Moll Flanders ve Daniel Defoe

-
Aa
+
a
a
a

Moll Flanders, Daniel Defoe’nun pek de bilinmeyen ikinci önemli romanı. Ama tabii Robinson Crusoe’nun ününe hiçbir zaman yetişemeyen romanı. Roman, Nazan Arıbaş’ın çevirisiyle, İletişim Yayınları tarafından  ilk defa Türkçe olarak yayımlandı.

İletişim Yayınları romanı şu şekilde tanıtıyor:

“18. yüzyılın en popüler romancılarından biri olan Daniel Defoe (1660-1731) 1719’da yayımlanan ve bugün modern bireyciliğin ve ekonomik adamın arketipi kabul edilen Robinson Crusoe’dan sonra, 1722’de Moll Flanders’ı yayımladı. Bu kitap da bir varolma serüveniydi. Robinson Crusoe’nun ıssız bir adada yaşayabilmek için o adanın kaynaklarını ve orada bulduğu tek yerliyi sonuna dek sömürmesine karşın, bu kez olayların geçtiği yer Londra olduğu için, sömürülecek mevkiler de iş yerleri ve eğlence noktalarıydı. Sömürülecek insanlar ise parası olan herkes. Bu sömürü tercihen evlilik yoluyla, olmazsa fahişelik, o da olmazsa hırsızlıkla gerçekleşecekti.

Defoe, sözde asgari düzeltmeyle bize naklettiği bu “anılar”da bir retorik dehası sergiler. Yerel olgularla evrensel endişeleri, dinle sekülarizmi, mizahla ciddiyeti, masumiyetle bilmişliği buluşturur.Eski kıtadan yeni kıtaya, eski anlatıdan (pikaresk) yeni anlatıya (roman), eski sınıftan (yoksul/işçi) yeni sınıfa (burjuva) ve eski değerlerden (cemaatçi) yeni değerlere (bireyci çıkarcılık) geçişin öyküsü olan bu kitap, doğal olarak birçok büyüleyici çelişkiyi, ikircikliliği ve ideolojik gerilimi de barındırır. Bu bakımdan Moll Flanders, 19. yüzyılda İngiltere’de yazılmış o diğer muhteşem roman gibi, Emily Bronte’nin Uğultulu Tepeler’i gibi, okumakla bitmez.”

Çoğumuz Robinson Crusoe’yu okumuşuzdur. İster çocukken, ister aklımız ermeye başladıktan sonra. Ama genelde yazarının adı hemen akla gelmez, ya da herkes bilmez. Aslında bu tam da yazarı Daniel Defoe ’nun yaratmak istediği şeydir. 18. yüzyılda kitap çok okunduğu sıralarda insanlar gerçekten de Robinson Crusoe diye birinin yaşadığını düşünmüştü. Kitabın tam adı ise şuydu: Yorklu Gemici Robinson Crusoe’nun Kendisi Tarafından Yazılan Yaşamı ve Garip Şaşırtıcı Serüvenleri. Diğer edebi sayılan romanlarında da Defoe aynı savı vurgular. “Her şey gerçektir, kurmaca değil”. Gerçi Robinson Crusoe örneğinde gerçekten iddia ettiği gibi olabilir. Çünkü, 1704’de Alexander Selkirk adlı bir adam, çalıştığı gemide kaptanıyla geçinemediği için, kendi isteğiyle Şili’nin batısında Pasifik Okyanusu’nda ıssız Juan Fernandez adasına bırakılır. 1709’da ise orada 5 yıl tek başına yaşadıktan sonra başka bir gemi tarafından kurtarılır. Adam bir şey yazmaz ama kendisini kurtaran kaptan ve ondan hikâyeyi duyan başka bir kaptan tarafından hikâye kaleme alınır. İşte Defoe hem bu kaynaklardan hem de başka yolculuk anılarından yararlanarak, ama en çok kendi düş gücünü kullanarak romanı yazar.

 

Daniel Defoe’nun kendi hayatı ile ilgili de ilginç noktalar çok. James Foe adlı bir kasabın oğludur. İngiltere’deki keskin sınıf ayrımlarının kurbanı da olmuştur aslında. Örneğin Addison Steele, Pope ve Swift gibi üst orta sınıftan yazarlar Defoe’yu hor görüyorlardı. Ama Defoe kendi sınıfını, yani alt orta sınıfı övme fırsatını hiçbir zaman kaçırmaz, ayrıca soyadının önündeki “De” ekini ise Fransız soylularından özenerek eklemesi ilginçtir.

 

Bahsedilen başka bir özelliği ise “siyasal dönekliği”dir. 1702’de Resmi Kilise Dışında Kalan Mezhep Üyelerine  En Kestirme Çare adlı yazısı yüzünden hapis yattı. Yazı Resmi Anglikan Kilise’si dışında kalan ve ona karşı çıkan çeşitli bağımsız Protestan mezheplerinin üyeleri için –ki kendisi de onlardan- yazdığı bir yazıydı. Belki de bundan ağzı yandığı için pek etliye sütlüye bulaşmak istememiştir. Ama Defoe Whig’ler-yani liberaller ve Tory’ler, yani muhafazakârlar arasında hafiyelik yapıyor ve onların döneklikleriyle ilgili de makaleler yazıyordu. Bu da tepki almasının nedenlerinden biriydi.

 

Aslında Defoe hayatı boyunca kendisini ve ailesini geçindirmek için pek çok iş yaptı. Ticaret hayatında başarılı olabilseydi belki de yazmaya hiç kalkışmayacaktı. 40’ından sonra maddi kaygılarla yazmaya başlayan Defoe’nun 250-300 arası imzalı-imzasız bir çok eseri var ve aslında kendisi güncel konuları işleyen yetenekli bir gazeteci sayılabilir. Bunların arasında neler yok ki: İngiliz Ticaret Hayatı Tarihi, Şeytanın Politik Tarihi, aile yapısı ile ilgili yazılar, seyahatnameler, Hayaletlerin Tarihi, Büyücülük Tarihi, III. William’ın savunusunu yapan bir şiir, 1704 -1713 arası tüm yazılarını kendisi yazdığı bir süreli yayın gibi pek çok yayını var. Bu yazılar baş makalenin ilk örneklerinden sayılıyorlar.  Bunlar edebi açıdan önemli olmasa da dönemine ışık tutması açısından bir değere sahip.

 

İkinci derecede önemli sayılan romanları dışında asıl edebi değer taşıyan romanlarını ise 60 yaşından sonra yazmaya başlıyor. 1719’dan başlayarak 5 yıl içinde sırasıyla Robinson Crusoe, Kaptan Singleton’ın Maceraları, Moll Flanders, Albay Jack, Roxana adlı romanlarını yazıyor. Robinson Crusoe, günümüzün “bestseller”ları gibi,döneminde çok okunuyor. Zaten bu işi para için yapan Defoe bundan sonra bir üçleme oluşturacak olan ama daha az bilinen devamları yazıyor. Ama artık Robinson ıssız adada değildir ve bu kitaplar ilki kadar ilgi çekmez. Ama Robinson Crosoe öyle etkili olur ki Akşit Göktürk’ün Ada” adlı incelemesinde “Robinsovari-” diye adlandırdığı dönem başlar. Bundan sonra “ıssız ada serüvenleri” silsilesi gelir: R.L. Stevenson’ın Mercan Adası, William Golding’in Sineklerin Tanrısı adlı romanları bunların en ünlüleri.

 

Romanlarının baş kişileri Robinson Crusoe, Moll Flanders, Roxana, Jack ve Singleton, hepsinin ortak özelliği ekonomik olarak kendi çıkarlarını gözetme kaygısının her şeyden ağır basması. Zaten Robinson Crusoe “modern birey”in billurlaşmış hali olarak düşünüle gelir. Dolayısıyla bunda şaşılacak bir şey yok. Tabii günümüzde modern düşüncenin bin bir şekilde mercek altına alınıp kan kaybetmesinden Robinson Crusoe da nasibini aldı...

 

Moll Flanders’a gelince, bu daha az bilinen romanda dediğimiz gibi ekonomik açıdan diğer Defoe kahramanları gibi aynı kaygıları paylaşan ama bu sefer kadın bir kahraman karşımıza çıkıyor. Romanda dikkati çeken bir diğer özellik ise Virginia Woolf’un da övdüğü feminist bir açılıma sahip olması. Tabii Virgina Woolf’a katılmayan eleştirmenler de var ve onlar da Moll Flanders’ın tamamen erkek gibi davrandığını öne sürüyorlar. İşin ilginç yanı Defoe’nun gerçeklere dayandığını ileri sürdüğü bu öyküleri yayımlamakta  ahlaki ve dini bir amaç güttüğünü de iddia etmesi. Halbuki Moll Flanders pişman olduğu ve ahlak dışı davranışlarda bulunduğu yaşamının sonunda,  refah içinde ölür. Bu Defoe’nun çelişkilerinden biri ama belki de onu hâlâ okunur kılan da bu çelişkiler.

 

Murat Belge Açık Dergi’ye Defoe hakkında kısa bir analiz yaptı.

 

“Moll Flanders, Daniel Defoe’nun romanlardan Robinson Crusoe kadar ünlü olmasa da herhalde onlar kadar sayılması gereken ikinci romanı. Daniel Defoe da dünyanın ilk romancısı da diyebileceğimiz bir adamdır. Roman, daha düz yazı ile bir sanat formu haline gelmeden önce bu tarzı en erken denemiş insanlardan biri. Robinson’da yaptığı gibi Moll Flanders’da da birinci kişi açısından, onun ağzından anlatılır, Moll bir kadın kahramandır. Defoe aslında Protestanların püriten kolundan, o gelenekten gelen bir kişi olduğu için, o püritenliğin çeşitli meziyetleri ile, ya da tersine çeşitli tatsızlıkları da paylaşan, onlara da sahip olan bir kişiliktir. Moll Flanders’da başına kötü şeyler gelen bir kadın hikâyesini okuyoruz, bunlardan ötürü zavallı Moll Flanders hırsızlık yapmak zorunda da kalır, orospuluk yapmak zorunda da kalır, böyle çeşitli durumlar başına gelir. Yalnız bütün bunları epey bir keyifle de yapar bir yandan, müthiş de bir başarı duygusunu gayet iyi yaşar. Romanın sonuna gelindiğinde gayet uyduruk bir pişmanlık duygusunun arkasından “oh, oh neyse bütün bunlar oldu ama param da var, helal olsun bana!” gibi bir tavırla bütün günahlarıyla da uzlaşır kolayca.

 

Defoe’nun bütün kitaplarında görüyoruz, bu son derece yüzeysel, bencil, kendine yontan ahlak anlayışını. Bunun belki kalvenizmin kaderi gereği, seçkinler arasında olduğuna inanmanın, cennete gideceğine inanmanın bir sonucu olduğu söylenebilir. Estetik bir kaygının henüz olmadığı bir zamanda romanın çok satması bekleniyor, nitekim epey satıyor, Defoe bunlardan epey para kazanıyor. Defoe’nun ilginç tarafı, gerçekten çok sansürsüz yazmasıdır. Defoe romanını okuyup da bir Madam Bovary okumaktan veya Defoe’nun zamanına daha yakın Tom Jones’u okumaktan duyulan bir edebiyat zevki almaz insan. Defoe’dan bunu çıkarmak kolay değilse de müthiş bir gerçekçilik efekti çıkar iki anlamda. Anlattığı bir olayda olguya ve ayrıntıya çok yatkın bir aklı vardır, onun için anlattığı bir olayı adeta kendiniz de hissederek yaşayabilirsiniz. Ünlü bir eleştiri yazısı vardır hakkında; orada bir adamın saatini çekiştiriyor yankesicilik yaparken, saatin zincirle takıldığını, çıkmadığını söylüyor, insanın yüreği ağzına geliyor, o zinciri ben çekiyormuşum da gelmiyormuş, o anda yakalanacakmışım gibi bir duyguyla okuyabiliyorum. Bu bir tür gerçekçiliği ama bunun daha önemli olanı sansürsüz yazması. Orada 18. yüzyılın erken bir döneminde yaşamış bu adamın, zihniyeti temsil ettiğini, örneklendirdiğini görüyoruz ve o zihniyeti, yani bu kalvenist, püriten zihniyeti bütün yalınlığı ile ortada görüyoruz. Mesela adada yerliyi alıp, adını sormaya tenezzül etmeden, kendisi Cuma diye adlandıran, kendisini ona efendi diye tanıtan ve yıllarca yalnız yaşadığı adada bir insan bulup, onunla bir şeyler yapıp, bir hayat paylaştıktan sonra da -ikinci cildinde anlattığı bir şeydir- adamı para karşılığında satan bir kahraman. Biraz daha romancılık kaygısı, estetik kaygısı, vs. duyan birisi olsaydı bütün bunları sansür ederdi, etmediği içindir ki, Defoe da aslında yalın, çok ham bir ideoloji görüyoruz.”

 

(29 Ağustos 2004 tarihinde Açık Dergi’de yayınlanmıştır.)