No.379 - Tarihten bütünleme sınavları

-
Aa
+
a
a
a

Merhaba kâinat!..

Konumuz galiba tarih. Tarih-öncesi ile birlikte döne döne tarih okunması gerektiği, belki de tarihte hiç bu kadar sık “kafamıza kakılmamış”tı dense yeridir.

ABD’nin çok saygın ve öngörülü siyaset bilimcilerinden Benjamin Barber, geçen hafta London School of Economics’te yaptığı konuşmada, tarih bilgisine sahip olmaksızın hiçbir yere gidilemeyeceğini son derece açık ve net bir dille bir kez daha ortaya koyuyor ve “malûmu ilan” ediyordu. “Hiçbir Ülke Bir Başka Ülkeyi Demokratikleştiremez” başlığını taşıyan konuşmada, “Böyle bir fikir, temel demokrasi kurma fikrini yanlış anlamamıza ve Britanya ve Amerika tarihini yanlış okumamıza yol açar” diyor ve şunu ekliyordu: Demokrasinin niteliğini anlamadan işe girişen “liderlerimiz, başka halklara demokrasi getirme gereğinden söz etmeden önce kendi tarihimizi okusalar çok iyi ederler... [Çünkü] Demokrasi yukarıdan aşağıya değil, aşağıdan yukarıya doğru inşa edilir.” (The Observer, 29 Haziran 2003)

Britanya’nın en saygın tarihçilerinden Hobsbawm’un, “ABD İmparatorluğu Nereye Gidiyor?” başlıklı yazısında, aynı kaygılı “tarih okuma” uyarısına rastlamıştık: “Bir insan ömrü kadar bir sürede bütün sömürgeci imparatorlukların sonlandığına, Hitler’in sözde ‘Binyıllık İmparatorluğu’nun oniki yıl sürdüğüne ve Sovyetler Birliği’nin dünya devrimi düşünün sonuna tanık olduk... Yönetimler, Amerikan gücünün bir sınırı olduğunu gösterebilmelidir. Şu âna dek bu yöndeki en olumlu katkı Türkiye’den geldi. Bedelini ödeyeceklerini bildikleri halde, yapmayı göze alamayacakları şeyler olduğunu söylediler.” (Le Monde Diplomatique Türkiye, 15 Haziran 2003)

Dramatik bir biçimde değişen dünyaya girerken, yönümüzü yöremizi bulma, kıyaslamaları yapabilme, âşinâ pırıltılarını görme konusunda tarihe bakmaktan daha doğal birşey olamayacağını söyleyen de, ABD’nin saygın Uzak Doğu tarihçisi John W. Dower. Son yazısında o da, Hobsbawm gibi, kısa ömürlü imparatorluklara bir bakıyor ve Japon faşizminin Mançurya işgali ile günümüz ABD İmparatorluğu arasında biraz da tüyler ürpertecek parallelikler olduğunu ortaya koyuyor: “İmparatorlukların ömrü konusunda konuşacaksak, Japonya’nın katettiği yol kısa oldu, ama ardında bıraktığı yıkım muazzamdı... İstilânın ve imparatorluğun derinleşmesine rağmen, Japon liderler ve izleyicileri rap rap yürümeye devam ettiler – yurtseverlik ateşi ve acınası bir fatalizmin dürtüsüyle. Ancak sonradan, yenilginin ardından, bütün o akıldaneler ve politikacılar ve sokaktaki insanlar bir geri adım atıp sordular: Nasıl oldu da bu kadar aldatılabildik? Bu soruyu cevaplamak için şimdi daha iyi durumdayız.” (“Öteki Japon İstilâsı, TomDispatch; Znet, 20 Haziran 2003)

“ABD’nin neler yaptığı ve dünya sisteminin nasıl çalıştığı konusunu nasıl daha iyi kavrayabiliriz?” sorusuna Pakistan kökenli Britanyalı tarihçi ve yazar Tarık Ali, kendisiyle yapılan son mülâkatte, hiç de farklı bir yanıt getirmiyor: “Önerebileceğim şeylerden biri şu: Tarihi ihmal etmeyin. Bir bütün olarak kültürümüzde meydana gelen olgulardan biri, tarih konusunun devalüe olması, değer kaybetmesi... Amerikalı dostlarıma her zaman söylediğim, Amerika’nın her yönden zengin bir ülke olması. Amerika ekonomik bakımdan çok zengin. Kendi içinde yeşermiş muhalefet hareketleri bakımından da çok zengin. Aynı zamanda, bütün dünyada işlediği vahşet bakımından da çok zengin. Bu zenginliklerden hangisini tercih ettiğinize bağlı.” (Z Magazine Online, Nisan 2003)

Örnekler böyle sürüp gidiyor. Tarihçilere ve tarihe atıf yapan siyaset bilimcilerle gazetecilere, aktivistlere, düpedüz dürüst insanlara bugünlerde çokça iş düşüyor yani. (Neredeyse sınırsız denebilecek sayıda örnek verilebilir; ama, orijinalleri ya da çevirileri ile son bir-iki ayda bu Site’de yer alan alıntılanmış ya da hazırlanıp sunulmuş “yayın”lara bir göz atmakla yetinebilirsiniz şimdilik: Paul Kennedy, Chalmers Johnson, Noam Chomsky, Arundhati Roy, Subcomandante Marcos’un yazıları, Hasan Cemal’le Şahin Alpay söyleşisi, Selim Dindar’la Neşe Düzel mülâkati, Yıldırım Türker’in, Taner Akçam’ın yazıları, Ahmet İnsel’in yazıları ve onunla yapılmış mülâkat-programlar, Fisk’inSami Ramadani’nin, Said’in, Pilger’ın, Monbiot’nun, Klein’ın, Andrew Rawnsley’in, Ali Abunimah’ın ve daha birçoklarının yazıları... Hepsi de illâ tarih okumamızda israr eden yazıları.)

Tabii, yalnız onlara değil. Bunları kaleme alanlar, hiçbir zaman sadece “keyfe keder” olsun diye yazmıyorlar bunları çünkü. Okurlara, onları yazanlardan daha sıkı bir okuma görevi düştüğü apaçık ortada. Üstelik ve maalesef, bu görev, salt okumakla da bitmiyor. Bu, bir tür “tarih’ten bütünlemeye kalmış” olmak gibi bir şey. Zaten iyi ödev yapmamış, çakmışız bir kere. Şimdi en azından çok ter döküp bilgi “bütünlemek” lâzım.  Eh, az okumuş, geç okumuş, geç konuşmuş, az konuşmuş olmanın epey bir bedeli olabiliyor tabii. Fazla umut belirtisi olmasa da şimdi artık çok okumak, söylemek, yazmak, enikonu didişmek gerekiyor. Gerekiyor değil, şart aslında:

“Valla, sanırım ben önceden programlanmış bir iyimserim. Ama sanırım asıl mesele, bizim gibi insanlar, her halükârda bunu yapmak zorunda. Umut ya da umutsuzluk, meselelere bir bakış açısı meselesi. Ama, umut olmasaydı da ben gene de yaptığımı yapıyor olurdum. Çünkü yaptığım bu; ben buyum; böyleyim ben... Sadece umut var diye mücadele ediyor olamayız. Sadece umutsuzluk olsaydı, mücadele etmek için daha da çok sebep olurdu...” (Arundhati Roy, Democracy Now Radyosu’nda Amy Goodman ile söyleşi, Znet, 31 Mayıs 2003.)

Hadi biraz tarih çalışalım.

Devamı haftaya...

Not: “Kâinatın Tefrikası” artık – en azından yaz döneminde – haftalık.