Tasarlananlar ve Tasarlan(a)mayanlar

-
Aa
+
a
a
a

Açık Radyo 94.9'un üç yayın döneminde “Yüzyılın Son Dersleri 1-2” ve “Elimin Hamuruyla” adlı programlarla tasarım tarihinin kilometre taşları olarak kişilerden, tasarımlardan, akımlardan ve onları çerçeveleyen-etkileyen-tetikleyen olayları aktarmaya uğraşmıştım. Bu konuları aktarırken zaman zaman atladıklarım veya sonradan farkına vardıklarım oldu. Bundan sonra yine tasarım dünyasının geçmişinden bazı kesitleri veya güncel olguları bu sefer yeni bir ortamda aktarmaya devam edeceğim. Bu sefer biraz daha şanslıyım hiç olmazsa konuları az da olsa görsel malzemeyle sunabileceğim. Üstelik de her program ile ilişkilendirebileceğim ve üçer dakikayı aşmayan müzik parçaları bulmak zahmetinden veya yarım saatlik program akışının içine sıkıştırabilmek için bazılarını da yarıda kesmek saygısızlığından kurtuluyorum. Geçmiş programların kayıtları sırasında bana eşlik eden köpeğimiz Puppy’i ihmal etmek istemedim ne de olsa şimdi de kafasını ayağıma dayamış uyuklamakta.

Son iki yıldır hafif hafif topallayarak ayakkabıcı dükkanlarının vitrinlerine ve etraftaki hanımların giydikleri ayakkabılara hayretle bakarak dolaşırken yıllar boyunca sağlıklı ayakkabılar giymeme rağmen “post tibial tendonit” teşhisine bir çare bulunmayan ayağım bana Bernard Rudolfsky’nin Sparta /Sybaris adlı kitabındaki “Ayakkabısız ayak giysisi” (Fussbekleidung ohne Schuhe) adlı yazısını hatırlattı.

Moda ve şıklık uğruna ergonomik, ortopedik ve anatomik hiç bir tanıma girmeyen sipsivri burunlu ayakkabıları seçerken tüketicinin bilinçsizliği söz konusu olabilir. Bu arada bu tür ayakkabılar büyük bir olasılıkla moda evleri için çalışan tasarımcıların elinden çıktığına göre tasarımcının sorumluluğu düşündürücü. Moda tarihine dönüp baktığımızda değişik dönemlerin güzellik kriterlerine göre kadınların yanı sıra erkeklerin de daha güzel daha yakışıklı daha albenili olma uğruna katlanmak zorunda kaldıkları cenderelerin varlığını biliyoruz. Beğenileri, tercihleri sınırlamak gibi bir çabam yok, Günümüzde artık tasarımın bir insanı sakatladığı, insana zarar verdiği durumlarda üreticisi kadar tasarımcısı da sorumlu tutuluyor ve tüketicinin ve kullanıcının haklarını koruyan hukukçular para kazanıyorsa bu işte de bir yanlışlık var. Anlaşılan tasarım etiği, tasarımcının sorumluluğu, tasarımın insana hizmet etmesi gibi öğretiler kağıtta kalıyor.

Bir tasarımın “güzel” olarak tanımlanabilmesi için sadece çizgilerinin ve oranlarının doğru olmasının yetmediği, işlevsel açıdan doğru olduğu kadar malzeme ve üretim biçiminin de sağlıklı olması ve kullanıcıya da mutluluk vermesi gerektiği biliniyor. Satın alma, sahip olma, modaya uyma insana bir haz verirken ayakkabının yanlış tasarımı nedeniyle insanın ayağını vurması dünyadaki en büyük mutsuzluktur hatta bir arkadaşın dediği gibi ağrısı “insanın gözünden çıkar”. Bir taraftan özgürleşirken bir taraftan insanın kendisini cendereye sokmasını , üstelik de aklına güvendiğim hemcinslerimin bir yığın rahat ve düzgün modellerin arasından kendi uzuvlarını deformasyona sokacak, hareketlerini kısıtlayacak modelleri seçmelerini anlamış değilim. Annelerimizden duyduğumuz gülü seven dikenine katlanır diye çevireceğim ‘ils faut souffrir pour étre belle’, deyişinin bence modası çoktan geçti. Modası geçmeyen galiba ye kürküm ye anlamına da gelebilecek ‘style makes the man’. Hiç mi hatalı seçim yapmadım, tabii ki yaptım biraz zorunluluktan, bundan kırk beş sene önce genç kızların giyebileceği ayakkabıların ölçülerinde 40-41 rastlamak neredeyse olanaksızdı. Biraz ben de bir ölçüde şık olmaya özeniyordum, çok şükür boyum ‘yedi pond’ dan yüksek topuğu giymemi gerektirmiyordu. Bütün bunların yanı sıra 50 li yılların ‘stiletto’ topukları çok daha zarif çok daha ‘sexy’ idi. Düz tabanlar için yasaklanan ‘babet’lerle de çok güzel dansediliyordu.

Sparta/Sybaris, adlı eserinde yeni bir yapım şekli değil yeni bir yaşam biçimi gereklidir diyen Avusturya kökenli ABD vatandaşı olan mimar Bernard Rudofsky bu konuyu “Ayakkabısız ayak giysisi” (Fussbekleidung ohne Schuhe) yazısında tarihten örneklerle eleştiriyor. Ben ancak bu yazıda yer alan bir kaç önemli görsel malzemeye yer verebiliyorum.

Ayakkabısız ayak giysisi *

Yanlış utanç duygusuna yeni veda etmemiz doğru bir zamanda gerçekleşti. Henüz bir kaç yıl öncesine kadar kadınların çıplak kol ve bacaklarla, yalın ayak, Incil’de yer alan sandaletlerle tanrı evlerine girmelerine izin verilmiyordu. Dikkatsiz liberal madonna örneklerinin örtüsüz göğüslerine bakmak neredeyse bir basilisk’in yüzüne bakmak kadar kötüydü. Bu yüz yılın yirmili yıllarında “çıplaklık” sözcüğünü telaffuz etmek bile dile zor geliyordu. Schnitzler’in Fräulein Else si, İntihar eden biri ve burjuvanın ahlak kurallarının kurbanı olarak günün kahramanıydı. (Ben bir şekilde onun kefen bezini çekiştirdim.) Bugün artık Else cennet çayırlarından aşağıya bakıyor ve Akdeniz’in kumsallarında çırılçıplak dolaşan, genç veya yaşlı kadınları keyifle seyrediyor. Hikayeden alınacak ahlak dersi, ahlak dersi çıkarmanın bir işe yaramadığıdır.

İnsanı kıyafet gösterir nadiren işe yarasa da. Çocuk annesinin gövdesini terk eder etmez yeni bir yaratma dönemi başlar, bu sefer insanın bir kopyası olarak. Kol ve bacaklarla başlar. Çocuğun ilk oyuncağı ayak parmaklarıdır. Ama fazla uzun sürmez, çünkü anne ve babası onun ayaklarını bir ayakkabının içine sokmaya uğraşır, henüz ayaklarının üstünde duramıyor olsa da. Ancak ayakkabı onu insan toplumunun bir üyesi kılar. Geçmiş yılların çocuk korsesi bugünün çocuk ayakkabısında eşdeğer karşılığını bulmuştur. Çocuk şikayet etmez çünkü deformasyon süreci ağrısızdır.

Amerikan halk sağlığı istatistikleri, yüz çocuktan doksan dokuzunun mükemmel ayaklarla dünyaya gelmelerine karşın yüzde sekizinin henüz bir yaşına girmeden ayak deformasyonuna uğradıklarını göstermektedir. Yirmi yaşında ise insanların yüzde sekseninin ayaklarıyla ilgili şikayetleri vardır. Bunun nedeni ayakkabılarının ancak ayak baş parmağının orta parmak yerinde olan ayaklara göre uygun olmasıdır. Doktor baştan bu duruma itiraz etmez ancak yapacağı bir durum oluşuncaya kadar bekler. Sokaktaki insandan ne karşı koyma ne de bir mantık belirtisi beklenmediği için simetrik ayakkabı yüz yıllar boyunca kader olarak kabul edilmiş ve ayakla ilgili şikayetler daha yüksek bir medeniyetin belirtisi olarak görülmüştür.

 Ayakkabı tasarımcısının çarpık idealine uygunluğun sağlanması içinayak baş parmağın üçüncü parmağın yerinde olması gerekirdi. Bernard Priem’e ait bir çizim, 1971

Sivillerin laneti olan ayakkabılar askerlerin de kaderini belirleyebiliyor. 1941 yılında Malezya savaşları sırasında binlerce İngiliz askeri esir kamplarında öldü, çizmeleri ayaklarını kötürümleştirdiği için firar etmeleri olanak dışıydı. Buna karşın düşmanların hareket edebilme konusundaki becerileri hiç bir sınır tanımıyordu. Ayaklarına giydiklerinin yumuşaklığı onların cengel kedileri gibi sessizce yaklaştıkları kurbanlarını avlamalarını sağlıyordu. Ayakkabılanmış insanlığın psiko-patolojisiyle ilgili dipnotlar her zamanki gibi dikkatten kaçtı, çünkü kaybedilmiş savaşlar gibi çizme ve ayakkabılar da tartışma konusu değildir.

Saçmalık boyutundaki dar ayakkabılar ve küçük ayaklar eski çağlarda da hayranlar bulmuş ve yüzlerce masalda ölümsüzleşmişlerdir. Grime Kardeşlerdin en korkunç masallarından biri olan Külkedisi böylesi bir tutkunun anıtıdır. Masalın beş baş kahramanını hepimiz çok iyi tanıyoruz: en ufak ayağı bulabilmek için bütün ülkeyi didik didik arayan ayakkabı fetişisti bir prens; çöpçatan iç güdüleri ve bir cellat şefkatiyle davranan üvey anne; aşk maceralarının en bayağısı olarak sadece sakatlanan ayakları ile hatırlanan daha az bilinen kurbanlar olan iki üvey kız kardeş. Sadece külkedisi etrafında olup bitenlerden etkilenmez.  

Çin’de kadın ayaklarının deforme edilmeleri adeti kaldırılmış olmasınakarşın günüm medeniyeti toplumlarındasürdürülmekte.

Uyum içinde bir bedenden veya doğru orantılı ayaktan doğan can sıkıntısı yeni de formasyonlara ulaşabilmek için insanlığı rahat bırakmamıştır- çocuk kafaları yassılatılmış, boyunlar uzatılmış, göğüs kafesleri sıkıca bağlanmış, ayaklar bükülmüş ve ezilmiştir. Bir Venüs’ün gövdesinden daha erotik olmayan bir şey var mı? Batı dünyasındaki çağdaş kadın bile ayak baş parmağının yanlış yerde büyüdüğünü kabul etmek istemiyor. Aynı şekilde tanrının ona verdiği biçimle yaşamaya tahammülü yok, arada bir onu zamana uygun olmak için modernleştirmeye uğraşıyor.Kendine olan öz güvenini korumak ve erkeğinin beğenisini kaybetmemek için “her dem güzel” sürekli olarak değişim sanatlarını uygulamak zorunda olarak kendi bedeninin ırzına geçiyor. Yirmili yılların emirlerine uyarak gençliğinin dolgun bedenini erkek çocuğu ideallerine uydurmak zorundaydı. Yıllar sonra tekrar yuvarlaklaştı. Bugün bile gençliğini biyolojik sınırların ötesine taşıma yarışmasının içinde uğraş veriyor. Her seferinde başka bir güzellik idealine kur yapan üç erkek neslini büyülemeye uğraştı.

   Deforme edilmemiş ayaklar için bir test: ayaklar yan yana getirildiğinde ayak baş parmaklarının boylu boyunca paralel olarak birbirine değmesi gerekir.

Rudofsky, Bernard., Sparta/Sybaris- Keine neue Bauweise, eine neue Lebensweise tut not. Residenz Verlag, Wien 1987, sayfa 126-139 ISBN 3-7017-0501-1

Bernard Rudofsky, 1905 yılında Avusturya’da doğmuştur. Viyana Teknik Üniversitesi’nden Yüksek mühendis mimar olarak mezun olmuş Doktor technicarum derecesine sahiptir. Milano, Napoli ve Sao Paolo’da serbest mimar olarak çalışmıştır. 1935 ten sonra New York’a yerleşmiş, ABD, Japonya ve Danimarka’da ders vermiştir. Mimarlık ve tasarım dergilerinde sanat yöneticisi ve yazı işlerinden sorumlu olarak çalışmıştır. Cooper Hewitt müzesi, MOMA,New York vd. sergiler. Mimarlık ve yaşam biçimi üzerine sekiz yayını vardır. Ford, Fullbright ve Guggenheim fellowship. 1977 yılında Prechtl madalyası, 1986 yılında Viyana Yılın Mimarı ödülünü almıştır.

Yazarın yayınları:

"Are Clothes Modern", "Behind the Picture Window", Architecture Without Architects", "The Kimono Mind", "Streets for People", "The Unfashionable Human Body", "The Prodigous Builders", "Now I lay Me Down To Eat"