklardan sırf pahalı ilaç üreten şirketlerin bunları ucuza satmaya yanaşmaması yüzünden ölüp gidenlerin sayısının inanılmaz rakamlara ulaştığı, bunun bazı Afrika ülkelerinde ömür ortalamasını 38 yaşa indirdiği, sayısız BM kararına rağmen 35 yılı aşkın süredir devam eden gayri hukuki/gayri meşru bir İsrail işgali altında Filistin toplumunun altyapısını tahrip edip, 3,5 milyonluk toplumu İsrailli yazar ve aktivist Uri Avnery’nin yazdığı gibi “toptan dev bir açık hava hapishanesine tıkmak” projesinin terörle mücadele adına adım adım gerçekleştirildiği zamanda bir durmak, bu cinnetin üzerinde uzun uzun düşünmek lâzım diye düşünmekteyim.

 

Ve, size en kötüsünü söyleyeyim mi -- vaktimiz de çok azaldı ve vakit, her zaman nakit olmayabilir.

 

(NPQ Türkiye'nin Aralık 2003 sayısından, derginin izniyle alınmıştır.)