Restorasyon mu, Tahribat mı?

-
Aa
+
a
a
a

Radikal

 

Dünya tarihinin en önemli birkaç yapısını barındıran bir kentte yaşıyoruz. Ayasofya bunlardan biri. Adının verdiği izlenime karşın ondan hiç aşağı kalmayan "Küçük Ayasofya Camisi" de böyle bir yapı. O kadar ki, bir araştırmacı, Krautheimer, Küçük Ayasofya'nın aslında Ayasofya'da uygulanan plan şemasının esasını tanımladığını ve ikincinin birincinin oluşturduğu modelde girişilen revizyonla planlandığını iddia eder. Asıl adı Aziz Sergios ve Bakkhos Kilisesi olan yapı, İustinianos tarafından kendi sarayı Hormisdas'ın hemen bitişiğinde inşa ettirildi. Kilisenin 536 yılından önce bitirilmiş olduğu sanılıyor. Bunun anlamı şu: Yapı yaklaşık 1500 yaşında. Sadece bu yaşı nedeniyle bile Küçük Ayasofya, yeryüzünde özgün strüktürünün ağırlıklı kesimini koruyarak ayakta durmayı başarabilen ve kullanılabilen en eski yapılardan biri. Dünyada bunu başaran daha olsa olsa on tane yapı bulunduğu söylenebilir. Kuşkusuz ayakta duruşunda Osmanlı çağında gördüğü onarımların da önemli etkisi var.

 

Dikkat Küçük Ayasofya eskiliği ve özgün niteliklerini koruyabilmesi açılarından olduğu kadar yarattığı tarihsel sorunlar nedeniyle de, İstanbul'un ve dünyanın en fazla dikkat çekmiş, merak edilmiş yapılarından biri. 19. yüzyılın ortalarından bu yana inceleniyor. Yine de, bu çok önemli tarihsel yapı hakkında bilinebileceklerin ancak çok küçük kesiminin aydınlatıldığı söylenmeli. Örneğin, kimi araştırmacılar Küçük Ayasofya'ya ilişkin hipotezler ortaya atmış, ama yapının içinde çıplak gözle yapılan incelemelerin bu hipotezleri irdelemeye olanak vermemesi nedeniyle daha ileriye gidilememiş. Özetle, dünya mimarlık tarihinin en önemli örneklerinden biri olan bu yapıyı en gelişkin çağdaş olanaklarla korumak, gelecek kuşaklara aktarmak ve bilinmezlerini aydınlatmak gibi zorunluluklarla yüz yüzeyiz. Ne var ki, Küçük Ayasofya'da 2002 yılında resmen başlatılan ve halen sürdürülen müdahaleler bilim dünyasının ciddi kaygılar duymasına yol açacak noktaya gelmiş durumda ve konuya kamuoyunun dikkatini çekmek gerekiyor. Türkiye'de koruma ve restorasyon adı altında gerçekleştirilen ve genellikle yapıların korunmasından çok tahrip edilmesine neden olan uygulamaların son bir örneğini Küçük Ayasofya oluşturuyor. Her tür olumsuz etmenin varlığına karşın 1500 yıl ayakta durmayı başarmış bu çok çok önemli yapının kaderini etkileyen son durum hakkında hepimizin ve dünya kamuoyunun açıklama ve ciddiyet bekleme hakkı vardır.

Küçük Ayasofya'yı bir restorasyon faciası haline getirmekte olan girişim, 2002 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin yapıyı, asıl sahibi olan Vakıflar'dan restore etmek amacıyla bir protokol yaparak devralmasıyla başlıyor. Ardından aynı yıl içinde belediye, 1500 yaşındaki bu benzersiz yapının "zemin takviyesi ve yapı restorasyonu inşaatı"nı bir müteahhitlik şirketine ihale ediyor. Demek ki, insanlık tarihinin en önemli, en benzersiz, bir daha yerine konması olanaksız yapılarından biri restorasyon projesi olmaksızın, yani mimari boyutu hiç dikkate alınmayarak restore edilmeye başlanıyor. Daha açık bir ifadeyle, mimarlık tarihinin bir avuç başyapıtından birinin, bir müteahhitlik şirketi tarafından kendi kararları doğrultusunda restore edilmesi öngörülüyor. Sadece bu kadarının bile kamuoyunu ayağa kaldırması ve sözkonusu girişime dur denilmesi gerekirdi. Ancak, konu dikkat bile çekmiyor. Ve ihaleyi alan şirket, ele aldığı yapının restorasyonunun sadece bir sağlamlaştırma işi olduğu inancıyla, yani alelade çağdaş bir hasarlı yapı ile uğraştığını varsayarak, zemin mekânikçisi bir akademisyene başvuruyor. Amaç, yapının sorunlu olduğu düşünülen "temel zemininin iyileştirilmesi ve temel sisteminin güçlendirilmesi" için bir proje hazırlatmak. Bu aşamada yapının henüz bir restorasyon projesi ve mimarı yok!

Müteahhitin ihaleyi üstlenmesinden ancak altı ay kadar sonra, yapının restorasyon projesinin yaptırılması gündeme gelecektir. Müteahhit firma, bu amaçla başka bir firmayla restorasyon projesinin yapımı için anlaşma imzalıyor. Bu firmanın mimarı Mehmet Alper'in hazırladığı rölöve (yapının mevcut durumunu belgeleyen proje) Koruma Kurulu tarafından onaylanıyor. Yapının nasıl restore edileceğini tanımlayan restorasyon projesi de yine Alper tarafından hazırlanarak Eylül 2003'te Koruma Kurulu tarafından uygun bulunuyor. Yapının zemin takviyesi için hazırlanan proje de onaylanan projenin bir bileşenidir. Bu restorasyon projesi sadece bir önproje niteliğinde. Çünkü, Türkiye'deki garip prosedür nedeniyle, bu denli karmaşık tarihsel ve inşai sorunları olan bir yapının müdahale görmeden önce ayrıntılı bir restorasyon projesini hazırlamak mümkün değil. Ortaya çıkacak verileri dikkate alan daha ayrıntılı bir proje, ancak restorasyon başladıktan sonra yapılabilecek. Oysa, aynı iş herkesin dilinden düşmeyen şu AB ülkelerinden birinde yapılıyor olsaydı, önce yıllar süren bir araştırmalar dizisi gerçekleştirilir, proje bu çalışmaların ardından hazırlanırdı. Bir daha yineleyelim, Küçük Ayasofya yeryüzünün en önemli ve tarihsel-inşai nedenlerle en karmaşık yapılarından biridir. Uzun araştırmalar yapılmadan restore edilemez.

 

Sadece üç sondaj Ne var ki, ne belediyenin ne de müteahhit firmanın böyle araştırmalara inanması sözkonusu değil. Dolayısıyla, işe yukarıda tanımlanan önproje doğrultusunda başlanıyor. Ama, o sırada yapıda girişilen ilk araştırmalar bile, projede revizyonlar yapılmasını zorunlu kılacak veriler sağlıyor. Örneğin, İstanbul Arkeoloji Müzeleri elemanları tarafından caminin zemininde kazı yapılıyor. Sonuç, bazı eski araştırmacıların tahmin ettiği, ama doğrulayamadığı bir gerçeği doğruluyor: Yapının zemini -muhtemelen 17. yüzyılda ve drenaj zorunlulukları nedeniyle bir metreden fazla doldurulmuştur. Kazılar, özgün zemini, onun altındaki ve üstündeki d-renaj sistemini ortaya çıkarıyor. Caminin kilise olarak kullanıldığı dönemdeki "kripta" denilen küçük yeraltı kesimi de açığa çıkıyor. Bu arada temel ve zemin takviyesi işlerine de başlanıyor. Zemin takviyesi projesini üstlenen firma bu amaçla sadece üç adet sondaj yaparak zeminin ve temelin durumuna karar veriyor. Bir 9. yüzyıl Bizans yapısı olan Venedik'teki San Marco Bazilikası için, üstelik hiçbir zemin takviye sorunu yaşanmadığı halde, sadece zeminin ve altyapının durumunu anlamak için 98 adet sondaj yapıldığını anımsatalım. Herhalde bizler daha akıllı olduğumuz için, üç adet sondajla durumu kavrayabileceğimize inanıyoruz ve burada böyle bir gereksiz çabaya girişmeyi anlamsız buluyoruz. Ne var ki, bu arada kazılarla yapının Geç Antik çağın en ilginç temel sistemlerinden biri olduğu anlaşılan altyapısı da ortaya çıkarılmış oluyor. O eski temel sistemi ise, Küçük Ayasofya'nın 1500 yıldır ayakta durmasını sağlayabilmiş oluşu bağlamında bile ayrı bir ilgiyi hak ediyor. İstanbul'un sözkonusu 1500 yılda sayısız deprem atlattığını ve başka bir tarihsel aymazlıkla, yapının hemen duvarının dibinden geçirilen demiryolu hattının yaklaşık 150 yıldır sürekli titreşim ürettiğini hatırlayalım.

 

Mühendislik yeter mi? Bu aşamada Mehmet Alper, bu çok önemli restorasyonun yanlışsız yapılabilmesi için akademik bir destek de görmesi gerektiğini düşünüyor, akademisyen danışmanlar buluyor. Konunun çok önemli bir tarihsel yapı hakkında sadece strüktürel nitelikte olamayacak kararları almayı gerektirdiğini biliyor. Aynı zamanda, yapının özgün durumunun ne olduğunu ve tarihsel değişimini ortaya koyacak araştırmaların gerekliliğinin de bilincinde. Ne var ki, anlaşıldığı kadarıyla, gerek Belediye Fen İşleri Dairesi Yapı İşleri Müdürlüğü, gerekse de müteahhit firma için Küçük Ayasofya sadece strüktürel açıdan sorunlu bir yapıdır. Mühendislik tedbirleriyle kurtarılmalıdır. Dolayısıyla, müteahhit firma bu kez de daha önproje onayı aşamasında ve sıva katmanı kaldırılmadan önce bağlantı kurduğu uzmanlarla, çatlakları "dikmek" biçimindeki mühendislik girişimlerini ve onlara ilişkin tedbirleri uygulamaya koyuyor. Oysa, aynı sıva katmanının kaldırılması sayesinde, yapının en az birbuçuk yüzyıldır tartışılan inşaat tarihçesini ve eklemlendiği yapılarla ilişkilerini aydınlatma olanağı doğuyor. Ne var ki, belediyeden müteahhit firmaya dek herkesin çok acelesi var. Bir an önce bu yapı onarılıp güçlendirilmeli, içi tekrar doldurulup "tertemiz" edilmelidir.

 

Ya müze olursa!? Acele ediliyor, çünkü kimi çevreler Küçük Ayasofya'nın da bir çırpıda Ayasofya gibi müze yapılmasından çok korkuyor. Böyle bir endişeyi akla getirecek hiçbir şey olmamasına karşın, ortada bir "hassasiyet" var. Toplumun bir kesimi bu çok önemli yapının kendi öz malı olduğundan hâlâ kuşku duyuyor ve onu yitirebileceğini sanıyor. Ama, yitirmekten korkulan o yapının restorasyon adı altında düpedüz tahrip edilmesine karşı aynı "hassasiyet" gösterilemiyor. Halbuki şu noktanın açıkça belirtilmesi gerek: Küçük Ayasofya'nın müzeye dönüştürülmesini gerektiren bir durum yok; hatta tam tersine cami olarak işlevini sürdürmesi, yani hayatın dışına atılmaması bu yapının korunması için de bir güvencedir, tabii korumacılığın tüm bilimsel gereklerine uyulması koşuluyla. Bu arada, bütün bu acele içinde, ortaya çıkarılan eski temel sisteminin davranışını dikkate alan bir araştırma yapılacak yerde zemin takviyesi yapılıyor. Zemine çimento zerkedilerek, mini kazıklar çakılıyor. Bunlar yapılırken, ortaya çıkabilecek yeni strüktürel sorunlar için üstyapıda sürekli bir izleme yapılmıyor. Yani, yapıya uzun ve kısa vadede zarar mı, yoksa yarar mı verildiği izlenmiyor. 1500 yıldır kendi dengeleriyle ayakta kalmayı başarmış bir yapıya böyle ağır bir müdahalede bulunmanın mevcut dengeleri çok ciddi bir biçimde bozabileceği sorgulanmıyor. Proje müellifi Mehmet Alper ve danışmanları olan öğretim üyeleri sözkonusu uygulamaların denetlenemez bir hızla ilerlemesi karşısında duydukları kaygıları hem müteahhit firmaya hem de belediyeye iletiyorlar. Yapı üzerindeki tarihsel verilerin bir daha geri gelmeyecek şekilde ortadan kalktığı endişesini duyduklarını bildiriyorlar. Kaldı ki, yapıda gerçekleştirilen mühendislik uygulamaları, her iki üniversitenin görüşlerine başvurulan bazı mühendis öğretim üyeleri tarafından da kuşkulu bulunuyor. Ardından da Alper, yapı ile ilgili 1 Numaralı Koruma Kurulu'na, takviye uygulamalarının, yeni bir restorasyon projesi hazırlanıp, kimi strüktürel ve tarihsel sorunlar aydınlatılana kadar durdurulmasını önererek başvuruyor. Kurulun kararıyla, projenin revizyonu ve restorasyonun durdurulması gereksiz görülüyor. Ne yazık ki bu aşamada konunun uzmanlarına, akademisyen restoratörlere ve mimarlık tarihçilerine danışma gereği de duyulmuyor.

Bu durum karşısında proje müellifi Alper görevinden ayrılıyor. Sorumluluğu daha fazla üstlenmeyeceğini bildiriyor. Restorasyon adı altındaki tahribat ise devam edip gidiyor. Çatlaklar dikiliyor, derzler dolduruluyor, zemin takviyesi yapılıyor. Çatı örtüsü kaldırılıyor, kubbe tüm itirazlara karşın içeriden askıya alınıyor. Hiçbir mimarlık tarihi ve teknoloji tarihi araştırması yapılmıyor. Tüm dünyaya borçlu olduğumuz bir bilgi üretme işi yapılmıyor. Gelecekte yapma şansı da ortadan kaldırılıyor; çünkü veriler yok ediliyor. Önemli kesimi çoktan yok edildi bile.