Rakamlarla Türkiye çarpıklığı

-
Aa
+
a
a
a

Ömer Madra: Bir konuğumuz var: Emrah Gürkan. 1978 doğumlu, 25 yaşında bir araştırmacı ve kendisi Cumhuriyet’in 80. yıldönümü kutlamalarına da tam denk getirdiği “Ne kadar muasırlaşabildik?” kitabıyla oldukça büyük bir yankı yarattı. Güncel Yayıncılık’tan yeni yayınlanan kitabı hakkında biz de kendisinden biraz daha etraflı bilgi alalım dedik. Hoşgeldiniz.

 

Emrah Gürkan: Hoşbulduk.

 

ÖM: Bu 20 dakika içinde bize bu “Ne kadar muasırlaşabildik?” konusunda neler söyleyebileceksiniz?

 

EG: Kitabın aslında iki amacı var. Birinci amacı TC’nin 80 yıl sonra geldiği noktayı ortaya koyabilmek. 1923’ün temel hedefi Türkiye’yi çağdaş medeniyetler seviyesine ulaştırabilmekti. 80 yıl sonra hangi noktadayız? Bunu ortaya koyabilmek. Bunu tabii çok geniş bir yelpazede bulunduruyoruz, yani eğitimden sağlığa, yolsuzluktan ekonomiye, 70 konuda Türkiye’nin geldiği nokta rakamlarla nedir?

İkinci amacı ise, bir tartışma açabilmek. 1923-38 dönemi dahil olmak üzere belki artık bazı şeylerin masaya yatırılması gerektiğine inanıyorum ben. Ortada ciddi bir sorun var, yani hata var; zaten rakamlar da bunu gösteriyor. Bakın 80. yıldönümüne denk düşen 2003 yılındaki BM İnsani Gelişmişlik Endeksi’nde Türkiye’nin yeri 96. Aynı endekste Yunanistan 24. sırada, Avrupa’nın en fakir

ülkesi Portekiz 23. sırada. 1960-70’li yıllarda Türkiye, Yunanistan, İspanya, Portekiz çok benzer büyüklüğe sahip, benzer siyasi süreçlerdi. Yani darbeler, milli gelirlere baktığınız zaman aynı şeylerdi fakat 80. yılına düşen 2003 yılında çok ciddi bir uçurum açılmış durumda. Bunun sebepleri nedir? Kitap aslında bu iki amacı ortaya çıkartmak ve...

 

ÖM: Kıyaslamak için. Portekiz ve İspanya gibi ülkeler özellikle ağır ve uzun faşist diktatörlüklerin altından geçtiler, Yunanistan’da ciddi bir 7 yıllık darbe süreci yaşanmıştı.

 

Yunanistan’da oranı bile yok

 

EG: Mesela bakalım; Yunanistan biliyorsunuz bizim ezeli rakibimizdir, birkaç rakam vermek istiyorum ben bu kitapta yaptığım bir araştırmadan ortaya çıkarak; Yunan işçisi Türk işçisine göre 3 kat daha fazla kazanıyor. Yunanistan’da doğan bir bebek 79 yıl yaşarken Türkiye’de 69 yıl yaşıyor, yani Yunanlılar 10 yıl daha fazla yaşıyor Türklere oranla. Dünya denizcilik pazarından Yunanistan’ın aldığı pay 100 milyar dolar, Türkiye’nin ise 3 milyar dolar, ki Türkiye’nin 27 tane ili deniz kıyısında olmasına rağmen. Çalışan her 100 Türk kadınının 72 tanesi tarlada çalışıyor, Yunanistan’da bu rakam 12. Türkiye’de 5 yaşını doldurmuş her 100 çocuğun 16’sının boyu normale göre kısa, bunun sebebi protein eksikliğinden kaynaklanıyor, Yunanistan’da mesela böyle bir oran yok. Yunanistan’da kişi başına düşen sağlık yatırımı 963 dolar, bizde 170 dolar. Bir Yunanlı ortalama 10 yıl eğitim alıyor, bir Türk’ün ortalama eğitim süresi 4.2. Yunanistan’da yetişkinlerin %  97’si okuma yazma sorunun çözmüş, Türkiye’de % 85’i ancak okuma yazma biliyor. Türkiye’de gerçekleşen her 100 doğumun 21’i doktur ve ebesiz gerçekleşiyor. Yunanistan’da böyle bir oran yok, sıfır. Yunanistan’da nüfus % 1 artmış 1980-2000 arasında, Türkiye’de % 20 artmış durumda. Yunanistan bir sanayi işçisine 10.439 Euro brüt ücret öderken Türkiye bir işçisine 3.169 Euro ödüyor. 80 yılık Cumhuriyet 2003 yılında hâlâ nüfusunun % 17’sine sağlıklı içme suyu ulaştıramıyor, Yunanistan’da mesela böyle bir oran sıfır. Mesela son olarak söyleyeyim, kişi başına tuvalet kağıdı tüketiminde Yunanistan Türkiye’ye 16 kat fark atmış durumda. Bunları böyle alt alta koyunca gerçekten çarpıcı ve bizim ezeli rakibimiz Yunanistan’ın bize ne kadar fark attığı ortaya çıkıyor. Tabii biz bunları pek konuşmuyoruz, daha çok en uzun bayrağı biz yaptık, paraşütle en büyük bayrağı biz indirdik ya da TRT Kurtuluş filmi veya Cumhuriyet filmi, resepsiyonlar, bildiğimiz 80 yıllık klasik kutlamaları yaptık.

 

ÖM: Çetin Altan’ın unutulmaz deyimi ile biraz “Türk’ün Türk’e propagandası” şeklinde cereyan ediyor, daha kabuksal ve yüzeysel analizlerle geçiştirmeye çalışıyoruz. Daha doğrusu analizi de barındırmayan genel bir hamasi söylem hakim herhalde. Ama bu rakamları ortaya koyduğunuz zaman durumun mutlaka konuşulması, günümüzdeki deyimle de ‘masaya yatırılması’ ve buradan bazı sonuçlar çıkarılması gerektiği... herhalde amacınız da bu.

 

EG: Evet. Kitap 5 bölümden oluşuyor, 300 sayfa; birinci bölüm ‘Kötü yönetimin maliyeti’. Burada daha çok bölgesel dengesizlik, AB’ye yeni üye olacak 10 ülke ile Türkiye’nin kıyaslamaları, Kıbrıs politikası gibi konuları işledik. İkinci bölümde, ‘Muasır ülkeler nerede, biz neredeyiz?’de eğitim, sağlık, sosyal güvenlik... köylülük çok ciddi bir sorundur Türkiye’de ve bence AB sürecinde Türkiye’nin en çok başını ağrıtacak sorun da köylülüktür. Çünkü şöyle bir dönüp baktığımız zaman, size gayet ilginç birkaç rakam vereyim, AB ülkelerinde milli gelir içindeki tarım sektörünün payı % 0.8 (bu Almanya) ve % 7.1 olan Yunanistan arasında değişiyor. Yani Yunanistan en yüksek tarımsal gelire sahip. Türkiye’de % 14 civarında milli gelire oranı. 15 Avrupa ülkesinin toplam nüfusu 367 milyon, toplam istihdamda tarımın payı % 2.2 İngiltere en düşük, Yunanistan % 20 ile en yüksek, Türkiye % 40 ve Çin’den sonra en büyük ikinci ülke, toplam tarımsal nüfusun oranı dikkate alındığında.

Tabii böyle bir yapının AB potası içerisinde erimesi çok çok zor, mümkün değil, bunun mutlaka bir şekilde aşağı çekilmesi gerekiyor. Ki bence bu AB sürecinde Türkiye’nin en çok başını ağrıtacak konu bu tarım olacaktır. O yüzden kitapta tarıma epey bir yer ayırdık. Türkiye’nin geçmişindeki gelişememesinin en önemli sebepleri arasında tarım ve köylülük zihniyetinin olduğunu ortaya koyduk. Mesela birkaç rakam vermek istiyorum: 15 Avrupa ülkesinde toplam tarım alanı 135 milyon hektar, toplam işletme sayısı ise 7 milyon hektar, mesela işletme sayısı en düşük 3 bin ile Lüksemburg, en yüksek ise 2.5 milyon ile İtalya’da. Türkiye’de ise toplam 4 milyon işletme var, yani İtalya’dan bile fazla, fakat alan olarak 28 milyon hektar. Yani inanılmaz düşük bir alan içerisinde işletmeler yığılmış durumda. Tabii bunun ana sebebi miras yoluyla toprakların devamlı küçülmesi, küçülmesi. Tabii bunun doğal sonucu olarak üretimde bilinçsizlik, teknolojinin olmaması... dolayısıyla köylüler zenginleşemiyorlar, üretemiyorlar, ekonomik katkıları da sınırlı oluyor. Üçüncü noktamız ‘Türkiye ekonomisi.’ Burada Türkiye’nin temel ekonomik sorunlarını ön plana çıkarmaya çalıştım. Mesela biz genelde Kopenhag kriterlerinden bahsediyoruz ama bir de Maastrich kriterleri var tabii ki, bu çok ciddi bir konu.

 

ÖM: Evet, bir madalyonun iki yüzü; Maastrich kriterleri ekonomik, Kopenhag kriterleri doğrudan doğruya çoğulcu demokrasi, hukukun üstünlüğü, azınlık haklarının korunması ve temel ifade özgürlüğü başta olmak üzere bütün temel insan haklarının sağlanması standartları. Bu konuda çeşitli uğraşılar var ama tabii bu açıdan da kıyaslandığında çok mesafe alınması... apaçık ortada.

 

EG: Tabii. Şimdi AB’ye üye olabilmek için illa Maastrich kriterlerini yerine getirmek şart değil, tabii parasal birlik için gerekli bu Maastrich kriterleri. Fakat Türkiye’nin çok ciddi sorunları var, Maastrich’te toplam 5 kriter belirlenmiş, bunun 4’ü bizim için çok önemli, enflasyon, faiz, kamu borcu ve kamu açığı. Mesela enflasyondan başlayacak olursak; Türkiye’nin enflasyonu düşüyor farkındaysanız, % 30’lar seviyesinde yıllık bazda bakacak olursak. Mesela Belçika, Hollanda ve Danimarka’da yıllık enflasyon % 2.5, 2004 yılında katılacak 17 ülkenin de ortalaması % 2 civarında, bizde bunların yaklaşık 10 katı civarında enflasyon var. 2003 yılı bütçe açığının bizde % 12.3 olacağı tahmin ediliyor, yani Maastrich’in toplam 4 katı büyüklükte bir bütçe açığı var bizde. Türkiye’nin 2003 Haziran sonu itibarı ile kamu borçları, iç borç toplamı 175 katrilyon, dış borç ise 60 milyar dolar. Yani milli gelire oranı % 80’ler civarında, % 60’ın üzerinde olmaması gerekiyor. Faiz zaten başka bir sorun.

 

Düzenli vergi ödeyenler “enayi” yerine konuluyor

 

ÖM: Bir de tabii IMF’ye dünyadaki en büyük borcu olan ülkelerden bir tanesi değil mi Türkiye?

 

EG: Evet. Mesela onun da burada rakamlarını koymuş durumdayız.

 

ÖM: Sizin üzerinde durduğunuz önemli bir nokta da vergi alınamaması. Ezeli ve ebedi problemlerden bir tanesi Türkiye’nin herhalde, bu da çok önemli bir kanama alanı meydana getiriyor değil mi?

 

EG: Evet, bugüne kadar genelde “vergi alma, borç al” mantığını TC hükümetleri uygulamaya çalıştı, borçlanma yoluyla giderler finanse edilmeye çalışıldı, fakat artık tabii deniz bitti. Artık gırtlağa kadar borçlanmış durumdayız. Şimdi genelde yapı zaten pek vergi almaya da müsait değil. Genelde mesela Ankara köylülüğe karışmıyor diyelim, mesela tarım kesimi, vergi istemiyor, o kesimler Ankara’ya pek karışmıyor. Genel yapı böyle oldu. Bakacak olursak, her 3 liradan 2 lirası Türkiye’de vergiden kaçırılıyor. İsviçre’nin en büyük özel bankası UBS’in bir araştırmasına göre, mesela otomobilde en yüksek vergi alan dünyadaki üçüncü ülke Türkiye. Bugüne kadar 10 defa vergi affı, 5 defa SSK affı yapmışız, ki bu da komik bir şey aslında. Yani devlet bizatihi düzenli vergisini ödeyenleri enayi yerine koyup, vergisini vermeyenleri bir şekilde ödüllendiriyor bu vergi aflarıyla. OECD’ye üye 30 ülke arasında Türkiye kadar vergi oranı artan hiçbir ülke yok mesela. OECD ülkelerinde toplam vergilerin geliri % 18 iken bizde % 30 civarında.

 

ÖM: Neredeyse iki katı yani?

 

EG: Evet. Bence asıl önemli sorun, toplanan vergilerin % 81’ünün 4 ilden gelmiş olması, yani İstanbul, Ankara, İzmir ve Kocaeli illerinin toplam nüfusu 22 milyon civarında, fakat toplanan vergilerin % 84’ünü bu 4 il veriyor.

 

ÖM: Bu da büyük bir bölgesel dengesizlik sorununa işaret ediyor herhalde?

 

EG: Evet, 77 tane ile toplam verginin % 19’unu ödeyebiliyor sadece, düşünebiliyor musunuz böyle bir şeyi?

 

ÖM: Peki bir de gelir dağılımı adaletsizliği açısından kıyaslama yaptınız mı? O da en temel sorunlardan bir tanesi olarak ortaya çıkıyor çünkü.

 

EG: Evet. Mesela burada bir tablo oluşturdum: Doğu illeri ne zaman İstanbul’un refah seviyesine ulaşabilir? 2000 yılı verilerine göre, Adıyaman’ın İstanbul seviyesine ulaşması hiçbir zaman mümkün değil, Ağrı’nın 2190 yılında ancak İstanbul’un refah seviyesine ulaşıyor. Tabii bunu için şöyle bir şey olması gerekiyor, Ağrı’nın sürekli büyümesi gerekiyor. Ardahan 2038, Bayburt 2025, Bingöl 2077, Bitlis hiçbir zaman, Hakkari 2083, Iğdır 2049, Kars 2066, Van hiçbir zaman İstanbul seviyesine ulaşamayacak, vs. liste böyle gidiyor.

 

ÖM: Kayıt dışı ekonominin ve yolsuzluk ekonomisinin de özellikle bu bankacılık ve finans sektöründe, enerji sektöründe ve medya ile ilgili problemleri de çok büyük tabii. Her 3 kişiden 1’inin rüşvet vermekte olduğunu da tespit ediyorsun. Bu büyük bir çürümenin işareti aynı zamanda ve bir de devlet ihale yasalarıyla da usulsüz yollardan zengin edilen kişilerin çokluğu göze çarpıyor.

 

EG: Ulusal Saydamlık Örgütü’nün 2002 yılı endeksine göre Türkiye dünyada 38. sırada rüşvette. Bangladeş ilk sırada. Rüşvet gerçekten çok ciddi bir sorun, yani trafik polisi, gümrük, vergi dairesi, tapu daireleri, polis, hastaneler... Tabii bunda Türkiye’nin bürokratik yapısının çok büyük rolü var. Türkiye gerçekten müthiş bir bürokratik saltanat içerisinde. Almanya’da 12.500 tane toplam kamu aracı varken, Türkiye’de 125 bin tane kamu aracı var; lojmanlar, sosyal tesisleri, cep telefonları... bunlara baktığınız zaman bürokrasi müthiş bir saltanat sürüyor aslında, bu da gerçekten ciddi bir sorun.

 

ÖM: Bu da yolsuzluğun temel nedenlerinden, gerekçelerinden birini oluşturuyor. Bir de tabii büyük bir enerji vurgunu var ki, belki de en önemli meselelerinden birini oluşturuyor, değil mi?

 

GE: Evet. Kitapta da enerji konusunda bazı saptamalarımız var. Mesela kaçak elektrik kullanımı % 25 civarında Türkiye genelinde. Bu tabii çok ciddi bir rakam, Güneydoğu’da % 70’lere ulaşıyor. Doğalgazda dışa bağımlılığımız sürekli artıyor, fakat yapılan anlaşmalarla ödediğimiz, Hazine’nin üstlendiği paralar tabii çok ciddi rakamlar. Özelikle enerjide yapılan yolsuzluklar 1990’lardan itibaren müthiş boyutlara ulaşmış durumda.

 

ÖM: Bir de genel olarak ‘Cumhuriyet, demokrasi ve ordu’ diye adlandırdığınız bir bölüm var, laiklik, düşünce özgürlüğü, bürokrasinin, ordunun durumu. O konuda da bize biraz sayısal bilgi verebilir misiniz lütfen?

 

Diyanet ordusunun telefonları

 

GE: Mesela 2003 bütçesinde Diyanet İşleri’ne ayrılan 772 trilyon lira. Adalet Bakanlığı 1 katrilyon lira. Yani aşağı yukarı devletin gözünde Adalet Bakanlığı ve Diyanet İşleri Bakanlığı eş konumda. Daha komiği, Enerji Bakanlığı, Turizm Bakanlığı, Çevre Bakanlığı ve Orman Bakanlığı’nın bütçesi Diyanet’ten çok daha az. Diyanet İşleri Başkanlığı 70 bin personelle Türkiye’nin en kalabalık teşkilatlarından bir tanesi. Devletin kalbi sayılan Başbakanlık’ta bile 1500 tane kamu telefon (cep telefonu dahil) varken, Diyanet’te 3500 tane telefon hattı var.

 

ÖM: Başbakanlık’tan çok daha fazla, iki kattan fazla. Bu şaşırtıcı doğrusu.

 

GE: Tabii bir de şöyle sorun var, hepimiz laikiz, laikiz diyoruz fakat laiklik nedir, bu kavramı da belki biraz tartışmak gerekiyor. Yani Hıristiyan vatandaşlardan vs. toplanan vergilerle belli bir mezhebin giderlerini karşılamak ne kadar laiklikle örtüşüyor, bu da ayrı bir konu. Bunu hiç konuşmuyoruz genelde, fakat bunun konuşulması gerektiğini düşünüyorum.

 

ÖM: Düşünce özgürlüğü konusunda bu Kopenhag kriterleri dediğimiz şeye ulaşmak açısından düşünce özgürlüğünün durumu nasıl bir gelişme göstermiş bugüne kadar, 80 yıllık süreç içinde?

 

EG: Son 2-3 yılda gelişen özgürlüklerimiz belki 78-80 yıldan çok daha ilerisinde.

 

ÖM: Özellikle ifade özgürlüğü açısından.

 

EG: Bu uyum paketleri süresince, Türkiye belki tek başına kalsa çok uzun süre yapamayacağı değişimleri belki mecburen yapmak zorunda kaldı. Yani ifade özgürlüğü sınırları genişletildi, MGK düzenlendi, DGM’lerde düzenlemeler oldu, anadilde eğitim, idam cezası, kitap yakılmasına son verildi, gözaltı süreleri 4 günle sınırlandırıldı, her türlü şey değişti aslında baktığınız zaman. Fakat tabii önemli olan burada uygulama, son AB ilerleme raporu da bunu söylüyor: “Evet, Türkiye’de çok ciddi bir değişim var, bunları biz gözlemliyoruz, fakat uygulamada hala ciddi sorunlar var.” Birkaç ay önce bir adam çocuğuna Kürtçe isim koyamadı, engellendi. Aslında baktığınız zaman 3 ay öncesine kadar, yasalarda bu değiştirilmişti fakat hâlâ uygulamada ciddi sorunlar var. Bürokrasi direniyor.

 

ÖM: Belki de son olarak da, genel olarak MGK çerçevesinde silahlı kuvvetlerin siyasi alandaki, platformdaki ağırlığından da bahsetmek gerekecek herhalde bir kaç cümle ile?

 

EG: Türkiye milli geliri oranları dikkate alındığında silahlanmaya en çok para harcayan ülkelerin başında geliyor. Mesela NY Times’ın bir haberinde görmüştüm, 2000 yılında dünya birincisi imiş milli gelire oranı dikkate alındığında. Onun dışında, silah altında zorunlu askerlik yapan ülkeler açısından Çin birinci, Türkiye ikinci sırada yer alıyor. Topyekûn sayı açısından da dünya 7. Türkiye. Tabii askerlerin çok ciddi bir ağırlığı var hâlâ, bu tabii belli bir ölçüde son bir iki yılda birazcık azaldı gibi gözükse de hâlâ etkin. Fakat bunun bir şekilde artık konuşulması,  tartışılması gerektiğini düşünüyorum.

Emrah Gürkan

 

ÖM: Özellikle de mesela iş aleminde OYAK’la beraber bir holding olarak büyük bir faaliyet gösterdiğinin, OYAK grubuna bağlı şirketlerin de dökümünü yapmışsınız; ‘Ordunun holdingi olur mu?‘ şeklinde bir başlık altında, bu da bir problematik yaratıyor herhalde değil mi?

 

EG: Biz OYAK’a hiç bu açıdan bakmıyoruz, yani Türkiye’nin en büyük 10 holdinginden bir tanesinin yönetim kurulunda 5 askerin bulunması ve genel müdürünün basına verdiği demeçlerde “Hep savaş taktikleri uyguladık kazandık, iş hayatı bir savaştır” vs. demeçler vermesi nedense bizi hiç rahatsız etmiyor. Nasıl olur da Türkiye’nin en büyük holdinglerinden bir tanesi askerlere ait olur? Bu konu nedense hep dikkatlerden kaçıyor veya konuşulmak istenmiyor belki. Dönüp baktığınız zaman otomotiv grubunda OYAK-Renault Mais, Omsan, Goodyear, çimento grubunda Adana Çimento, Bolu Çimento, Ünye Çimento, Mardin Çimento, finans grubunda OYAK Bank, Oyak Yatırım Menkul Değerler, kiralama, finansal leasing şirketi, gıda grubunda Hektaş, Tukaş, Tam Gıda, Eti Pazarlama, hizmette Oytaş, Oyak Enerji, Oyak İnşaat, Oyak Savunma... yani her alanda var. Tabii ‘bunun yarattığı haksız rekabet var mı, yok mu?’ hiç konuşulmuyor. Aslında bu konuların konuşulması gerektiğini düşünüyorum.

 

ÖM: Bence zaten sizin bu epey de yoğun bir hazırlık sonucunda ortaya çıkartmış olduğunuz anlaşılıyor, çok fazla tablo ve rakamlara da yer verilmiş, bütün hepsi çıkarılmış. Asıl bu Güncel Yayıncılık’tan  yayınlanan kitabınızda “Ne kadar muasırlaşabildik? - 80. Yılında Cumhuriyet” adlı kitabınızda bütün meselenin tartışılabilmesi için bir taş, bir adım olarak ortaya çıktığı söylenebilir.

 

EG: Evet.

 

ÖM: Peki, çok teşekkür ederiz.

 

(5 Kasım 2003 tarihinde Açık Radyo’da Açık Gazete programında yayınlanmıştır.)