No. 493 - Lovelock'a Göre Dünya Ya da Tabiat Ana 101

-
Aa
+
a
a
a

Yeni yılın hemen başlarında, 16 Ocak tarihinde Independent gazetesinde James Lovelock'un bir makalesi yayımlandı. Profesör Lovelock, yeryüzünün ilginç insanlarından biri: Öncelikle bağımsız bir bilim adamı, pek çok buluşa imzasını atmış önemli bir mucit, saygın bir yazar, küresel ısınma fenomeninin tehlikelerini dünyada ilk dile getiren, bunu 20 yıldır ısrarla tekrarlayan aktif bir çevreci ve – bilim dünyasında giderek daha geniş bir çerçevede kabul görerek, artık bir teori muamelesi görmeye başlayan – "Gaia" (Tabiat Ana) hipotezini ortaya atan bir düşünür. Gaia hipotezi, dünyanın bir süperorganizma şeklinde işlev gördüğünü ileri sürüyor. Yani, Dünya'mız taşı toprağı, havası-suyu ile yaşayan bir varlık olarak hareket etmekte. 

 

Makale, şöyle başlıyor:

 

"Genç bir polis hanımı, yapmaktan zevk aldığı görevi başında çalışırken hayal edin; sonra, çocuğu kaybolmuş bir aileye, çocuğun yakındaki bir ormanda cinayete kurban gitmiş olduğunu bildirme görevini yerine getirirken hayal edin onu. Ya da, göreve yeni atanmış genç bir doktoru düşünün: Size, yaptığı biyopsi sonucunu, yani metastaz yapmış  azgın bir tümörün bedeninizi istila etmiş olduğunu söylemekle görevli. Doktorlar ve polisler, korkunç ve basit gerçeği kimilerinin vakur bir şekilde kabul ettiğini, kimilerininse nafile yere bunu inkâra çabaladıklarını bilir... Doktorlarla polislerin görevden kaçma şansı yoktur."

 

İşte bu "kaçarı olmayan" görev sorumluluğu dolayısıyla, Dr. Lovelock da acı haberi şöyle veriyor bize:

 

"Bu, şimdiye kadar yazdığım en zor makale – zorluğu aynı sebeplerden kaynaklanıyor. Gaia teorim, Dünya'nın bir canlı gibi hareket ettiğini öngörür; şurası da çok açık ki, canlı olan her şey, sağlıklı bir hayat sürebileceği gibi, hastalığa da yakalanabilir. Tabiat Ana (Gaia) beni bir gezegen hekimi haline getirdi ve ben mesleğimi çok ciddiye alıyorum; işte bu yüzden şimdi kötü haberi vermek zorundayım.

 

Dünyanın dört bir yanındaki iklim merkezleri bir hastanenin patoloji laboratuarlarına tekabül ederler; onlar Dünya'nın fiziksel durumunu rapor ettiler, iklim uzmanları  onu ağır hasta olarak görüyorlar ve yakın bir gelecekte bir humma ateşi ile yanacağını, bu ateşli durumun 100 bin yıl kadar sürebileceğini söylüyorlar. Size şunu söylemeliyim ki, Yeryüzü ailesinin üyeleri ve onun yakınları olarak sizler ve bilhassa medeniyet vahim bir tehlike içinde.

 

Gezegenimiz, üç küsur milyar yıllık ömrünün büyük bölümünde, tıpkı bir hayvanın yaptığı gibi, sağlığını korudu ve hayata uygun şekilde yaşadı. Güneşin yaşamı biraz zorlaştıracak kadar sıcak olduğu bir dönemde Dünya'yı kirletmeye başlamış olmamız bir talihsizlikti. Gaia'nın ateşini yükselttik; yakında durumu kötüleşecek ve komaya benzer bir duruma girecek. Tabiat Ana bu duruma daha önce de düşmüş ve düzelmişti, ama iyileşmesi 100 bin yıldan fazla zaman almıştı. Bunun sorumlusu bizleriz ve sonuçlarına da katlanacağız: Yüzyıl ilerledikçe sıcaklık ılıman bölgelerde 8 derece, tropiklerde ise 5 derece yükselecek..."

 

Tam da bu noktada, Dünya'nın ve belki de Kâinat'ın en tuhaf paradokslarından biri de ortaya çıkıyor. İnsanların atmosferi kirlettikçe, küresel ısınmanın yavaşlamasına sebep olmaları gibi bir acayiplik ortaya çıkıyor. Bu benzersiz tuhaflığın açıklamasını ve yol açabileceklerini gene Lovelock'un kalemine bırakalım:

 

"Gariptir, kuzey yarıküredeki aerosollerin yarattığı kirlenme, güneş ışınlarını uzaya geri yansıttığı için küresel ısınmayı azaltmakta. Bu "küresel karartma"  geçicidir; zaten dumandan ibaret olduğu için, birkaç gün içinde tıpkı duman gibi dağılıp gidebilir ve bizleri küresel sera etkisinin sıcağına tümüyle maruz bırakabilir. Bir aptalın iklimi içinde bulunmaktayız aslında – kazara dumanla serinleyen bir iklimin. Ve, daha bu yüzyıl bitmeden, aramızdan milyarlarcası ölecek ve geriye kalan pek az sayıdaki üreyen çift, iklimin yaşanabilir olduğu kuzey kutbu bölgesinde varlığını sürdürecek.

Dünya'nın kendi iklimini ve bileşimini düzenlediği gerçeğini gözden kaçırdık ve bunu kendimiz yapmaya çalışma gafletine düştük, sanki üstümüze vazifeymiş gibi. Bunu yapmakla, kendimizi köleliğin en kötü biçimine mahkûm ettik. Dünya'nın kâhyası olmayı seçtiysek eğer, o zaman atmosferi, okyanusları ve yer yüzeyini hayata uygun şekilde tutmaktan da biz sorumluyuz demektir. Bunun imkânsız bir iş olduğunu da yakında göreceğiz..."

 

Hmm, durum vahim! Bu vahameti, daha doğrusu bu kadar temel ve basit bir gerçekliği, yani "doğa'nın doğasını" neden fark edemedik acaba bugüne kadar? Aslında, inanılmayacak kadar basit bir sebepten dolayı: "Charles Darwin'den bu yana Yeryüzündeki hayata yepyeni bir bütünsel bakış açısını getiren ilk insan" olarak tanımlanan Profesör James Lovelock, geliştirdiği analizin kendisine başka bir izah tarzı bırakmadığını, Gaia'nın kendi kendisini düzenleyen mekanizmasının, ısınma konusunu düzenlemeyi başka bir güce bırakmasının "eşyanın tabiatı icabı" imkânsız olduğunu anlatıyor. Çünkü, Yeryüzü sistemi, sınırsız sayıda geri besleme mekanizmasını bağrında barındırıyor. İşte bu mekanizmalar milyarlarca yıldır uyum halinde hareket ederek, aksi takdirde çok daha soğuk olması gereken Yeryüzünü, yaşama elverişli belli bir sıcaklıkta tutmayı başarmışlardı. Oysa şimdi, aynı geri besleme mekanizmaları gene bir araya geliyor, ama bu kez tam aksi yönde hareket ediyorlar: ulaşım ve endüstri gibi insan faaliyetleri sonucunda karbondioksit ve benzeri sera gazlarındaki muazzam salımlar yüzünden ortaya çıkan ısınmayı katbekat artıracaklar. Bunun anlamı da şu oluyor: gezegenin o kadim düzenleyici sistemi üzerinde insanlığın yarattığı tahribat, doğrusal olmayacak; yani, kontrol edilemez şekilde hızlanarak artacak. (Michael McCarthy, Environment in Crisis; We Are Past the Point of No Return, The Independent, 16 Ocak 2006)

 

Profesör Lovelock, bu olguyu, "Gaia'nın İntikamı" diye adlandırıyor ve bunu, 2006 Şubat'ında yayımlanacak aynı adlı yeni kitabında (Penguin) etraflıca anlatıyor. Ona kulak vermeye devam edelim:

 

"Yeni kitabımda bu düşünceler açımlanıyor, ama siz gene de bilimin Yeryüzünün asıl tabiatını fark etmesi neden bu kadar zaman aldı diye sorabilirsiniz. Bence şundan oldu: Darwin'in vizyonu o kadar iyi ve açık- seçikti ki, bu vizyonu iyice sindirmek için bu güne kadar gelmemiz gerekti. Darwin'in zamanında atmosferin ve okyanusların kimyası hakkında pek az şey biliniyordu; dolayısıyla, organizmaların kendi çevrelerine uyum sağlamanın (adapte olmanın) yanı sıra, o çevreyi değiştirip değiştirmedikleri olgusunu Darwin'in düşünmesi için çok fazla da sebep yoktu aslında.

Hayatla çevrenin sıkı sıkıya bitişik olduğu ve bu ikisinin birlikte gittiği, o dönemde bilinebilmiş olsaydı eğer, Darwin evrimin yalnızca organizmaları değil, bütün gezegen yüzeyini de içerdiğini görebilecekti. O zaman biz de Yeryüzüne bir canlıymış gibi bakabilecektik; havayı kirletemeyeceğimizi ve/ya Yeryüzünün derisini – yani onun orman ve okyanus ekosistemlerini – kendimizi beslemekte, evlerimizi döşemekte kullanabileceğimiz bir basit ürün olarak kullanamayacağımızı bilebilecektik. O zaman, bu ekosistemlere dokunulmaması gerektiğini, çünkü onların yaşayan Yeryüzünün bir parçası olduğunu içgüdüsel olarak hissedebilecektik."

 

Ama hissedemeyiverdik işte. Bilemedik. Öyle bakamadık...

 

Peki, dönülmez akşamın ufkundaysak eğer ve eğer vakit de çok geç ise, şimdi ne yapacağız o zaman? Uluslararası camia, ülke toplulukları, tek tek ülkeler, birey toplulukları ve tek tek bireyler olarak? Ne yapmalıyız?

 

"...Öncelikle, değişikliğin ürkütücü hızını akılda tutmalı, harekete geçmek için ne kadar az vaktimiz kaldığını idrak etmeliyiz. Ondan sonra da her topluluk ve her ülke, medeniyeti sürdürebilmek, onu ayakta tutabilmek için eldeki kaynakları elden geldiğince uzun süre en iyi biçimde kullanmanın yollarını aramalı. Medeniyet dediğin, enerji yoğun bir şeydir ve çökmeden onun düğmesini kapatamayız. Dolayısıyla, güdümlü bir inişe (powered descent) geçmenin güvenliğine ihtiyacımız var..."

 

Hemen akla gelen ikinci soru da şu tabii: Peki bu mümkün mü? Lovelock, bu çapta bir bilim adamı için şimdiye kadar benzerine rastlanmamış bir "net-karamsarlık" tablosu çiziyor:

  

"İkinci Dünya Savaşı'ndaki diyetle beslenecek kadar yiyecek yetiştirebiliriz, ama biyolojik yakıt üretmeye ya da rüzgâr çiftlikleri kurmaya yetecek toprak bulunduğu düşüncesi, komiktir. Ayakta kalmak, varlığımızı sürdürmek için elimizden geleni yapacağız, ama ne yazık ki Amerika Birleşik Devletleri'nin ya da Çin'le Hindistan'ın büyüyen ekonomilerinin, zamanında kısıntıya gidecekleri ihtimalini göremiyorum. Ve sera gazı salımlarının asıl kaynağı da onlar. Yani, en kötüsü olacak ve geriye kalanlar da cehennemî bir iklime uyum sağlamak zorunda kalacaklar."

 

"Cehennemde 100 bin yıllık bir mevsim"! Peki kim kazanıyor, kim kaybediyor?

Lovelock'a göre bir "kaybet kaybet" durumu sözkonusu:

 

"Belki de en hüzün verici olan şey, bu işten Gaia'nın da bizim kadar ve hatta daha fazla kayıplı çıkacağı gerçeği. Yaban hayatı ve koca ekosistemler de yokolmakla kalmayacak sadece; insan uygarlığının şahsında gezegen de çok değerli bir kaynağını yitirmiş olacak. Biz sadece bir illet değiliz çünkü; zekâmız ve iletişimimiz aracılığıyla, gezegenin sinir sistemiyiz de aynı zamanda. Bizim aracılığımızla Tabiat Ana (Gaia) kendini uzaydan görebildi, kâinattaki yerini bilmeye başladı.

Dünya'nın illeti değil, yüreği ve beyni olmalıydık. Neyse, şimdi cesur olalım, sadece insan ihtiyaç ve haklarını düşünmekten vazgeçelim ve yaşayan Yeryüzüne kötülük ettiğimizi, Tabiat Ana'yla barışmamız gerektiğini görelim artık. Bunu, henüz birbirimizle müzakere edecek gücümüz varken yapmalıyız, zalim savaş beylerinin güttüğü kırık dökük bir insan güruhuna dönmeden. Her şeyden önemlisi, Gaia'nın bir parçası olduğumuzu ve Dünya'nın gerçekten bizim evimiz olduğunu hatırlamak zorundayız."

 

Hatırla, ey okur, sakın unutma. 

 

Devamı haftaya...

 

James Lovelock: The Earth is about to catch a morbid fever that may last as long as 100,000 years

 

James Lovelock