Sağırlar Da Müziği Duyar

-
Aa
+
a
a
a

Hürriyet gazetesi yazarı Doğan Hızlan, 11 Mart 2002 tarihli köşesinde, Hürriyet Bilim ekinde yayımlanan bir haberden hareketle “Müziği Beyinle Dinlemek” başlıklı bir yazı kaleme almış. Bilim Eki’nde yayımlanan makalenin başlığı ise şu: “Sağırlar Müziği Beyinleriyle Duyuyor"

Hem bilim ekindeki yazı hem de Doğan Hızlan’ın makalesi bana hemen Britanyalı perküsyon sanatçısı Evelyn Glennie’yi hatırlattı ve bilim adamlarının yepyeni bir keşfi gibi sunulan bu hadiseyi Glennie’yi yakından takip edenlerin aslında çok iyi bildiklerini düşündürdü.

1965 Aberdeen, İskoçya doğumlu olanEvelyn Glennie günümüzün önde gelen perküsyon sanatçılarından biri; gerçekten inanılmaz bir yetenek. Her yıl dünyanın önde gelen orkestralarıyla birlikte sahneye çıkıyor, 100’den fazla konser veriyor ve yine her yıl mutlaka kendisine ithafen yazılmış bir konçertonun solist olarak prömiyerini gerçekleştiriyor. Glennie’nin bir vurmalı çalgılar virtüozu olmasının yanı sıra işitme engelli olması onu kariyerinin başından beri en çok merak edilen müzisyenlerden biri yapan önemli bir etken. Bugüne kadar çıkardığı bir düzineden fazla CD kaydı içerisinde özellikle ilk kaydı ayrı bir önem taşıyor, çünkü Bela Bartok’un “İki Piyano ve Perküsyon için Sonat”ının yer aldığı 1988 tarihli bu ilk kaydıyla Glennie, bir Grammy ödülü almıştı. Böylesine iddialı başlayan kayıt kariyerinde James Mc Millan’ın "Veni Veni Emmanuel" adlı perküsyon konçertosunu solist olarak seslendirdiği 1993 tarihli RCA kaydı da sanatçının kariyerinde önemli bir aşamayı temsil ediyor.

Glennie’ye bugüne kadar birçok gazeteci birçok konuda sayısız soru sormuştur muhakkak ama iki soru var ki gazeteciler bugüne kadar ünlü sanatçıya sormaktan bıkmamış ama, Evelyn Glennie artık belli ki usanmış. Glennie’ye en çok yöneltilen iki soru şu: 1- İnsan ne çaldığını duymadan nasıl müzisyen olabilir?2- Ne çaldığınızı nasıl duyuyorsunuz? Aslında birbiriyle bağlantılı iki soru...Peki Glenniene diyor bunlara? O da şöyle cevap veriyor müstehzi bir ifadeyle: "Eğer işitme engellilik üzerine bilgi sahibi olmaksa derdiniz, bir ses uzmanıyla görüşmenizi tavsiye ederim, benim uzmanlık alanım 'müzik."

Glennie’nin işitme engelliliğini hiçbir platformda söz konusu ettirmediğini bugün artık onu tanıyan herkes biliyor, sanatçı bugüne kadar hiçbir basın bildirisinde veya konser, plak tanıtımlarında bu durumunu ortaya koyacak herhangi bir bilginin yer almasına izin vermiyor. Nedeni açık: Dinleyicilerin, “İşitme engelli bir insan nasıl olur da bir enstrüman çalabilir?” merakıyla konserlerine gelmelerini ve bu psikolojiyle kendisini izlemelerini istemiyor. Eğer bunu engelleyemezse konserlerinde dinleyicileriyle o hep arzuladığı karşılıklı etkileşime dayanacak ilişkiyi kuramamanın tedirginliğini yaşıyor her seferinde. Evelyn’in tüm bu iyi niyetli ve bence alkışlanacak tavrına rağmen yine de işitme engelliliğiyle ilgili spekülasyonlar -toplumda varolan önyargılar ve bilinçsizlikler yüzünden- hiç azalmıyor.

Ses titreşimdir

Dinleyiciden ve medyadan kaynaklanan bu bilinçsiz tavra karşı sanatçının kocası ve çalışma arkadaşı Greg Malcangi bazı çalışmalar yürütüyor. Evelyn Glennie örneğinden hareket ederek yazdığı yazılarda Malcangiöncelikle işitme engellilik hakkında toplumda yerleşmiş bazı kalıpları kırmaya çalışıyor. Örneğin bir yazısında işitme duyusunun çalışma şeklinden hareketle şunları yazmış Malcangi:

“İşitme engellilik genelde çok yanlış anlaşılan bir konu. Örneğin bu insanların bütünüyle sessizlikten örülü bir dünyada yaşadıkları gibi yanlış bir kanı var. İşitme engelli olmanın doğasını kavrayabilmek için önce işitme duyusunun işleyişini anlamak gerekir. ‘Duyma’ basit bir anlatımla özel bir ‘dokunuş’ şeklidir. ‘Ses’ yine çok basitçe kulağın yakaladığı ve elektrik sinyaline çevirdiği, ardından bu sinyalin beyin tarafından yorumlandığı titreşen bir havadır. İşitme duyusu bu işlemi yapabilen tek duyu değildir, dokunma duyusu da bunu yapabilir. Yolun kenarında durduğunuzu farz edin, koca bir kamyon yanınızdan süratle geçtiğinde ortaya çıkan titreşimi duyar mısınız yoksa hisseder misiniz? Cevap, her ikisi de. Çok düşük frekanslı titreşimlerde kulak bir süre sonra yetersiz kalmaya başlar ve bedenin geri kalan kısmının dokunma duyusu gitgide kulağın yerini alır. Nedense bir ses duymakla bir titreşim hissetmek arasında ayrım yapmak eğilimindeyizdir, gerçekte ikisi de aynı şeydir. Çok ilginç bir örnek vereyim. İtalyanca’da böyle bir ayrım yoktur. ‘Sentire’ fiili duymak anlamına gelir ve aynı fiilin refleksiv hali olan ‘sentirsi’ de hissetme anlamını taşır. Sağırlık, duymadığınız anlamına gelmez sadece kulaklarınızla ilgili bir sorununuz var demektir. Tümden sağır bir insan bile sesleri duyabilir/hissedebilir.
Evelyn gençliğinde titreşimleri algılamak yolunda kendini çok iyi geliştirdi. Özellikle okuldaki perküsyon hocası Ron Forbes’un yardımını alarak... Ron, yoğun titreşim üreten bir çalgı olan timpaniyi çalarken Evelyn de ayakta sınıfın duvarına ellerini dayardı. Evelyn işitme duyusunu yitirmeden evvel sahip olduğu mutlak kulak sayesinde bu çalışmalar sonucunda gitgide nota perdelerini ayırmayı başarabildi. Bu yeteneği de enstrümandan çıkan o sesi vücudunun neresinde daha ziyade hissettiğini keşfetmekle edindi. Pes sesleri örneğin çoğunlukla ayak ve bacak bölgelerinde, tiz sesleri de yüzünde, boynunda ve göğüs bölgesinde hissediyordu.”

Buraya kadar söylediklerinden Greg Malcangi’nin sadece sesleri işitme ve titreşimleri hissetme üzerine odaklandığı sanılmasın. Bir başka faktöre daha dikkat çekiyor Malcangi, o da sesleri ‘görmek’...

“Ayrıca nesnelerin hareket ettiğini ve titreşim yarattıklarını da görebiliyoruz. Evelyn bir davul yüzeyinin veya zil (cymbal)’in titreştiğini hatta ağacın yapraklarının rüzgarda sallandığını gördüğünde beyni derhal bu hareketlere karşılık gelen sesleri üretiyor...."

Özetlemek gerekirse, Evelyn’in işitip işitmediği artık anlaşılan kendisinden çok başkalarını ilgilendiren bir mesele olmuş çıkmış. Sanatçı bu tip sorularla ilgilenmiyor bile. Ona soracak olursanız işitme engelli olması, kahverengi gözlü bir kadın olması gibi sıradan bir şey.

Hürriyet Bilim eki yazısı (9 Mart 2002)

Doğan Hızlan'ın köşe yazısı (11 Mart 2002)