Rüzgârların Adası: Bozcaada

-
Aa
+
a
a
a

Bir yeri görmek için mutlaka herkesin gittiği zamanda gitmenize gerek yok. Özellikle hedefiniz o yerin kültürünü ve ruhunu algılamak ise, o zaman bu seyahatinizi en sakin ve az kalabalık dönemlerde yapmanız mantıklıdır. Böylece anlamsızca yükselen fiyatlardan, kalabalıktan ve kirlilikten uzakta, sakin ve kendinize özel bir seyahatin tadına tam varmış olursunuz. Biz, yaz aylarında yerli ve yabancı turistlerin doldurup taşırdığı Rüzgârların Adası Bozcaada'ya sonbaharın ilk günlerinde bir hafta sonu gitmeye karar verdik.

 

Tarihin ilk dönemlerinde Bozcaada'ya "Lefkorfis" denirmiş. Sonra İlyada Destanı'nda karşımıza çıkan Bozcaada'nın adı bu defa Tenedos olarak anılıyor. Mitolojiye göre, Denizlerin Efendisi Poseidon'un torunu Tenes, üvey annesinin iftirası ve bir kavalcının yalancı tanıklığından ötürü, babası Kyknos'un cezalandırması sonucunda bir sandığa kilitlenerek denize atılmış. Sandık denizleri ve boğazları aşarak dalgaların yardımıyla "Lefkorkis" adasının kıyısına vurmuş. Sandığın içinden çıkmayı beceren Tenes, bundan sonra bu adanın adı "Tenes'in adası" anlamına gelen "Tenedos" olacak demiş.

 

Tarihçilerin atası Heredot'a göre adanın ilk sakinleri ise İsa'dan iki bin yıl önce yerleşen "Pelazziler"miş (veya Pelasg'lar). Perslerin işgaline kadar Pelazziler uzun zaman adanın nimetlerinden yararlanmışlar. 334 yılında Anadolu'ya gelen Büyük İskender "Tenedos" da dâhil olmak üzere tüm Ege adalarını himayesi altına almış. İsa'dan önce birinci yüzyılda Roma hâkimiyetine giren ada, İmparatorluğun bölünmesiyle birlikte Bizans'a geçmiş ve o dönemde stratejik konumundan dolayı "Bizans'ın Kapısı" olarak anılmış. Tarih boyunca Emeviler, Venedikliler ve Cenevizlilerin himayesine geçen ada, 1381 yılında tamamen boşaltılmış. Fatih Sultan Mehmet'in döneminde Osmanlı topraklarına dâhil olan adaya Türkler ve Rumlar yerleştirilmiş. İçinde yer alan beyaz badanalı Rum taş evleri; cumbalı ahşap Türk evleri; lezzetli mutfağı; yerel halkın hoşgörülüğü ve misafirperverliği bu kültürel karışımın en doğal göstergesidir. Sanki bir Yunan adası içinde oluşmuş bir Türk Anadolu köyü izlenimi veren Bozcaada, her iki halkın kültürü ile dünyaya kucağını açmış durumda.

 

İstanbul'dan yedi saatlik bir otobüs yolculuğundan sonra Bozcaada'ya kalkan feribotların yanaştığı Geyikli'nin Yükyeri İskelesi'ne geldik. Sabahın ilk saatleriyle birlikte Ada'dan gelen feribota binip rüzgârların izniyle, dalgaların arasından Gökçeada ve Marmara Adası'ndan sonra Türkiye'nin üçüncü büyük adasına doğru yol aldık. Yüzölçümü, çevresindeki ufacık adalarla birlikte yaklaşık 40 km² olan Bozcaada tam bir rüzgâr ablukasına alınmış kara parçası, adeta rüzgârın hayatı yönlendirdiği bir yaşam. Rüzgâr izin verdiği takdirde, kıyılarının uzunluğu yaklaşık 34 kilometre olan adaya yol alabiliyorsunuz veya adadan çıkabiliyorsunuz. Rüzgârlar tarafından dört mevsim kucaklanan Bozcaada'ya onların şarkısı eşliğinde otuz dakikalık bir feribot seyahatinden sonra vardık. Ada, sağ taraftaki büyük tepecik ve sol taraftaki yassı bozkır yapısı ile hakikaten Şemsettin Sami'nin kaleme aldığı gibi uzun kuyruklu piyanoyu anımsatıyor. Çorak görünümüyle ilk başta bir hayal kırıklığı aklınızda oluşsa bile adaya attığınız ilk adımda saklı gizli güzelliklerle birlikte bu düşünceniz hemen yok oluyor.

 

Bozcaada'ya gelen herkesi ilk karşılayan yapı, görkemli Bozcaada Kalesi. Tarihi Fenikelilere kadar uzanan bu kale, tarih boyunca sürekli yakılıp yıkılmış. Antik Tenedos kentinin akropolü üzerine inşa edildiği tahmin edilen bu kale, üç tarafı denizle çevrili ve eskiden su ile dolu olduğu düşünülen bir hendek ile karadan ayrılmış. En son 1807 yılında Ruslar ve İngilizler tarafından ciddi bir biçimde tahrip edilen kaleyi yeniden inşa ettiren II. Mahmut'a adanmış bir yazıt kalenin kapısında dikkatimizi çekiyor.  Uzman rehberimizin çevirisine göre yazıtta "Yaptı bu kaleyi Mahmut ve oldu Bozcaada'nın kalesi" yazıyor.

 

İlk durağımız kalenin içinde yer alan çeşitli dönemlere ait etnografik eserlerin sergilendiği açık hava müzesi. İçerideki manzaranın büyüsü altında Ada'nın en eski Müslüman ibadethanesinin buraya inşa edilen camii olduğunu öğrendik. Kalenin içinde gördüğümüz yan yana duran Osmanlı ve Rum mezar taşları yüzümüzde maziye uzanan hüzünlü bir tebessüm oluşturdu.

 

Kalenin etkileyici havasını arkamızda bırakıp Bozcaada'nın Anadolu'ya bakan yüzünü adım adım dolaşmaya başladık. Ufak bir sokak ile ayrılan Kale'nin hemen arkasındaki Rum, ve solunda yer alan Osmanlı mahalleleri içindeki keşif gezimizin ilk durağı Ada'nın tek tekkesi olan Aburga Ahmet Dede Tekke'si oldu. Sonra 17. yüzyıla ait Köprülü Mehmet Paşa ve Alaybey camilerini dolaştık. Türkiye'nin, kasabası olmayan tek ilçesinin Bozcaada olduğunu anımsayarak Ada'nın sadece iki camisi olmasının normal olduğunu düşünüp yolumuza devam ettik. Yunan adası havasındaki bu Anadolu ilçesinin daracık sokaklarından yürürken, sağlı sollu, son derece sade cephelere sahip evlerin herbirirnin farklı incelikle, özenerek oyulmuş rengârenk ahşap kapıları bizi büyüledi. Sokakların temizliği, sakinliği ve boşluğu ne kadar doğru bir zamanda Ada'ya geldiğimizi onaylar gibiydi. Birbirine paralel sokaklara yaptığımız kaybolurcasına dalışlar bizi Ada'nın tek kilisesi olan "Panagia Kimisis" Ortodoks kilisesinin önüne çıkarttı. Sessizliğe gömülmüş olan bu kilise bir bakıcı sayesinde hâlâ yaşamakta. "Meryem'in Uykusu"na adanmış olan kilisenin bakıcısından bize bu sessiz yapının kapılarını açmasını rica ettik. Bir zamanlar kalabalık bir cemaate sahip olan kilise, artık ancak pazar günleri 10–15 kişiye hizmet vermekteymiş. Çok iyi durumda olmayan kiliseye, tütsü ve mum kokusu eşliğinde, sessizlik içerisinde yapılan kısa bir ziyaretten sonra yolumuza devam ettik. Bizim ardımızdan yapı tekrar derin bir sessizliğe gömüldü.

 

Adım adım içimize sindirdiğimiz bilgi dolu bir yürüyüşten sonra Ada'nın kuzey batısına doğru ilerledik. Ada'nın bitki örtüsü daha çok maki ve gariglerden oluşuyor, seyrek olmakla birlikte kermes meşesi, katran ardıcı ve menengiç gibi, tür bakımından oldukça zengin. Ada'nın kıyıları ise falezler nedeniyle dik ve kayalık. Asfalt yoldan sapıp beyaz tozlu bir yolu takip etmeye başlıyoruz. Bu yol bizi yaklaşık 30.000 kişinin enerji ihtiyacını karşılayan Bozcaada Enerji Santrali'ne ulaştırıyor. Burası Türkiye'nin üçüncü en büyük rüzgâr enerji santrali. Özel alınan izin ile açılan kapıdan geçi adeta insanın ayağını yerden kesecek olan rüzgâra meydan okurcasına dikilmiş olan çelik rüzgâr pervaneleri; bir diğer adıyla rüzgâr-güllerinin altından, "Ponente Feneri"ne doğru yol alıyoruz. Bir ara durup rüzgâr-güllerinin söylediği şarkıyı dinliyoruz. Ada'nın ucundaki fenere gelince bizleri bir sürpriz bekliyor. Fener'in bulunduğu falezin hemen önünde karaya oturmuş olan büyük bir gemi bizleri sessizliği ile selamlıyor. Ada'nın rüzgârlara nasıl teslim olduğunu anlıyoruz. Güneşin koyu kırmızı ışığı ile kameralarımıza sarılıyoruz. Peş peşe filmler birbirlerini takip ediyor.

 

Buradan istikametimizi Ada'nın en yüksek tepesi olan "Göztepe"ye çevirdik. Bir "boz" duvar gibi yükselen bu tepeye tırmandık. Karşılaştığımız manzara bizleri nefessiz bıraktı. Çıplak gözlerimizle ayaklarımızın altında duran Bozcaada'nın tüm sınırını gördük. Kuzeyde Çanakkale Boğazı, biraz daha kuzeyde İmroz Adası veya diğer adıyla Gökçeada, onun arkasında Semadirek'in büyüleyici tepesi, batıda Troya antik şehri, kuzeybatıda Limni Adası, güneyde meşhur şair Sappho'nun Midilli Adası ve son olarak doğuda Kaz Dağı. Tek bir noktadan bu kadar önemli tarihi ve coğrafi bir manzara olabileceğine inanmak zor. Ege Denizi'nin uzandığı görkemli bir panorama...

 

Güneşli yaz aylarında esen sakin serin rüzgârın olgunlaştırdığı, Ada'nın en büyük gelir kaynaklarından bir tanesi olan üzümün, şaraba dönüştüğü fabrikalardan bir tanesini ziyaret etmek için geri döndük. Gördüklerimizle zaten sarhoş olmuş bedenlerimizi ünlü Bozcaada şaraplarını tatmadan dinlendirmeye hiç niyetimiz yoktu. Güler yüzlü yerel şarapçıların üzümü şaraba döndürme aşklarını pür dikkat dinledik. Tattırılan şarapların etkisiyle sohbetler samimi kahkahalara dönüştü.  Fabrika gezimiz süresince üzümün şaraba olan yolculuğunu elimizdeki kadehlerle dinledik. Neden antik Tenedos'un altın sikkelerinde üzüm salkım resimlerinin olduğunu, tattığımız eşsiz Bozcaada şarapları ile daha iyi kavradık. Bu tarz bir sikke ancak Bozcaada'ya yaraşırdı zaten.

 

Tam bir ziyafet içinde, geçen uzun günün son noktası olarak limanda yer alan ufak kafelerde pişen kahve kokuları içinde karşımızda duran Anadolu'ya gecenin çökmesini izledik.

 

Akşam yemeğinden önce, Eskiden Rum mahallesi olan Cumhuriyet Mahallesi'nde bulunan ufak şirin pansiyonumuza yerleştik. Akşam yemeğimizi mavi beyaz boyalı gösterişsiz cephesiyle "Ben Egeliyim" diye bağıran yerel bir lokantada yedik. Denizin sesi eşliğinde, rüzgâr tenimizi okşarken yediğimiz balığın, zeytinyağlı yemeklerin, Ege mutfağının eşsiz lezzetlerinin, içtiğimiz şarabın ve rakının haddi hesabı yok...  Bedenimizin yorgunluğuna yenik düşerek, gecenin geç saatlerine kadar süren bu keyifli anları istemeyerek istirahatla noktaladık. Temiz havanın etkisiyle uzun zamandan beri uyumadığımız kadar güzel uyuduk.

 

Sanki bir gün önce hiç yorulmamışız gibi sabah erkenden dinç bir şekilde kalktık. Ege'nin taze domates, peynir ve zeytinleri eşliğinde pansiyonumuzun bahçesinde, sıcacık güneşin altında mükemmel bir kahvaltı yaptık. Pansiyon sahibesinin bizlere ikram ettiği Bozcaada'nın meşhur domates reçeli ise günün sürprizi oldu. Ada'ya özgü bu reçelin en güzel yanı ise küçük domateslerin içine konulan bademler.

 

Kahvaltıdan sonra tenimizi ısıran yaman rüzgârlar eşliğinde, Ada'nın arkasında kalan, güneye bakan en büyük doğal plajı olan Ayazma'ya doğru yol aldık. Bozcaada'nın tarihinin, şarabının ve kültürünün yanı sıra harika kumsalları da var. Ada kumsal konusunda oldukça zengin ve en rüzgârlı günlerde bile denize girme konusunda bize seçenekler sunuyor. En bilindik plajı Ayazma'nın yanı sıra Sulubahçe ve Habbeli plajları yaz aylarında daha sakin bir alternatif oluşturuyorlar. Ada'nın Anadolu'ya bakan yüzünde ise lodostan etkilenmeyen dalgasız pırıl pırıl suları ve kumsallarıyla Akdeniz'in plajlarını aratmayacak olan Tuzburnu, Çayır ve Ova plajları her zaman yedekte beklemekte. Yer altı sularının Ayazma plajında denize karışıyor olmasından dolayı Temmuz ve Ağustos aylarından bile suyun burada buz gibi olduğunu, Ada'nın bir yerlisinden öğreniyoruz. Denizin cazibesine yenik düşen bazılarımız suyun soğukluğunu umursamadan kendilerini denizin eşsiz sularına bırakıyorlar.

 

Ayazma'nın gizli bir kutsallığı var. Her yıl tarih 26 Temmuz'a gelince Ayazma'da "Ayazma Panayırı" düzenleniyor. Bu panayır Bozcaada'dan göç etmiş, bir zamanlar nüfusun çoğunluğuna sahip Rumların katılımıyla gerçekleşiyor. Dünyanın dört bir köşesinden gelen Bozcaadalılar dönem dönem Fener Rum Patriği'nin ve/veya Gökçeada Ruhani Metropoliti'nin katılımıyla halaylar çekerek bu kutsal günü kutluyorlar. Tarihi çeşme ve kocaman çınar ağaçlarının altında toplanan bu topluluk her yıl tekrar buluşmanın mutluluğu içerisinde eski günlerini canlandırıyorlar.

 

Ayazma'da geçirdiğimiz saatlerden sonra rehberimizin talimatı üzerine, bizi ana karaya taşıyacak olan feribotun kalktığı, Ada'ya ilk adım attığımız limana doğru isteksizce gidiyoruz. İçimizi bir burukluk sarıyor, "ama biz daha doymadık bu sularla çevrili ufak kara parçasına" diye sitem ediyoruz, ancak yolcu yolunda gerek. Bir başka sefere diyerek feribotumuza biniyoruz. Şirin evleri, kan kardeşi olan Rum ve Türk mahalleleri, dost canlısı insanları, kültürü, şarabı ve tarihi ile kısa bir sürede gönlümüzü fetheden Tenes'in yurdu Bozcaada'ya son bir defa dönüp hoşçakal dediğimizde içimizde bir ses geri geleceğiz tekrar ve tekrar sana diyor...