Taşraya Bakmak

-
Aa
+
a
a
a

Hakkari'de Bir Mevsim'deydi galiba.  Öğretmenle oturan köylülerden biri, kadim zamanlardan kalma serencamını şöyle dillendiriyordu: "İşte böyle öğretmen bey. Allah önce bu dağları yaratmış. Sonra da, onlar yalnızlık çekmesin diye bizi" .

 

                                               

İletişim Yayınları'nın Memleket Kitapları dizisinden çıkan Taşraya Bakmak'ı okudum. Ağustos 95'te, Zeki Coşkun'un Aleviler Sünniler ve Öteki Sivas ile başlayan dizi, zannımca takdire şayan bir yayıncılık örneğidir. Tek bir şikâyetim var, o da periyodun seyrekliği. 10 yılda 10 kitap pek az. Bu sayının artması lazım.

 

İletişim, İstanbul kitapları yayımlamaya başladığında : "İstanbul'un kendisi yok oluyor, bilgisi yok olmasın" diye bir sloganı benimsemişti.

 

Aynı slogan "Memleket" için kullanılabilir mi? Dizinin ilk kitabı Sivas'ın önsözünde, "memleket derken, soyut bir tasarımın değil, sahici, beşeri bir coğrafyanın kastedildiği" belirtilir. Milli hamasetin nesnesi olan memleket değil, insanların hayat tecrübelerinin mekânı, yurdu, kast edilir. Bu anlamda memleketin yok olmadığını söylemek pek güç. Zira beşeri coğrafyanın çeşitliliğini kaybettiği, teknoloji ve piyasanın aynılaştırdığı bir panorama çıkıyor karşımıza. Öyle ama, memleket – ya da buradaki bağlamıyla taşra- bünyesinde başka imkânlar taşıyor olmasın?

 

Melih Pekdemir: "Belki şehir modernitede direnirken, taşra bypass ile post moderniteye daha hızlı intikal edebilecektir" diye bir tespit yapıyor. Diğer taraftan Ahmet Çiğdem, taşranın dönüşeceğine dair inanç taşımıyor. Ona göre en iyisi, onu kendi haline bırakmak, kendi özyıkımını gerçekleştireceği güne kadar yokmuş gibi davranmaktır.

 

Taşra, merkezin dışında kalanı, çevrede duranı, yoksun, tâbi ve tâli olanı imliyor. Buna rağmen, taşra yıllar boyu kendini dışlanmış görmedi. Özgüvenin sarsılması taşralılığını fark ettiği günle yaşıt olsa gerek. Hani görme özürlü, siyahi şarkıcı Steve Wonder'a: "göremediğiniz için üzülüyor musunuz?" diye sormuşlar, o da: "Hayır. Daha kötüsü  olabilirdi. Mesela zenci olabilirdim" demiş ya.

 

Taşraya ilişkin teori üretmenin güçlüğü, yalnızca katı olan her şeyin buharlaşmasından kaynaklanmaz. Necati Mert'in dediği gibi, "taşrayı anlamak için kendimizden yola çıkarız." Taşramızda yeniden taşralara düşeriz. Hislerimizi işin içine katmadan duramayız. Ama Şükrü Argın, Zizek'ten ödünç  aldığı "Yamuk bakış" kavramıyla bunun başka  bir imkân olduğunu söyler. Ona göre, "baktığı şeye bakış açısını dahil eden yamuk bakış, nesnel bakışın kör noktasına düşen gerçek'i görme imkânı sunar bize." Nuri Bilge Ceylan'ın filmi Uzak, bunun bir örneğidir.

 

Kitapta yer alan N.Bilge Ceylan fotoğrafları, sözcüklerin kifayetsizliğine bir kez daha ikna ediyor bizi. Ceylan'ın estetiği ve hissiyatınının muadili, ve bu kitap için önerilecek bir başka isim, şair-çizer  Tuncer Erdem'dir.

 

Bu kitapta Reha Mağden'de  olmalıydı. Kavafis'in barbarları ve  Ece Ayhan'ın Karaşın'ları üzerinden kalem aldığı taşra yazıları, kitabın tadına tat katardı.

 

Yerim bitti. Son sözüm Nurdan Gürbilek'le ilgili; O'nun 1994'te Defter dergisine yazdığı ve kitapta 4 yazarın kullandığı "Taşra Sıkıntısı" başlıklı metni, belli ki artık metinlerüstü bir metin.

 

Taşra, kadrajdan çıkmış gibi görünse de, bizi heyecanlandırmaya devam ediyor. Solan imgeler ezberimizi bozuyor.

 

Pergelimiz, merkezimiz, kalemimiz bildiğimizden hayli uzakta.