Modern Yaşamın Felci

-
Aa
+
a
a
a

“Sahip olduğun eşyalar sana sahip olmayı bıraktı”

“Uygarlığın temel kavramını reddet; özellikle de materyal olanını”

“Sadece herşeyi kaybettiğimizde herşeyi yapmaya özgürüzdür” - Dövüş Kulübü’nden Tyler Durden (veya Brad Pitt)

 

Modern yaşam, bize eski devir insanının hayalinin bile alamayacağı olanaklar sunarken, yine bizi eski zaman insanının görse dalga geçeceği trajikomik hallere düşürüyor. Modern yaşam, yaşamı bizim “denetimimiz” altına alırken, bizi de kendi denetimine alıyor. Veya araçlarının denetimine. Sigaranın tiryakisi olmadığında işlevsiz kalması, ama aynı zamanda tiryakinin de sigarasız kalamaması gibi. Biz, onsuz yapamayız, “o” da bizsiz yapamaz. Ona ‘ruh’ veren biziz belki ama bize ‘ruh’ veren de onun ta kendisi. Elektrikli sobanın ısı vermesi için bir fişe, fişin de -yine ısı verebilmek için- bir elektrikli sobaya ihtiyaç duyması gibi, bizim de yaşamak için modernizmin araçlarına ihtiyacımız var. Bizi artık ayıramazlar, zaten ayırdıkları anda biz ‘biz’ olmaktan çıkmış olacağız çoktan. Çünkü artık varoluşumuzun en önemli tamamlayıcısı halini almış durumda. Çünkü insanlık, tarihinde hiç olmadığı kadar araçlarla yaşar, araçlarla amaçları birleştirmiş, tekniği
hiç olmadığı kadar hayatının içine işlemiş durumda. Araçların -veya tekniğin- insan hayatının ayrılmaz paresi halini alması ise toplumsal düzeyde olduğu kadar bireyde de eski zaman insanını unutturacak ölçüde bir modifikasyonu yaratmıştır. Bu çağ(lar) hem otomat araçların hem de insanların otomatlaşmasının çağ(lar)ıdır.

 

Elektrik, telefon, televizyon, otomobil ve diğer ulaşım araçları, bilgisayar/internet vesaire... Bizi ‘var’ eden, ‘görünür’ kılan, ‘onsuz edemeyeceğimiz’ veya artık tiryakisi olduğumuz araçlar bunlar. Günümüzün yaşamı -belki ‘kapatılamamış’ bazı gedikler olsa da- tümüyle modern yaşam paradigmasıyla örülmüş durumda (oto ve otoyolları, elektrik ve tv, fırın, bilgisayar, telefon, uçak, makineler, makineler ve makineler..). İnsanlıkla artık bütünleşmiş, herhangi bir eklemi gibi artık elzem olmuş araçlardan bahsediyoruz. Eklemimizi yitirdiğimizde felç olacağımız, yahut başka türlü -aslında pek de yabancısı olmadığımız- bir varlık alanına  yönseyeceğimiz bir durumdan. İnsan, artık ceddinin yaşadığı gibi doğal yaşamı -yani teknolojinin esamesinin okunmadığı yaşamı- felç olmayla özdeş görür olmuştur. O halde biraz daha cesaretlenip bu felç metaforu yoluyla teknolojinin oluşmadığı/yönlendirmediği tarihten öncesini ‘felç dönemi’ olarak algılamak bile uzak değildir artık: Felç çağları ve modern -ya da otomatist çağ...

 

Üretim-tüketim ilişkilerinin bütünü artık bu teknolojik araçların ‘oluruyla’ mümkün. Bir bir ölen mesleklerin ‘katilleri’ olarak teknolojiyi göstermelerine şaşmamalı. Teknolojinin girmediği hayat -ki çok müstesnadır artık- modern yaşamın kıyısına, çöplüğüne atılmaya mahkumdur. Teknolojinin az girdiği hayatlar ise -ki pek yaygındır- modern yaşamın kapatamadığı gedikleridir. Ancak kaygıya gerek yok, onlar da elbet modern yaşama kazandırılacaktır.

 

Önceleri doğanın mağduru olarak görülen insan, şimdilerde koca bir patavatsızlıkla yaşamı, doğayı kontrolü altına aldığı övgüsüyle dolaşıyor ortalıkta. Halbuki modern yaşam hassastır, kırılgandır, ‘kaza’ geçirmeye görsün veya sobanın fişi çekilmeye görsün, bir bakarsınız ki

eklemlerinizden biri durakalmış, yerinizden kımıldayamıyorsunuz...

 

Modern yaşam, doğayı da zamanla felce uğratır/uğratacaktır, ama yine de doğaya karşı tamamen savunmasız gibidir, acınacak bir hal alır bu yaşama ‘bağlanmış’ insanlar, çaresizlik içinde debelenirler... Modern yaşamın doğayı felce uğratan/uğratacak olan atıkları olduğu gibi, doğanın modern yaşamı felce uğratan atıkları bulunur. Belki bunu karşılıklı bir mücadele olarak görmek yanılgıdır, ama böyle teberrüz eder ikisi arasındaki ilişki.

Teknolojik araçların hegemonyasındaki kentin en büyük mülki idare amiri itiraf ediyor, “doğayı hiçe saymak ve onunla baş etmeye çalışmak saçmalıktır”

diye. İtirafın ardından, “kış ile mücadele ekibi” kuruluyor. Bütün çabalar bu haşarı oyunbozanı dize getirmeye yönelik.

 

Kriz masaları, olağanüstü hâl ilanı doğanın yaratacağı tahribatı minimize etme çabasının ürünleri. Fakat tüm bu çabalar hassas olan modern yaşam döngüsünün dengesini bozmasını engellemeye yetmeyecek. Oyunu tekrar kurmak, oyuncuları tekrar sahaya sürmek gerekecek. Belki de bürokrasinin işlemediği tek zaman ‘hava muhalefeti’nin olduğu zamanlar.

 

Önceleri, yaşamın felce uğraması doğasal ‘araçların’ tahribi üzerinden düşünülürdü. Örneğin Andre Dahl, Güneş Doğmayınca’da böylesi bir durum üzerinden toplumsal ve gündelik yaşamın uğradığı dönüşümü hicvetmişti. Bir gün kente güneş doğmamış, insanlar arasındaki ilişkiler bambaşka bir şekil almıştı. Tam da o gün bürokrasi krizi yaşanmış, insanlar başlarının çaresine bakmıştı. Bizim yaşadığımız ise çok daha farklı. Bizden biri kalkıp da Dahlvari bir kitap yazsa ismi “Elektrikler Kesilince” veya “Telefonlar Kilitlenince” veya “Trafik Sıkışınca” olur. New York’taki iki günlük elektrik kesintisi bütün dünyanın merak ve endişeyle izlediği bir süreç oluvermişti mesela. Modern zamanın ‘güneşi’ bundan böyle yapay enerji merkezleridir.

 

Modern yaşam, rasyonel olmaktan başka çaresi olmayan bir oyundan başka bir şey değildir ve doğa da bu oyunun oyunbozanı, modernitenin oyununa ayak uydurmayan yaramaz. Yahut modernitenin rasyonelliği yanında iğreti duran irrasyoneli temsil eder doğa. Her oyunun kendi sistematiği, anlam bütünlüğü veya dizgesi vardır. Bu bütünlükten herhangi bir kesiti çıkarıp aldığınızda oyun tamamlanamaz, siz de oyunbozan haline gelirsiniz. Veya oyundan anlamadığınızı varsayalım, oyunu bozmakla kalmayıp zarar da görürsünüz. Sanayileşmenin ilk dönemlerinde fabrikanın üretim işleyişini bozan makineye kol kaptırma faciaları... Kol kaptırmayı bir eğretileme olarak algılayın, göreceksiniz ki kol kaptırmakta hiç de ileri gitmiş değiliz. Hatta her geçen gün bir kolumuzu daha kaptırıyoruz ve yaşamımız ‘bizim’ olmanın ötesine kayıyor.

 

Araçlarla anlam bulan bir yaşam oluyor bizimkisi. Araçlardan bir farkımız kalmıyor, zira onlar da bizimle anlam bulabiliyor ancak... Ya da fonksiyonalizm yaşamı/devri; en fonksiyonel aracın öne çıkması gibi, artık insan da fonksiyonelliği ölçüsünde değer kazanıyor.

 

Modern yaşamın oyunu yine kendi mahsulü saatin tik taklarıyla işler, sabahı imleyen saat modern yaşama ‘başla!’ komutu verir, tıpkı modernitenin iş mesaisi sona erdiğinde ‘son’ komutunu verdiği aynı tik taklarla işlediği gibi. Sanmamalı ki komutları veren saat ‘kendinde’ bir güç olsun. O da pillere bağımlıdır veya pillerin tiryakisi. Onun ‘başla’ komutu da pillerden gelir...

 

Modern yaşama her ne kadar bağımlı isek de, bu yaşamın bir kullanım talimatı olmadan hareket kabiliyetimiz sınırlıdır. Bunu gidermek için değil midir ‘kurs’lara gidişimiz. Sertifikasız olmadan bu yaşama dahil olmanız imkansızdır. ‘Yola’ ehliyetsiz çıkmanız kazayı kabulünüz, veya kendinizi bir sergüzeşte hazır ettiğiniz -oyunu bozmanız- anlamına gelir. Her ne kadar eski dönemlerde de yaşamın ‘raconuna’ ayak uyduramayanlar bir şekilde eliminasyondan geçiyor idiyse de, bu elenme en fazla bireysel ölçekte vuku buluyordu. Örneğin iyi bir avcı değil idiyseniz, bu yaşamınızı riske ettiğiniz anlamını taşıyabilirdi. Oysa bugün iyi bir şoför değilseniz ve “E-5”te kaza geçirirseniz, hayatınızı riske edeceğiniz gibi yoldaki insanları da mağdur
edersiniz. Örneğin eskiden insanların evine ışığın girmesini engellemek isteseydiniz, evlere teker teker girip -mesela gaz lambalarını birer birer söndürmeniz gerekecekti. Oysa şimdi, bunu yapmanız için ana akımın sağlandığı trafoyu bulup ‘söndürmeniz’ evlere ışığın girmesini engellemenize yetecektir. Buradan şu sonuç da çıkar: Eski dönem insanında her ne kadar bireyselliğin üzerine ölü toprağı serilmişse de üretim olanakları ve araçları önemli oranda bireyseldi. Halbuki bugün sizin ekmeğinizle peynirinizin geldiği semtler bile birbirinden farklı. İçtiğiniz süt bile zorunlu bir ‘imece’ ile sterilize ediliyor... Mesela süt endüstrisinin krize girmesi sizin bir kaç ay süt içemeyeceğiniz manasına gelebilir. Oysa otomasyon devri öncesinde sütten mahrum kalmanız ancak yine size ait olan ineğin veya koyunun sütten kesilmesi vb, durumlarında mümkün olabilirdi. Şöyle de muhtasar edilebilir; eski devirlerde üretim de, tüketim de bireysel idi ve kolektiflik olgusunun tek geçer itkisi diğerkamlıktı. Otomasyon devri ise üretimin zorunlu ve karmaşık bir ‘imece’ ile olduğu, yalnızca tüketimin bireysel bir form bulduğu bir devirdir, bu dönemdeki kolektiflik güdüsünün ardındaki yegane itki ise çıkardır.

 

İnsanın makineyle olan tanışması, bu tanışma sonucu irkilip geri çekilmesi, herhalde en iyi fordist üretim modelinin egemen olduğu dönemde gündeme gelmiştir. Seri üretimin ‘arkhesi’ olan kocaman makinelerle insan aynı işlevi görmüş, hatta zamanla insan makinenin fonksiyonelliğinin gerisine düşmüş, tam da bu nedenle işinden olmuştur. Onlarca insanın bir günde yapacağı işi makineler birkaç saat içinde yapar olmuş. Makine alamayan sermayedar, yüzünü insana -kol emeğine- dönmüş, makine ‘alabildiğinde’ ise kol emeğine son vermiştir. Belki daha da ilginci insan emeğinin -kol emeği- makinenin üretimine oranla daha ucuz olmasıydı. Daha sonrası ise makinenin insanın kol emeğine ihtiyaç bırakmayacak ölçüde yaygınlaşmasıyla artık vazgeçilemez bir biçim alması oldu. Daha esnek üretime geçen ve bundan böyle kafa emeğinin geçer olduğu dönem de makinelerden bağımsız, makinelere rağmen gerçekleşmez. Hatta insanların tek işlevsellikleri bu makinelerin kullanıcıları olmalarıyla sınırlanır. Bu süreçle paralel gelişen bir durum da makinelerin iç işleyişinin onun kullanıcısı insan tarafından bile artık anlaşılmaz hale gelmesi. Örneğin her gün televizyon izleyen biri bu makinenin kullanılışını bilebilir belki, ama bunun nasıl oluyor da çalıştığına akıl erdiremez. Akıl erdirse bile bir televizyon yapma olanağı yok denecek kadar azdır. Bu makinelerin iç işleyişi böylece küçük bir azınlığın bilgisi dahilindedir. Daha da ileri gidip şu söylenebilir; artık bu küçük azınlık arasında bile anlaşamama problemi vardır. Zira televizyonun düğmelerini üretenle ekranını üretenler arasında üretim süreçleri birbirinden bağımsızdır. Böylece televizyon hakkındaki bilirkişi olarak görünen kişi, belki de sadece onun ekranının nasıl oluyor da görüntüyü aktardığına akıl erdirebiliyordur, gerisi ise muamma.

 

Modernitenin anayurtları kentler -veya saatin tik takları gibi işleyen makineler- doğanın haritasında en savunmasız coğrafyalar olarak yılın belli dönemlerinde kaçınılmaz biçimde felç nöbetleri geçirirler. Isınmak zorunda olan insan, modernitenin elektrik fişine bağlı sobasıyla-kaloriferiyle, ‘çalışmak’ zorunda olan insan modernitenin fabrikalarındaki kazanlarıyla, karnını doyurmak zorunda olan insan modernitenin -yine elektriğe bağlı- fırınıyla, seyahat etmek zorunda olan insan modernitenin motoruna bağlı otomobiliyle, iletişim kurmak zorunda olan insan modernitenin şarj makinesine bağlı telefonuyla yaşar. Aslında yaşamak zorunda olan insan modernitenin araçları ‘sayesinde’ diken üstündedir sürekli. Çünkü elektrikler her an kesilebilir, yollar her an kapanabilir, şarjlar her an bitebilir, motorlar her an durabilir... Tam da diken üstünde olduğu için modernitenin her bir aracına
koruma görevlileri tayin edilmiştir. Elektriğin de, telefonun da, otomobilin de ‘polisi’ mutlak surette ihtiva edilmelidir, yoksa suçlu -veya yaramaz- her an bir şekilde yolunu bularak muzırlık yapıp yaşamın akışını sekteye uğratabilir. Ve modern yaşamın bırakın doğayla olan çekişmesine, kendi içinde de ‘düzeni’ sağlaması yoğun bir efor sarf etmesine bağlıdır. Bu yaşamın kontrolörleri, henüz ‘doğadan kalma’ hislerini terk etmemiş insandan doğadan olduğu kadar çekinirler. O nedenle kentlerin her bir yerine kurulu düzeni diri tutma karakolları yanında düzeni diri tutma uyarıları süsler kenti...

 

Araçsız-makinesiz bir yaşam artık tahayyül sınırlarımızın çok ötesinde. Her ne kadar insanlık, daha ilk evrelerde taşları yontarak dahi olsa aracı-teknolojiyi yaşamıyla bütünleştirmiş olsa da bizim şu an yaşadığımız, eski zaman insanının yaşadığı yalınlıktan çok ötede bir karmaşayı barındırıyor. Televizyonsuz geçen günleri ‘ömürden düştüğümüz’ bu çağ böylece bizim araçların edilgenliğinde bir yaşama da kulaç attığımızın kabulünü muştuluyor. Edilgenliği altında yaşamayı kabul ettiğimiz, kendimizi kucağına bıraktığımız bu enstrümantaller yaşamı, her geçen gün mülkiyet sınırlarını daha da genişletiyor. Tekrir etmekte ve unutmamakta fayda var; biz ne kadar ‘onların’ sahibiysek, ‘onlar’ da o ölçüde bizim sahibimiz.