Sophie Calle Açık Radyo'daydı

-
Aa
+
a
a
a

İstanbul 2010 Arupa Kültür Başkenti Ajansı, Görsel Sanatlar Yönetmenliği’nin “İstanbul’da Yaşıyor ve Çalışıyor” isimli projesinin son davetli sanatçısı olarak İstanbul'da bulunan Sophie Calle, Açık Dergi'de konuğumuz oldu.

Dinlemek için:

İndirmek için: mp3, Mb.

Eraslan Sağlam: Açık Dergi Programında “Açık Şehir İstanbul 2010 köşesinin içindeyiz. İstanbul 2010 Arupa Kültür Başkenti Ajansı, Görsel Sanatlar Yönetmenliği’nin “İstanbul’da Yaşıyor ve Çalışıyor” isimli projesinin son davetli sanatçısı Sophie Calle idi. Sophie Calle ve İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı’ndan Deniz Erbaş bizimle. Hoşgeldiniz.

Deniz Erbaş: Hoş bulduk.

ES: Deniz, öncelikli olarak sana teşekkür ediyorum; sanat dünyasından bu kadar mühim bir şahsiyeti Açık Radyo’da ağırlamamıza vesile olduğun için. Sen nasıl anlatmak istersin Sophie Calle’i?

Deniz Erbaş soruyu Sophie Calle’e yöneltiyor.

Spohie Calle: Sanırım burada biraz köşeye sıkıştın. Benim tutkulu, komik, maceracı, öngörülemez biri olduğumu söylemelisin. Bundan kurtuluşun yok.

DE: Bunlara katılıyorum. Kendisi üç haftadır burada ve İstanbul ile ilgili çalışıyor, buradan sanatçılarla atölyeler yapıyor. Tabii dünya çağdaş sanatının son 20-30 yılına damgasını vurmuş sanatçılardan. Çok özgün bir üretim yöntemi ve özgün yapıtları var kendisinin. Genel olarak da kamusal alan ve özel alan çatışkısı, çelişkisi, paradoksu üzerinden üretimler yapıyor. Bunu da sorgularken hem insanların özel hayatlarını hem kendi hayatını ele almayı ihmal etmiyor, bundan kaçınmıyor.

ES: Hatta ısrarla bunun üzerine gidiyor diyebiliriz galiba. Sophie Calle ile tabii ki “İstanbul’da Yaşıyor ve Çalışıyor” projesini konuşacağız, ama önce benim çok merak ettiğim sorular var onları da mutlaka sormak istiyorum. Mesela Paul Auster’ı nasıl anlatmak ister?

Sophie Calle: Çok eski bir hikâye. Paul Auster Leviathan isimli bir roman yazmıştı. Bu romanda benim hayatımdan ögelerden yararlandı. Romanın kahramanı Maria, sokakta insanları takip ediyordu, bir otelde temizlik görevlisiydi, doğum günü hediyelerini saklıyordu. Bunlar benim de yaptığım şeylerdi. Fakat bu karakterin içine, bana ait olmayan iki özellik de eklemişti: Onun Maria’sı belli bir renk dizisi uyarınca yemek yiyordu ve alfabenin bazı harflerine göre yaşıyordu. Ben de bu romanla oynamaya karar verdim; birinci etapta benim karakterime ait olan şeyleri yaptım, ikinci etapta ise New York Kullanma Kılavuzu (Gotham Handbook) adlı çalışmada Paul Auster’den ilk romanında yaptığının tam tersini yapmasını istedim. Yani tıpkı karakterini oluşturmak için benden faydalanmış olması gibi, ben de bana bir roman yazmasını ve benim de o romandaki karaktere itaat edeceğimi söyledim. Özetlemek gerekirse; önce bunu istemedi, çünkü yazdığı senaryoya uymam halinde benim başıma gelebileceklerin sorumluluğunu almak istemedi, dolayısıyla bana hayata geçirilmesi daha kolay olan emirler vermeyi tercih etti. New York Kullanma Kılavuzu’nda, sokaktaki insanlarla konuşmamı, kamusal bir alanı özel alana çevirmemi istedi.

Gotham Handbook’ta bir dizi emir verdi bana: New York’ta sokakta dolaşacak, gördüğüm insanlarla konuşacak, insanlara yemek ve sigara dağıtacak, herkese gülecektim. Ve bir kamusal alan seçip orayla sanki evimmiş gibi ilgilenmemi istedi. Seçimimde serbesttim ve bir telefon kulübesini seçtim, dekore ettim, mobilyalar, para, şekerler, okunacak kitaplar koydum ve telefon kulübemin etrafında, içinde olan bitenleri fotoğrafladım, telefon konuşmalarını kaydettim. Sonuçta bu deneyim 8 gün sürdü, 8 günün sonunda polis geldi ve kulübemi, yani dekorumu imha etti.

Bu projede benim ilgimi çeken şey, bir renk dizisi uyarınca yemek yemek ya da alfabenin harflerine göre yaşamak değil, dışarıdan emirlere itaat etmekti. Paul Auster ile yaptığımız bu oyunda, senaryosunun kahramanı olmak ilginçti. Birinin bana ne yapacağımı söylemesi, beni en çok motive eden şeydi bu oyunda.

ES: Doğru mu hatırlıyorum? Yine aynı proje içinde miydi, bir otel odasında temizlik görevlisi olarak çalışıp, odalardaki konukların eşyalarını karıştırıp onları fotoğrafladığı doğru muydu? Yine aynı zamanda telefon fihristiyle yapmış olduğu çalışmanın gazetede tefrika olarak yayımlandığı doğru mu?

 SC: Bu projelerin hiçbirinin birbiriyle bağlantısı yok. Venedik’te bir saraya oda temizlikçisi olarak işe aldırttım kendimi. Amacım, müşterilerin odaları nasıl kullandığını, birbirlerini tanımadan aynı yataklarda konaklamalarını incelemekti. Bu odaların hikayelerini, odaları peş peşe kullanan insanlar üzerinden yazmak istedim. Fotoğraflar çektim, notlar aldım. Kabaca böyleydi.

ES: Programın ilerleyen bölümlerinde Spohie Calle ile, fotoğraf ve metin ilişkisi üzerine konuşacağız. Ona geçmeden önce, merak ettiğimiz bir başka mühim mesele var; o da Baudrillard’ı nasıl tanımlar?

SC: Bu daha da eski bir konu. Beni çok geçmişe götürüyorsunuz. Paul Auster ve Baudrillard... Sanat eğitimi almadım, sadece 6 aylığına sosyoloji eğitimi aldım ve Baudrillard benim hocam oldu. 6 ayın sonunda üniversitede çok sıkılmıştım, ama orada kalmak zorundaydım, çünkü babamın bana sağladığı maddi desteğin koşulu eğitimimi sürdürmemdi. Baudrillard bana, diğer öğrencilerinin ödevlerinin üzerine benim ismimi yazmayı, böylece okulu kırarak devam edebilmemi teklif etti. Böylece lisans eğitimimi devam ettirebildim ve babamın desteğini alabildim. Baudrillard öncelikle benim seyahatlerimin koruyucu meleği oldu.

Kendisiyle sanatçı olmamdan çok önce arkadaş olduk. Sonrasında şansım yaver gitti de benim ilk projem olan “Suites Veniciennes”i beğendi ve takip etti. Bu işimde sokakta rastgele bir yabancıyı takip ediyordum. Bu iş üzerine kendiliğinden yazılar yazdı. L’eminence grise ismiyle kitabının içinde bir karakter oldum. İlk kitabımın da önsözünü yazdı kendisi.

Şunu da ekleyebilirim: Ben bir entelektüel değilim, Baudrillard’ın kitaplarını okumamıştım. Benimle olan ilişkisi, diğerleriyle ilişkisinden çok farklıydı, şöyle ki sanırım kitaplarını okumadığımın o kadar farkındaydı ki, bana sadece Japonca ya da anlayamayacağım diğer dillerdeki ilk baskılarını hediye ederdi. Kitaplarının hep ilk baskıları gelirdi bana, ama asla Fransızca olmazdı. Yıllar sonra bana Fransızca bir kitabını hediye etti ve o zaman anladım ki okumam gerekiyormuş.

ES: Müthiş bir hikâye, çok teşekkür ediyoruz. Bir başka işi var onu da mutlaka konuşmak istiyoruz. Yine cüretkâr işlerinden biri Sophie Calle’in: “Take Care of Yourself”. Bu işini nasıl anlatmak istiyor?

SC: Bir ayrılık mektubu, daha doğrusu e-maili aldım. Nasıl cevap vereceğimi bilemedim. Kesin bir veda mıydı, bir açılım mı öneriyordu, ne yapacağımı gerçekten bilemedim. Dolayısıyla doğal olarak mektubu bir arkadaşıma gösterdim ve kelimelerin ne anlama geldiğini söylemesini istedim. Fikir de böyle doğdu, 2-3 günde karar verdim, sanırım bu en hızlı karar verdiğim projelerden biri oldu. Sonunda kadınlardan bu maili mesleki dilleri uyarınca analiz etmelerini, yorumlamalarını istedim. Felsefeci felsefi bir açıdan inceledi, stilisyen stilinden bahsetti, gazeteci bir gazete haberi gibi davrandı mektuba; oyuncular, dansçılar, müzisyenler mektubu icra ettiler. Sonra daha da uzmanlaşılmış mesleklere geçtim: Mesela filolog sadece tırnak içindeki kelimeleri inceledi,  bulmaca yapan bir kadın mektubun kare bulmacasını yaptı. Fakat hepsinden sadece ve sadece mesleki bakış açısından yaklaşmalarını istedim. Sadece kadınlara sordum çünkü bu net olarak bir erkek tarafından bir kadına hitaben yazılmış bir mektuptu, kadınlara benim adıma konuşmayı teklif etmek bana çok doğal geldi.

ES: Çok mühim bir ödül aldı Sophie Calle yakın bir zaman önce, pek çok fotoğrafçının hayalini süsleyen bir makinenin adı verilen bir ödül: 30. Hasselblad ödülü Sophie Calle’e gitti. Neler hissettirdi bu ödül kendisine?

SC: Henüz resmen almadım ödülü, Ekim ayında kraliçenin ya da kralın oğlunun elinden alacağım. Ne hissettiğime gelince; öncelikle beni biraz güldürdü, çünkü en başta fotoğraf çekmeye karar verdiğimde, büyük bir fotoğraf okuluna başvurmuştum öğrenci olmak için. Oradan öğrenci olarak reddedilmiştim, dolayısıyla şimdi bu ödülü almak biraz eğlenceli. Diğer taraftan bu ödül aslında onlar için de bir açılım oldu, çünkü işlerimde başkalarının çektiği ya da bir yerlerden bulduğum fotoğrafları kullanmışlığım vardır, yani güzel fotoğraflar çekmeyi isterim tabii, ama işlerimin itici gücü çoğunlukla bu olmamıştır. Yine de “Take Care Of Yourself” işim benim açımdan bir değişime yol açtı. Hasselblad Ödülü’nün tarafımdan tamamen çalınmış bir ödül olduğunu düşünmememin tek nedeni “Take Care of Yourself”te metin üzerindeki hâkimiyetimi yitirmiş ve fotoğrafa yönelmiş olmam. Demek istediğim bu işimde kadınlar benim için konuştu, oysa normalde yazar benimdir. Sanırım metin üzerindeki hâkimiyetimi yitirmiş olmama cevaben ve proje içerisindeki yerimi bulabilmek için fotoğrafa yoğunlaştım ve diyebilirim ki birçok işime kıyasla çok daha başarılı fotoğraflar çektim. Önceki işlerimde fotoğraf benim için hep ikinci planda kalmıştı. Metni yitirmiş olmaya gösterdiğim bilinçsiz bir tepkiydi diyebilirim.

ES: Tam da burada metin-fotoğraf ilişkisini konuşmanın zamanıdır, çünkü Türkiye’den Sophie Calle’i takip eden bir yazar var: Enis Batur. Özellikle Sophie Calle’deki metin-fotoğraf birlikteliğinden söz ediyor. Bu ilişkiye dair neler anlatmak ister?

SC: Bunun üzerine söyleyecek fazla bir şeyim yok. Bu çok doğal olarak geldi. En baştan beri hikâye anlatmak istedim, resim yapmayı da bilmediğimden fotoğraf benim için en olağan araçtı. Metinle ilişkisi sinemadan daha hafifti, tek başına yapılabilirdi. Dolayısıyla üzerine çok fazla düşünmeden ortaya çıktı bu ilişki. Uzun zaman metin benim için çok daha önemli olmuştu; çoğu zaman fotoğraf işini başkalarına verdiğim oldu, daha önce de dediğim gibi başkalarının fotoğraflarını, bulduğum fotoğrafları kullandım. Fotoğraflar çok başarılı olmasa da önemli değildi çünkü metne nazaran doğru, tutarlı olmaları yeterliydi. Oysa metni hiçbir zaman başkalarına bırakmadım, yazmak çok fazla zamanımı alır, üzerinde çok çalışırım ve yazma tutkum vardır. Dolayısıyla metin hep vardı. Diğer taraftan duvar yüzeyi de her zaman ilgimi çekmiştir, yani kitap da yazabilirdim ama duvar hep beni cezbetmiştir.

Duvarın beni çekmesinin nedeni de sanırım babamdır: Babam koleksiyoncuydu ve duvarlarında metinli fotoğraf işler vardı. 7 yıl ayrı kaldıktan sonra Fransa’ya döndüğümde babamın pek hoşuna gitmediğimi fark etmiştim; şişkoydum, yolumu yitirmiştim, idealsiz ve tutkusuzdum. Muhtemelen babamı nasıl cezbedeceğimi düşündüm ve önce kilo verdim, sonra da duvarlarındakileri kopya ettim.

ES: Sophie Calle, “İstanbul’da Yaşıyor ve Çalışıyor” projesi kapsamında İstanbul’daydı. İstanbul’da yaşayıp çalışırken aynı zamanda da İstanbul sokaklarındaydı. Emek Sineması’nın yıkımına karşı yapılan protestoda da ön saflardaydı. Niçin oradaydı, bir Fransız olarak kendisi için İstanbul’daki, Beyoğlu’ndaki Emek Sineması’nın yıkılması ne anlam taşıyor?

SC: Ben bu hikâyeyi bilmiyordum. İstanbul’da olduğum sırada aynı zamanda Film Festivali vardı. Görünüşe göre bu sinemanın yıkılması çevremdeki herkesi şoke etmişti. Daha yeni gelmiştim ve itiraf etmeliyim ki bu sinemayı bilmiyordum, dolayısıyla bu konuda konuşacak bir şeyim yoktu, fakat arkadaşlarıma duyduğum güvenden dolayı, Serra Yılmaz gibi, çevremdeki insanların tepkilerinden etkilendim ve onlar da gidiyorlardı gösteriye ve yanlarına katıldım. Bu sinema için öngörülenler ve yıkılacak olması oldukça üzücü.

ES: Peki şunu nasıl değerlendiriyor bir sanatçı olarak: İstanbul’da bağımsız sanat yapıları zaman içerisinde yıkılarak büyük alışveriş merkezlerinin içindeki yerlere dönüştürülüyorlar. Emek Sineması da sanıyorum bunun bir devamı olacak. Bununla ilgili neler düşünüyor ve Fransa’da benzer örnekleri var mı?

SC: Karşılaştırma yapmak biraz zor, ama bunun bir aptallık olduğunu düşünüyorum, çünkü İstanbul’u İstanbul yapan bu özellikleri aslında. Eğer İstanbul da diğer şehirlerden farksız olacaksa, en başta ekonomik sebeplerle olacaksa bu, burada bir aptallık var demektir. Belki ilk aşamada alışveriş merkezi olunca daha çok para kazanacaklar, ama daha uzun vadede düşününce tam bir kayıp olduğu ortada. Çünkü bir şehri diğerinden farklı kılan özellikler bunlar. Dün mesela Perşembe Pazarı civarındaydım, sanırım orasının da değişimi gündemde. Benim ilgimi çeken tam bu bölgeydi. Saatlerce Karaköy’de metal askılar filan aradım ve bu şehirde beni mesela Kapalı Çarşı’dan daha çok cezbetti burası. Uzun vadede düşününce yanlış hesap yaptıklarını düşünüyorum.

ES: Bu Sophie Calle’ın İstanbul’a ilk gelişi değil, 8. İstanbul Bienali’nde da vardı “Mezarlar” isimli çalışmasıyla. “Mezarlar” projesiyle ilgili neler anlatmak istiyor?

SC: Bu basit bir hikâye; Jean Baudrillard sayesinde, 7 yıl boyunca dünyayı dolaşırken, ilk kez fotoğraflar çekmeye başladım. Kaliforniya’nın kuzeyinde kaldığım bir kasabada mezarlığa gitmiştim. Mezarlıklar her zaman ilgimi çekmiştir. İstanbul’a bu gelişimde de ilk gittiğim yer müzeler yerine Zincirlikuyu Mezarlığı oldu. Kaliforniya’nın kuzeyinde fotoğrafladığım bu mezarlıkta fark ettim ki, mezarların üzerinde isimler yoktu, sadece ailevi durumları yazıyordu. “Kız kardeş” ve “erkek kardeş” yazıyordu. 11 yıl sonra Kaliforniya’ya döndüm ve tıpkı geçmişi tekrar ziyaret etmek, doğduğu eve tekrar gitmek gibi, bu iki mezar taşını görmeye gittim. Fakat gidince çok şaşırdım çünkü vakti zamanında sadece o iki mezar taşını görmüştüm ama aslında tüm mezar taşlarında sadece “anne”, “baba”, “çocuk” filan yazıyordu. Çok garipti çünkü hepsi de aile durumları içerisinde bir noktada hapsolmuşlardı. Hangi kurala göre yazıldığını bilmiyordum çünkü bir erkek kardeş, aynı zamanda bir başkasının oğlu ya da babası olabilirdi. Hepsi bir şekilde, aile fertlerinden birine nazaran konumları itibariyle sabitlenmişlerdi ve sanki emirleri o fert veriyordu. Nedenini bilmek istemedim çünkü nedeninin görünen gerçeklikten çok daha az şiirsel olacağını biliyordum. Bu mezarları fotoğrafladım, bu da bir şekilde bana fotoğraf çekme ilhamını veren o ilk iki fotoğrafın anısını yansıtıyordu.

ES: Sophie Calle, “İstanbul’da Yaşıyor ve Çalışıyor” projesi için bu yıl buradaydı. İstanbul’da kimlerle çalıştı bu proje kapsamında?

SC: Atölyemde, öğrencilerle değil de, kariyerlerine başlamış sanatçılarla çalışma şansım oldu. İsimleri: Dilek Winchester, Ani Setyan, Gözde İlkin, İz Öztat, Seda Hepsev ve Volkan Aslan. Ne yapacağımı tam olarak bilmiyordum. Öğretmenlik yapmıyorum, dolayısıyla bu atölye için de bir yöntemim, belirli bir takım kurallarım yoktu. Ders vermeyi sevmiyorum, bunu sadece birkaç kez kabul ettim, çünkü ya bağlam ilgimi çekmişti ya da seyahat etmeme imkân sağlıyordu. İstanbul’u kabul etmemin de nedeni buydu. Dolayısıyla biraz körlemesine başladım. Sonra fark ettim ki, atölyeme katılan sanatçılar da belirli bir yöntem olmamasından hiç rahatsız olmadılar; tam tersine... Sonuçta önce birbirimizi tanımakla başladık, konuştuk, birbirimizi anlamaya çalıştık. Sonra mucizevî bir şekilde bir anlaşma zemini bulduk. Bunun hakkında daha ayrıntılı konuşmak için henüz çok erken, henüz daha yeni başladılar üzerinde çalışmaya. Bu proje Eylül-Ekim gibi gösterilecek. Onların adına konuşmak istemem, sonuçta ortak projelerini onlar yapacak. Size sadece ismini söyleyebilirim; adı “Sözleşme” olacak.

ES: Bu “Sözleşme” projesi üzerinde çalışırken, ne tür çalışmalar yaptıklarını anlatabilir mi?

SC: Yemek yedik, içki içtik, dışarı çıktık. Onların işleri, benim işlerim üzerinde konuştuk. Sonra konuşarak bu projeye vardık, bunun üzerinde de fazla konuşamayacağım çünkü bana ait değil.

ES: Gelelim Sophie Calle’in üzerinde çalıştığı kendi yapıtına. Neler söylemek ister?

SC: Ben aklımda birkaç fikirle geldim İstanbul’a. Önce birini denedim ama yürümedi: Şehri bilmediğim için, bir de şehrin isimlerinden birinin “körler şehri” (Kalkedon) olduğunu bir yerlerden duyduğum için, körlerden benim şehir rehberim olmalarını, bana şehri göstermelerini istedim. Bazen fikirler dile getirildiğinde belli bir şiirsellikleri oluyor, sonra uygulamaya geçildiğinde çok daha zahmetli ya da sorunlu olduğu ortaya çıkıyor. Bu örnekte de, Türkçe bilmediğimden, başlangıçta şehirde bir gezinti olarak kurguladığım proje dil engeli nedeniyle çok zorlaştı. Şimdi burada sıralaması zaman alacak daha başka nedenlerden ötürü de, projenin nereye gideceğini bilemedim ve yarıda bıraktım.

Bir de şunu söylemem lazım: Böylesi bir proje için davet edildiğimde, bir takım koşulları dikkate almam gerekti. Uygulamanın belli oranda kolay olması gerekiyordu. Burada yaklaşık bir ay sürem vardı ve bu süre zarfında bir fikir bulmam, bunu uygulamam ve gerekli olan tüm elemanları bir araya getirebilmem gerekiyordu. Mesela “Take Care of Yourself” örneğinde, işi gerçekleştirmem 4 yılımı almıştı, bir ay değil. O nedenle çok zaman almayacak, çok karmaşık olmayacak bir fikir geliştirmek lazımdı. Ben burada yaşamıyorum, buraya yerleşmem de söz konusu değil, dolayısıyla kısıtlayıcı bir durum da söz konusuydu. Böylece uygulaması daha kolay bir fikir tercih ettim, burada işbirliği yaptığımız kurumlar (Altı Nokta Körler Vakfı ve Altı Nokta Körler Derneği) da çok kolaylaştırıcı oldular. 1984’te de körlerle ilgili bir çalışma yapmıştım. Hayatları boyunca hiç görmemiş kişilerden, gördükleri en güzel şeyi tarif etmelerini istemiştim. Burada ise daha önce görmüş olan görme engellilerden, gördükleri son görüntüyü anlatmalarını istedim. Görme yetilerini ani bir şekilde yitirmiş olan, bir gece görerek yatıp görmeyerek uyanan kişileri aradım. Hepsi değilse bile çoğu bu durumdaydı. Onlara gördükleri son şeyin ne olduğunu sordum. Böylece benim İstanbul’daki ilk görüntülerim, onların son görüntülerinden oluşacaktı. Bunlar sonuçta onların unutmayacakları tek görüntüler çünkü ne olursa olsun insan en sonuncusu asla unutmuyor, sonuncular çoğu zaman unutulmuyor.

ES: Merak ve heyecanla bekliyoruz. Çok çok teşekkür ediyoruz buradaki varlığınız için. Açık Radyo’da, Açık Dergi Programının içindeki “Açık Şehir İstanbul 2010” köşesinde bu akşam “İstanbul’da Yaşıyor ve Çalışıyor” projesi kapsamında İstanbul’da olan Sophie Calle ile söyleştik.

 

Çeviri: Deniz Erbaş