No.426 - Marlon Susmadı, Ya Medya?

-
Aa
+
a
a
a

Çağın son büyük sanat dalı sinemanın belki de gelmiş geçmiş en büyük oyuncusu olan Marlon Brando, 80 yaşında yapayalnız, korkunç şişman ve beş parasız bir enkaz olarak öldü. Gazeteler ve televizyonlar, Hollywood filmlerinin ve Amerikan televizyon dizilerinin büyük çoğunluğunda olduğu gibi son derece beklenebilir bir “son”a tastamam uygun şekilde ele aldılar olayı: Marlon’un gençliğindeki inanılmaz güzelliği, bütün modern kuşağı derinlemesine etkileyen oyunculuk yeteneği ve “metod”u, sesi, mırıltısı, eksantrikliği, kadınları, trajedileri, gizemi, içedönüklüğü vb. hepsi ele alındı; bunlar onun eski ve yeni görüntüleri eşliğinde kapsandı ve bilumum dedikodusuyla birlikte daha günlerce böyle kapsanmaya devam edileceğini de tahmin etmek hiç zor değil.

 

Bir küçük nokta haricinde yalnız: Marlon’un “duruş”u. Uzlaşmaması. Dikbaşlılığı.    Dünyanın gidişatı hakkındaki sözü. Söz-davranış birliği. Estetik-etik bütünlüğü ... Naçiz tefrikacınız bunlara değinildiğine pek rastlamadı doğrusu. Tuhaf.

 

Çünkü, bakınız: Broadway’de “İhtiras Tramvayı”nda kesintisiz 30 dakika ayakta alkışlanıp, Amerika’daki kadınların ve genç kızların akıllarını başından aldıktan sonra Hollywood’a geçtiği en ateşli yıllarında, daha yirmibeş yaşına basmadan, hem Sivil Haklar Hareketi, hem de genel barış ve adalet hareketi içinde en ateşli bir aktivist olarak yer almakta tereddüt etmemiş bir adam var ortada. Yarım yüzyıla yakın bir aktivizm kariyerinin kilometre taşlarına şöyle üstünkörü bir bakış atalım mı:

 

1959’da, Harry Belafonte ve Ossie Davis gibi dikbaşlı siyahi müzisyenlerle birlikte, SANE adlı nükleer karşıtı hareketin hem de eğlence endüstrisinin kalbi Hollywood’daki kolunun kurucuları arasında görüyoruz onu...

 

1963’te, dikbaşlı siyahi yazar James Baldwin’le kolkola bu sefer: Washington’a doğru yapılan o unutulmaz haklar yürüyüşünde...

 

Sonra Paul Newman’la, otobüslerde ırk ayrımını öngören kanuna “derin Güney”de itaatsizlik ederken...

 

Daha sonra 1964’te yani bundan tam 40 yıl önce, bu kez California’da, Puyallup kızılderili kabilesi reisi Bob Satiacum’la o nehirde ruhsatsız balık tutma “eylemi”ne girişerek sivil itaatsizlik yapar ve bu tuhaf balık avının bedelini tutuklanarak öderken...

 

Başkaldırı ve cinayetlerle dolu o unutulmaz 1968 yılında Martin Luther King’in katledilişinin ardından, bunu protesto için önemli bir filmin başrolünü reddeder ve “onun boşluğunu sevgi ve empati ile dolduramazsak, toplum olarak ayvayı yediğimizin resmidir” mealinde konuşurken... Derken, Kara Panter’lere ve hapiste öldürülen aktivistlere para ve destek verirken... Siyah aktivist Bobby Seal’le arkadaşlık, yoldaşlık ederken... ve bunların bedellerini filmlerinin “Derin Güney” eyaletlerinin sinema salonlarında yasaklanması, bizzat kendisinin de Hollywood’da “Brando Kara Listesi”ne alınarak önemli rollerden mahrum bırakılması ile öderken...

 

1972’de akıl almaz bir “geri dönüş” hamlesi yaparak “Baba” filmindeki rolü ile aldığı ikinci Oscar ödül törenine, ödülü reddettiğini bildirmek üzere kendi yerine Sacheen Littlefeather diye bir yerli kadını gönderip, ABD hükumetinin yerlilere karşı süregelen ezme politikalarını protesto eden bir metni okuturken ve bunun bedelini törendeki davetliler tarafından yuhalanmakla öderken...

 

Küresel iklim değişikliğine karşı çevre koruma hareketleri içinde hem bedeni, hem kesesi ile her daim bilfiil yer alırken...

 

Ve nihayet, daha geçen yıl, o tek gözlü bungalovunda hastalık, borç-harç ve gerçekten şaşırtıcı bir sefalet içinde yüzdüğü, arkadaşı Jack Nicholson’ın yiyecek yardımlarına muhtaç olduğu halde, imzasını da emekli maaşlarının yatırıldığı banka hesaplarını da ABD’nin Irak savaş ve istilasına karşı mücadele eden barış aktivistlerinin hizmetine sunarken...

(Bkz.: Dave Zirin, “A Eulogy For Our Marlon Brando/Marlon’umuza Bir Kaside”, CommonDreams.org, 2 Temmuz 2004)

 

Gazete ve televizyonların yarım yüzyıllık bir oyunculuk ve aktivizm kariyerinin ardından bu “öteki yüzde elli”nin pek sözünü etmemeleri tuhaf. Ama, şaşırtıcı değil, öyle değil mi?

 

Marlon’umuz, Bertolt Brecht’i bir an olsun yanıtsız bırakmadan geçti bu dünyadan: Onun ardından, “Büyük savaşların hazırlığı sürerken... büyük oyuncuları suskundu” diyemeyecekler.

 

Bush’un kendisini öven taziyet sözlerini umarım duymuyordur.

 

Devamı haftaya...