'Sen Bunu Anlamamışsındır'

-
Aa
+
a
a
a

Özge Dayan

“Türkiye’de her ‘köşe’nin bir adı olması gerekiyor; ben Tırmık koydum, fena olmadı. Gerçi arada bir ‘Tenekeci’ ya da ‘Turşucu’ gibi ‘Tırmıkçı’ diye de çağırıldığım oluyor ama gene de yazdıklarıma uyuyor gibi geliyor bana... Bir kere kediyi çağrıştırıyor. Ama yumuşacık yumuşacık, bakımlı ve uslu bir ev kedisini değil; çöplüğe de, saray mutfağına da dalarken gözünü kırpmayan, arsız ve kopuk bir sokak kedisini. Yüzü gözü öteki sokak kedilerinden yaralı bereli. Ama öteki sokak kedileri de suratlarında onun tırmık izlerini taşıyorlar. Yakın çevrem, sık sık berbat bir sokak çocuğu olduğumdan yakınır. Eh, bu bağlamda Tırmık uyuyor... Bir gün sohbet, bir başka gün deneme, birkaç gün üst üste fıkra yazmanın, sonra tutup bir yorum döktürmenin, ardından birine kafayı takıp ‘polemik’in çatal diline başvurmanın, okuyucuyu bilmem ama yazara hem keyif verdiğini, hem de geniş bir özgürlük tanıdığını biliyorum. Okurdan bu bağlamda bir yakınış gelmediğine göre sürdürmenin de sakıncası yok...”

Cumhuriyet gazetesinde yıllardır büyük bir keyifle okuduğumuz Tırmık adlı köşesini böyle anlatıyor Aydın Engin. Yarım asra yakın bir süredir yazarlıkla hayatını kazanan ve 1969’dan beri gazetecilik yapan bir ustayı kendi dilinden aktarmak herhalde en iyisidir dedik. Aydın Engin’in bir Ege delikanlısı yüreği ile kendi yazılarını ‘tırmıkladığı’ Tırmıka Tırmık adlı yeni kitabı, geçtiğimiz günlerde Can Yayınları tarafından yayınlandı. Tırmık’a rakip olan Baykuş adlı programı ile geçen yıl Açık Radyo’da da sesini duymaya alıştığımız Aydın Engin’le yeni kitabı üzerine söyleştik. Aydın Engin bize öncelikle, köşe yazarlığının ne anlama geldiğini anlattı:

“Köşe yazarı denilen yaratık”

Aydın Engin: Bir sürü laf bulunabilir ama, galiba berbat bir uğraş demek lazım. Çünkü bu köşe yazısı denen yazı türü galiba Türkiye’ye özgü sadece. Yani diğer Batı Avrupa medyasında, Kuzey Amerika medyasında ‘köşe yazısı’ diye bir şey görmüyoruz; orada bir takım uzmanların yorumları, değerlendirmeleri gibi köşe yazısına benzer ama adı köşe yazısı olmayan, dolayısıyla köşe yazarı olmayan gazeteciler var, Türkiye’de ise ‘köşe yazarı’ diye bir şey var. Ben oldum bittim soğuk bakıyorum bu ‘köşe yazısı’ ve ‘köşe yazarı’ terimine. Köşe yazısına soğuk bakıyorum şundan dolayı, eskiden edebiyatın biraz daha ciddi okutulduğu dönemlerde –liselerden söz ediyorum- yazı türleri birbirinden ayrılırdı ve bu nüanslar önemliydi, lezzet katardı, eski terim çoğu ama, ‘makale’, ‘fıkra’, ‘sohbet’, ‘tefsir’ denirdi filan. Şimdi ise hepsi aynı sepete dolduruldu ve ‘köşe yazısı’ dendi adına. Nasıl açıklamalı? Ne bileyim, mesela lokantaya gittiğinizde “Oğlum bana bir patlıcan
yemeği getir!” demezsiniz de, patlıcan oturtma, silkme, karnıyarık, imambayıldı, mamzana filan dersiniz. Tıpkı onun gibi aralarında gerçekten önemli nüanslar olan yazı türlerinin hepsini aynı sepete doldurup ‘köşe yazısı’ demek tuhaf bence; o yüzden soğuk bakıyorum. Ama daha önemlisi, bir de ‘köşe yazarı’ diye bir tür var, bir tür süpermen herhalde bunlar, -utana sıkıla söyleyeyim, ben de ister istemez onlardan biri olmak zorundayım- her konuda fikri var bunların, her konuda yazı yazıyorlar –ben de utana sıkıla söylüyorum, onlardan biri oldum ister istemez bu meslekte kalınca-. Bir tür toplum mühendisliği bu, yani topluma neyin nasıl olması gerektiği konusunda akıl veren, çok akıllı herhalde, bir takım adamlar köşe yazarı oldu Türkiye’de. Bunun sıkıntılarını çekiyorum, çünkü ben akıl vermekten pek hoşlanmıyorum, gazetelerde okuduğumuz haberleri okuyucu veya televizyonda izlediğimiz haberleri “Ey seyirci; sen bunu anlamamışındır, şimdi ben bunun anlamını sana yorumlayıvereyim” demeyi biraz küstahça buluyorum önce. İkincisi, bir köşe yazarının her konuda fikri olması mümkün değil, hele uzmanlığın artık saygı toplamağa başladığı bir dönemeçte dünya ve Türkiye; ne sevindirici ki. Ama biz ‘köşe yazarı’ diye bir yaratık yaratmışız ve o ‘köşe yazarları’ her konuda fikir üretiyorlar. Dolayısıyla haftanın benim gibi altı günü yazan kişiler için birtakım zorluklar başlıyor. Önce bugün ne yazmalı? Bu konu kıtlığından değil, konu bolluğundan oluyor, hele Türkiye’de, “Hangisini seçip yazmalı?” diye. Ama şunu sormuyor genellikle yazanlar, “Ya ben bu konuda acaba gerçekten okurlarla bölüşmeye değecek kadar fikir sahibi miyim?" diye sormayıp, “Bunlardan hangisini yazayım?” diye bir tercihle karşı karşıya kalıyorlar. Onun ötesinde bu da bir meslek, öyle bakın; keyif verdiği anlar, can sıktığı anlar, mutlu hissettiğiniz kendinizi ya da sıkıntıdan patlayacak hale geldiğiniz anları olur. Bazı yazılarınızdan çok hoşnut olursunuz “ne güzel yazdım” diye, kendinizi sanki başka birinin yazısını okuyormuş gibi sevinerek okursunuz, çevreden de “A, bugün çok iyi yazmışsın!" gibi tepkiler gelmesini beklersiniz, gelmeyince de biraz "hay Allah anlamadılar galiba" veya "değerini vermediler” filan gibi, kırılganlık duygularınız olabilir. Ama bazen de kendi yazdığınız bir yazının ne kadar berbat bir yazı, ne kadar baştan savma bir yazı olduğunun farkındasınızdır, içinizden olsa olsa “inşallah okuyucular çok fark etmemiştir” diye geçirirsiniz ve bu beyhude bir çabadır, okuyucu fark eder. Okuyucu tuhaf bir yaratıktır, siz yazı yazıyorsunuz okurlar için, ‘okur’ anonim bir laf, şekilsiz bir yaratık, içlerinde ironiden anlayan anlamayan, sizin görüşlerinize katılan, katılmayanları var. Hele benim yazdığım gazete Cumhuriyet’te hiperaktif okuyucu var. Birkaç defa değil, pek çok defa bir Tırmık’a –Tırmık aşağı yukarı 500-550 kelimelik yazılardır-, 1500-2000 kelimelik yanıtlar gelir! Yani onlar sizden çok daha aktiftirler ya da uzun uzun fikirlerini açıklarlar. Sonuç; berbat bir meslektir bu köşe yazısı yazmak. Nedenlerini açıklamaya çalıştım: Biraz gerginlik yaratan, biraz ömür törpüsü olan, içinizdeki saatin durmadan tıktık dediği ve sizi gerdiği bir meslek olduğunu söylemeliyim.

"Tırmıka Tırmık’ın oluşma süreci ya da “Yazıcılık mesleğine yeni başlayan gençler için savrukluklardan, yalınkatlıklardan, önlenememiş kusurlardan süzülmüş notlar.”
Aydın Engin: Bizim meslekte bir alışkanlık var, beğendikleri yazılarından seçki yapıp ‘kitaplaştırmak’ gibi... Pek çok arkadaşım bunu yaptı, benim onların yaptıklarına sözüm yok doğrusu, ama ben oldum bittim gazete yazısının ömrünün 24 saat olduğuna inananlardanım. Çünkü gazete 24 saatlik ömrü olan bir yazılı medyadır. O yüzden bugüne kadar kimi yayınevlerinden gelen, “parlak veya ilginç kimi yazılardan bir seçki yapalım" önerilerine hep "hayır” demiştim ben. Sonra bir gün bilgisayarımda bir ‘sonbahar temizliği’ yapıyordum, yani bütün bir yıl birikmiş parça-buçuk yazıları, desktop’un orasına burası serpiştirilmiş –pasaklı bir yazarım ben- bilgisayardaki bir sürü malzemeyi bir yerde toplamak için toplarken Tırmıklar önümden geçmeye başladı ister istemez, çünkü en ağır yeri Tırmıklar tutuyor bilgisayarda ve şöyle söyleyebilirim, Tırmıklarla benim aramda objektif olabilecek kadar bir uzaklık oluşmuş. Ama, “Bu yazı da nereden çıkmış?” diyecek kadar da büyük bir uzaklık değil, gene de bir yakınlık var, sonuçta benim ürettiğim işler ve sonbahar temizliği yaparken baktım ki, kendi yazdığım Tırmıkları kendime ‘tırmıklıyorum’. “Bak burada saçmalamışım", "bak burada aptalca bir dil kusuru işlemişim", "ay ne lezzetsiz yazmışım", "bak, bak burada ‘ileride şöyle olacak’ diye bir ukalalık yapmışım, beni yalanlamış, tam tersi çıkmış", örnek vereyim "18 Nisan’da asla seçim olmayacak” diye çok ağır, derin bir tahlil yazısı yazmışım –anlarmışım gibi bu işlerden! 1999’un sanırım 18 nisanında ve 18 Nisan’da seçim oldu sonra... Bunun gibi kendi Tırmıklarımı ‘tırmıkladığımı’ fark edince, önce keyif aldım bundan, sonra benim aldığım keyfi okurun da alabileceğini düşündüm. Son bir nokta; ben, gerek gazeteye gelen stajyer genç arkadaşlarımın, gerek birkaç hoş deneyimim oldu Anadolu Üniversitesi’nde veya başka iletişim fakültelerinde, bir sömestrelik falan –deyim yerindeyse- öğretmenlik, daha doğrusu ağabeylik yaptım, oradaki genç arkadaşlarımın, yazıcılık mesleği ile ilgili sıkıntılarını ama daha önemlisi kusurlarını çok fazla gözledim. Biraz aceleci davrandıkları kanısındayım, ben alaylı bir gazeteciyim, yani okuldan değil, usta-çırak ilişkisi ile öğrendim mesleği, altın değerinde öğütler aldım. Onlardan bir tanesi, yazdığını çöpe atabilme yeteneğidir. Bununla izin verin övüneyim. İddia ediyorum, ben çok fazla yazı yazmış bir adamım, çünkü hayatta yazı yazmaktan başka bir iş bilmiyorum, başka bir mesleğim yok, o yüzden çok yazmış bir adamım ama, yazdıklarımın en az iki katını çöp sepetine attığım kanısındayım. O yüzden Tırmıklardan benim en hoşuma giden, en parlak bulduğum Tırmıklardan bir seçki yapmadım, tam tersine kitabın ikinci adı olan –çünkü çok uzun olacaktı, kitabın esas adının o olmasını isterdim- “Yazıcılık mesleğine yeni başlayan gençler için savrukluklardan, yalınkatlıklardan, önlenememiş kusurlardan süzülmüş notlar” diye bir uzunca başlık koydum. Yani genç arkadaşlar için de bir ders kitabı sevimsizliğinde değil, ama meslekte iyi-kötü kıdemli ağabeyleriyle doğrudan ilişki kurmaları ve belki de onların gözünden kaçacak kusurları da gene benim dilimden dinlemeleri gibi bir tercihim de oldu. Sonuç olarak, ben o kitabı seviyorum!