Medyatik Gerçek ve Hakiki Gerçek

-
Aa
+
a
a
a

Ömer Madra: Bu hafta Ahmet İnsel yok, onun yerine Ragıp Duran’la Ufuk Turu yapmaya karar verdik. İstanbul, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ödülünü yakın zamanda kazandı, Türkiye’nin alternatif medya organlarından biri olan Bağımsız İletişim Ağı’ndaki eğitmenlik görevinden dolayı. Daha önce ödül töreninde yaptığın konuşmayı da burada tekrar telaffuz etme fırsatı bulmuştuk, “Kamu yararı için habercilik” demiştin, biraz bunun üzerine, medyanın gidişatı üzerine konuşalım.

 

Ragıp Duran: Tabii, çok önem verdiğim bir şey ama çok da yeni bir şey değil. Türkiye’de yabancı basını en iyi takip eden kurumlardan biri olarak sabahları benim önemli besin kaynaklarımdan biri Açık Gazete. Sizi dinledikten sonra internete girip ayrıntılara bakıyorum. Onun için hakikaten çok önemli bir iş yapıyorsunuz. Ben yaklaşık 4-5 yıl kadar önce Amerika’da Harward Üniversitesi’nde bir yıl bir gazetecilik okuluna gittim ve orada çok şey öğrendim. Mesela daha o zaman 60’ını aşmış Amerikalı gazetecilerin temel bir sloganı vardı: “Back to the old values” (Eski değerlere geri dönelim!) Chomsky’nin çalışmalarında da vardır, 30’lu, 40’lı, hatta 50’li yıllarda Amerikan medyasına baktığımız zaman, hem egemen medya ya da yaygın medya dediğimiz büyük medya, gerçek anlamıyla bir kamu çıkarı savunuculuğu var, ama bundan daha önemlisi 100-300 bin -eyalet sınırı için söylüyorum- satan işçi gazeteleri var. Bunların artık neredeyse hiçbiri kalmadı. Egemen medyadaki kamu çıkarı savunuculuğu da tamamen dev holdinglerin özel çıkarlarını veya siyasi, ekonomik iktidarın özel çıkarlarını savunmaya dönüştü. Tabii burada kaybeden yurttaş oluyor, çünkü yurttaş doğru dürüst bilgilenmeyince topluma demokratik katılımı yeterli olmuyor. Sonuç olarak bütün toplum kaybediyor ve holdingler veya siyasi iktidarın özel çıkarı kazanıyor. Hiçbir zaman geriye dönüş mümkün değil, yani o 40’lı, 50’li yılların medyasını ne Türkiye’de ne Amerika’da yeniden tesis etmek mümkün değil.

 

Burada şöyle bir çıkmaz da var; siz istediğiniz kadar özel çıkarı savunun, siyasi iktidarın, ekonomik iktidarın ya da ideolojik iktidarın özel çıkarını savunun bu bir yerde hayatla çelişiyor. Ben bütün bu medyaya ilişkin çalışmalarda, derste, konferansta, radyoda, televizyonda, yazılarda bir temel üzerinde duruyorum, geliştirmeye çalışıyorum, iki tane gerçek var; medyatik gerçek ve hakiki gerçek. Medyanın yaymaya, empoze etmeğe çalıştığı gerçekle sokakta insanların bizzat, elleyerek, koklayarak görerek kavradıkları gerçek. Bu iki gerçek gün geçtikçe çelişiyor. İnsanların gazetelerde okudukları, radyolarda dinledikleri -burası hariç-, televizyonlarda izledikleri ile günlük normal hayatlarında rastladıkları her şey giderek çelişiyor. Bunun için çok güçlü görünmesine rağmen Amerikalıların şirket medyası veya tekel medyası denilen, egemen medya denilen, benim Türkiye için “apoletli  medya” dediğim medyanın çok uzun bir ömrü olduğunu sanmıyorum.

 

ÖM: Bunlar yerini bir ölçüde alternatif medyaya  bırakıyor. İllinois Üniversitesi’nden Stephan Hartnett’la yapılan ilginç bir söyleşiyi dün yayınladık. Orada sunulan bildirinin ayrıntısı da var, tabii ondan sadece küçük bir bölüm aktarabildik, çok ciddi bir araştırma idi, orada Stephan Hartnett şunu söylüyordu; bunun bir kültür, tamamen bir hayat tarzı olduğunu, kendiliğinden oluştuğunu, o yüzden de medyanın kendiliğinden böyle olduğunu, ve alternatif medyanın  fevkalade önemli olduğunu söylüyor. Daha henüz yayınlamadığımız ilginç bir söyleşi daha var; El Ahram gazetesinin İngilizce versiyonunun editörü Hani Shukrullah ile Koray Çalışkan konuştu, onun hazırlığını yapıyoruz, yakında yayınlayacağız. Orada da Amerikalıların kendi yaptıkları araştırmalara göre, bütün halka ulaşabilen ürünlerin %90’ı bir kaç düzine kişinin sahip olduğu büyük şirketler tarafından üretiliyor, artık bu ispatlanmış. Hiç bir zorlama olmadan ideolojik ve politik olarak taraf tutuyor Amerikan medyası diyor.

 

RD: Söylediklerinizde iki nokta var; birincisi, o çelişkiyi çok iyi vurgulamış, şöyle bir paradoks var, adı üstünde “kitle iletişim medyası”’ deniyor, yüz binlere, milyonlara hitap eden bir “kitle iletim aracı” (iletişim değil, çünkü tek taraflı oluyor); fakat öte yandan bunun mülkiyeti 3-5 kişinin elinde, bu bir çelişki. Tabii ki o mülkiyet sahibi 3-5 kişi yüz binlerin, milyonların hissiyatına sebep olmuyor.

 

İkinci nokta ise, Biz çok fazla batı merkezli bir toplumuz, muhalefetimiz bile batıdan geliyor, Zaman zaman yapıyorsunuz ama, Açık Radyo’dan, özellikle de Açık Gazete’den daha fazlasını talep ediyorum, batının da pek önem vermediği, zar zor, arada sırada ulaşabildiğimiz, İngilizce, Fransızca ve Almanca’ya çevrilen doğu kökenli, -bu Arap dünyası olabilir, İran olabilir, Hindistan olabilir- medyaya yer vermenizi talep ediyorum.

 

Çeşitli uluslararası toplantılarda rastlıyorum, gerçekten çok parlak, üstelik bir doğulu toplum olarak bize çok yakın çok ciddi muhalifler var. Bu Londra’da, Paris’te oturan mülteci aydınlardan veya muhaliflerden bahsetmiyorum, halen Tahran’da, Yeni Delhi’de, Lübnan’da bulunan bu kişiler gerçekten önümüzdeki dönemde sizin gibi radyoların bizim gibi (BİA) medyanın, muhalefetin, önemi çok artacak. Çünkü bir de bir coğrafi muhalefet var, batı bir kültür olarak ele alındığında bunun karşıtı daha çok, esas olarak kendi içinden değil başka bir coğrafyadan geliyor. Mesela bir iki sene önce sizinle konuştuğumuzu hatırlıyorum, yine mecburen bir batı dilini kullanarak oralara ulaşabiliyoruz, ama mesela Kurye Enternasyonel’de çok ilginç şeyler çıkar, sizin de zaman yararlandığınızı duydum. Önümüzdeki dönemde, tabii bu batılı ciddi muhalif aydınları küçümsemek, kınamak anlamında söylemiyorum, ama bize dil olarak, anlayış olarak oralarda çok daha yakın, geniş bir kitleye iletildiğinde çok daha kavranabilecek bir söylem var gibime geliyor, çoğaltmakta yarar var.

 

ÖM: Shukrullah ve Mısır’ın önde gelen insan hakları savunucusu Ahmet Seyf ile de bir röportaj gerçekleştirdik. Ortadoğu’dan ve Arap dünyası içinden, kimi zaman bize hoş gelmeyecek, benimsemeyeceğimiz görüşleri de içermekle beraber, senin de biraz önce söylediğin gibi, hiç duymadığımız, bilemediğimiz bir dünyanın insanlarından gelen mesajlar var ve bunları çoğaltmayı düşünüyoruz. Bir de şimdi İran çok gündemde.

 

RD: Açık Radyo bölge radyosu haline geliyor.

 

ÖM: Evet, böyle bir dizi Ortadoğu’dan ses getirmeye çalışıyoruz. İkisi hazır, önümüzdeki günlerde yayınlayacağız.

 

RD: Bu Ortadoğu lafı da sakattır, kime göre Ortadoğu, Ortadoğulular kendilerine Ortadoğulu demez.

 

ÖM: Yakın Doğu’dan daha iyi, kime yakın?

 

RD: Bunların hepsi çok ideolojik. Sizin yayınlarınızı yakından takip ediyorum, buna çok dikkat ediyorsunuz, çok önemli bir konu.

 

ÖM: Mısır hükümetinde çok ağır bir baskı var şüphesiz, ama Hani Şukrullah oldukça objektif ve çok duyulmaya alışılmamış son derece radikal yorumların da yer aldığı bir gazete çıkarıyor. İnce bir ipte oynayan bir cambaz. Orada bir tek şey söylüyor, seni çok ilgilendirecek herhalde; “aynı dalga boyunu paylaştığımız insanlarla beraber yaptık, demokratik ve insancıl bir bakış açısını paylaşan insanlarla kurduk ve öyle devam ettirdik ama en önemli özelliklerinden biri de bizim burada sizin belki de pek bilmediğiniz bir şey vardır, gazetecilik bir sıçrama tahtası olarak kullanılır, iktidara tırmanılır, hatta çok önemli yerlere gelinir bizde” diyor. “Hasbelkader El Ahram’da çalışanların hepsi gazetecilik yapmak için oradaydılar, hiçbir şey olmadılar, sadece gazeteci oldular onun için belki de başarılarını buna borçlular.”

 

RD: Çok önemli. Bu konuda, bence en başarılı örneklerden biri Türkiye’de yeteri kadar tanıtılmadı gibi geliyor, geçenlerde duydum ve sevindim; El Cezire üzerine Arap asıllı iki Kanadalı akademisyenin çok hoş bir çalışması var; “Bir Televizyon Ortadoğu’nun Şeklini Nasıl Değiştirdi?” alt başlıklı bir yazı, El Cezire’den bahsediyor. El Cezire’yi biz daha çok savaş dönemindeki yayınları ile biliyoruz, özellikle Afganistan’da. Çünkü ABD Silahlı Kuvvetleri Afganistan’a saldırdığı zaman CNN, BBC, vs. oradaydı fakat televizyonculukta çok önemli bir fark, CNN ve BBC kameraları Afganistan’ı, bombalayan uçaklardan, tepeden görüyordu. El Cezire yerdeydi. Yani ayağı yere basıyordu El Cezire’nin, saldırgan uçaklarla beraber değildi, yakılan, yıkılan yerleri gösterdi.

 

Bir de tabii şöyle bir avantajı vardı El Cezire’nin, yanılmıyorsam Kabil’de 4-5 yıldır büroları vardı, bu mevcudiyet önemli bir şey. İkincisi El Cezire’nin muhabiri Arap, dolayısıyla Harward’da, Princeton’da Arap spirits dersi alan Amerikalı, İngiliz gazetecilerden farklı, oranın kültürünü, yerel iç dünyayı çok daha iyi bilen bir adam, çok başarılı bir savaş muhabirliği yaptılar. Benim okuduğum, izleyebildiğim kadarıyla.. Biliyorsunuz İngilizce sitesi de var, o çok iyi ama savaş sırasında onu kestiler, artık kim kestiyse? El Cezire’nin savaşta yaptığı aslında öyle Saddam ya da Arap yanlısı olmayan, ama kaçınılmaz olarak o Arap ruhunu, saldırıya uğrayan mazlum ruhu çok iyi yansıtan bir yayındı. Mesela hiç unutmuyorum, bu sabah bahsediyordunuz Bağdat’taki cezaevi görüntülerinin yayınlanması bile orada çok hassas bir şekilde yapılıyor. Çünkü o konuda psikiyatrların ilginç çalışmaları var, kafaya çuval geçirmekten, çıplak, cinsel taciz anlamına gelebilecek görüntüler, esas izleyici Araplar olduğu için çok usturuplu bir şekilde verildi. Fakat benim izlediğim, okuduğum kadarıyla El Cezire’nin en önemli yanlarından bir tanesi, Arap dünyasındaki temel tabuları kıran, Hazreti Muhammed dahil her şeyin tartışıldığı, “cross fire” türü bir kaç tane tartışma programı var. İki ucu getiriyor, iktidarmış, dinmiş -şimdiye kadar izleyebildiğim kadarıyla bir Allah’a dokunmadılar- Hz. Muhammed çok ciddi bir şekilde sorgulandı orada.

 

Mesela o kitapta çok hoş örnekler var, “Lübnan’da ya da Kanada’da yaşayan yaşlı Arap kadınları, savaş programları, siyasi programları çok iyi fakat dine girmeleri o kadar da hoş değil” diyor. Yani oraları da yıkmaya çalışıyorlar, gerçek anlamda bir tabu kırıcı. Ben bunlardan bir tanesi ile zamanında tanışmıştım, eskiden BBC’nin Arapça bölümünde çalışırdı, El Cezire kuruldu, gelişti, sonradan tesadüfen öğrendim onlardan bir tanesinin o olduğunu, dedi ki “biz BBC’de çalıştık ve anladık ki burası daha çok ‘B’” dedi, yani “British”. Biz buna çare olarak “ABC (Arap Broadcasting Corporation) mı yapalım, yoksa sadece ‘BC’ mi yapalım (Broadcastin Corporation), sadece bir yayıncılık kurumu mu yapalım?” diye kendi aramızda çok tartıştık. Biz BBC yerine yani “İngiliz Yayıncılık Kurum” yerine “Arap Yayıncılık Kurumu” yapsaydık başarılı olamazdık, biz sadece “Yayıncılık Kurumu” yaptık” dedi.

 

ÖM: Her şeye rağmen hakkını yememek için bir ilavede bulunayım, BBC, El Cezire üzerine müthiş bir röportaj yaptı. Hatta BBC’ye üstünlükleri olduğunu da ortaya koyan da bir röportajını BBC’de gördüm.

 

RD: Evet, hakkını da yememek lazım.

 

ÖM: Çok eski, ne olsa bazı şeylerden vazgeçemiyorlar değil mi?

 

RD: Doğru, bazen British yanlarını unuttukları oluyor.

 

ÖM: El Cezire tabii az önce dediğin gibi, yerden izlemenin bedelini bir de yerle bir edilerek ödedi, bombalandı, Afganistan’da da roketlendi.

 

RD: Gazetecilik kolay bir meslek değil.

 

ÖM: Dünyanın en tehlikeli mesleği olmaya devam ediyor.

 

RD: Ya iktidara, ya ölüme götürür.

 

ÖM: Peki, alternatif medyanın genel şansını nasıl görüyorsun? Bunu nasıl tanımlayacağımı da tam bilemiyorum ama internette yüzlerce var, bazıları fevkalade iyi, objektif ve bütün meseleleri tüm yönleriyle ortaya koyan mecralar var, biz de izlemeye çalışıyoruz.

 

RD: Ben alternatif sözcüğünden çok hoşlanmıyorum, çünkü alternatif kaçınılmaz olarak biraz marjinal çağrışımı yaptırıyor, oysa ki ilk başta Amerikalı 60’ın üzerindeki gazetecilerin sloganını o bakımdan söyledim. Bu medya aslında medya, belirli bir döneme kadar zaten yurttaşların, kamunun hizmetinde iş yapan, bütün aksaklıklarına, eksikliklerine rağmen bir kurumdu. Deviasyon, sapma, özellikle neoliberal anlayışın, düşüncenin egemen olmasından sonra başladı. Biraz nostaljik olacak ama, mesela McChesney gibi Amerika’daki iletişim bilimciler daha çok medyayı eski alanına geri getirmek, reforme etmek istediler. Çünkü sapan biz değiliz, sapan neoliberaller, medyayı işlevinden, amacından saptıran, iktidarın aracı haline getirenler onlar.

 

ÖM: Çok doğru.

 

RD: Çünkü kurum olarak, teori olarak, yapı olarak, doğa olarak gerçek anlamıyla kamunun, yurttaşların, halkın, toplumun, vs. çıkarlarını savunması gereken bir araç, 4. Güç diyoruz. Onun için var, ama esas işi egemen medya ile uğraşmak değil, onların yapamadığı işi, doğru habercilik, ayrıntılı habercilik yapan bir medya. “Objektif” sözünü de ben pek kullanmam, objektiflik artık sadece Amerikan gazetecilik okullarında okutulan, folklorik bir şey haline geldi, objektiflik diye bir şey yok. Elimize kalemi aldığımız anda, klavyenin başına geçtiğimiz anda, mikrofonun veya kameranın karşısına geçtiğimiz anda tarafız. Burada bütün mesele ne taraftayız? Özel çıkardan mı yanayız, kamu çıkarından mı yanayız? Çalıştığımız medya holdingini mi savunacağız, yurttaşların çoğunluğunu, doğru telakki ettiğimiz, ideolojik olarak, siyasi olarak, onları mı savunacağız?

 

ÖM: Açık Radyo da hiç bir zaman tarafsız olduğunu söylemedi, her zaman ahlaki doğrulardan yana taraftır ve bunu da hiç saklamadı.

 

RD: Le Monde’un kurucusu Hubert Beuve-Méry’in bir sözü vardır, “Gazetecilik sübjektif olarak namuslu bir şekilde yapılacak bir meslektir” diyor. Gerçekten namus kavramı da çok tartışılan bir kavram.

 

ÖM: Dürüstlük.

 

RD: İçinde gerçekten bütün haber kaynaklarına, bütün iktidar odaklarına eşit mesafede olmak diye bir ilke var, onu koruduktan sonra bence gazetecilik gerçekten çok zevkli, gerçekten topluma, kamuya hizmet eden çok güzel bir meslek. Bu şekilde yapılabildiği zaman tabii.

 

ÖM: İsrailli gazeteci Amira Haas var, ama sürekli olarak Batı Şeria’da, Gazze’de oturuyor, yani işgal altındaki topraklardan Haaretz’e düzenli olarak yazıyor. Geçenlerde ilk verilen Anna Lindt ödülü nedeniyle yaptığı bir konuşması var, istisnai güzellikle bulduğumu söylemeliyim, “Gazetecinin bir tek görevi vardır, tek bir görev, iktidarın, kudretin denetlenmesi. Ve bu gittikçe zorlaşıyor” diyor. Haas yıllardan beri yazıyor ve “genel örtüden dolayı yankı bulamıyor” diyor. “Tek görevimiz iktidar odaklarının gözlem altında tutulması” diyor.

 

RD: Daha ileri, daha hoş tanımlar da var, şimdi çıkaramayacağım adını ama Amerikalı bir gazetecinin ya da bir gazetecilik teorisyenin bir tanımı var “İktidar ve mülk sahiplerini rahatsız etmeyen, mülksüzleri memnun etmeyen gazetecilik, gazetecilik değildir” diyor. İki hedef koymuş, iktidar ve mülk sahiplerini rahatsız edeceksin, yok öyle tatlı su gazeteciliği, “evet efendim, sepet efendim” gazeteciliği yok, bu yetmez. Üstelik bunu söyleyen Amerikalı! Bir şey daha yapacaksın, iktidara ve mülke sahip olmayanları da memnun edeceksin, toplumda ancak bu şekilde denge kurulur, çünkü çok dengesiz toplumlarda yaşıyoruz, hele bugün. Çok küçük bir azınlık neredeyse bütün iktidara ve bütün mülke sahip. Çok büyük bir çoğunluk ise bu iktidarın hiçbir nimetinden yararlanamıyor ve mülksüz. Gazetecilik, bu dengesizliği belirli ölçüde, hiç olmazsa fikri düzeyde dengeleyebilecek araçlara sahip.

 

ÖM: Kudret ve servet merkezlerini sürekli gözlem altında tutmak.

 

RD: Gözlem altında onlar değil mi Kudret Bey, Servet Hanım?!

 

ÖM: Mesela son Roche örneğinde olduğu gibi, zaman zaman medyanın son derece faydalı olabilecek önemli bir kamusal işlevi üstlenmesi gerekiyor. Çünkü sağlık meselesi, ölüm-kalım meselesi. Fakat özellikle 80’lerden sonra tamamen bir iş alanı olarak, muazzam bir şirket alanı olarak görülüyor. “Aklın varsa, zeki isen ve iyi eğitim almışsan, niye para kazanmıyorsun?” görüşünün  simgesi oldu. Buna karşılık, tıpkı gazetecilikte olduğu gibi, tekrar eski haline gelmesi gerekiyor. Biraz iddialı ve ukalaca bir laf edeceğim ama, medyanın, gazetelerin eski haline getirilmesi gerekiyorsa, ilaç şirketlerinin de, öncelikle kamu sağlığını ilgilendiren, kamusal hizmet gören bir sektör olduğunun tekrar hatırlanması lazım.

 

RD: Bir takım kalıntılar, kırıntılar zaman zaman su yüzüne çıkıyor, onunla da yetinmemek lazım.

 

ÖM: Yine de eskiler, mesela Walter Cronkite, Seymour Hersh gibiler muazzam bir mücadele veriyorlar.

 

RD: Ya da eski tüfek diyelim onlara. Cronkite 80’i geçti galiba?

 

ÖM: Ve hâlâ yazılar yazıyor, “Durum çok tehlikeli, basın masın kalmadı haberiniz olsun!” diyor ve Nazi Almanyası örneklerini veriyor.

 

RD: Ben orada iken birkaç tanesini ziyaret ettim. Cronkite aslında muhbirlikten gelme. Yılını tam hatırlamıyorum ama 68-69 olabilir, New York’ta anchorman. Haber sunucusu değil, aynı zamanda haber merkezi müdürü, yani kendi okuduğu bülteni kendi hazırlıyor. Bizimkiler gibi bültenden bir saat önce gelip şöyle bir göz atıp stüdyoya girmiyor. Bu adam sıkılıyor, haberler sürekli “Vietkong’u şöyle ezdik, şöyle yaptık” vs. diye. Sıkılıyor. Bir de bu muhabir içgüdüsü var ya, kuşkulanıyor, “Bu kadar uzun süredir bizimkiler ha bire vuruyor, vuruyor ama değişen bir durum yok, ben kalkıp bir gideyim” diyor. Bir de bir numara, yanılmıyorsam o zaman CBC. Bavulunu, valizini ve ekibini topluyor gidiyor. 8 gün -Amerikan demokrasisinin tahammül sınırı bu- boyunca geçtiği 2-3 dakikalık “future”lar var, bunları hâlâ gösterirler. İkinci üçüncü günden sonra çok daha açık bir şekilde söylüyor, çünkü televizyonda öyle derin felsefe, imalı laflar filan söylenmez, direk söylüyor.

 

ÖM: Gerçek gerçeği gösteriyor yani?

 

RD: Evet. “Bizim şimdiye kadar Vietnam’la ilgili duyduklarımızı, hatta kendi aktardıklarımı burada pek göremedim. Vietkong’da komünist denilen adamlar burada çoğunlukta, bizimkiler kışlalarından zor çıkıyor. Hiç kimse ile doğru dürüst temas kuramıyorum” diyor. 8. gün, “Hocam sen New York’a artık geri dönsen iyi olur” diyorlar. O 8 günün boyunca, taş çatlasa 20-25 dakikalık 8 tane akşam ana haber bülteninde yayınlanan şeyleri bugün hâlâ bazı gazetecilik okullarında gösteriyorlar.

 

ÖM: Belki bir şeyleri de değiştirmiş olabilir, Vietnam gerçeğini.

 

RD: Tabii çok çeşitli teoriler var. Pentagon’un görüşünü bilirsiniz, Pentagon “Biz Vietnam Savaşı’nı medya yüzünden kaybettik” der, bu yanlış. Medya bir savaşı kaybettirecek veya kazandıracak bir güce sahip değildir, iktidarın bir aparatı, müştemilatı olarak. En fazla herhangi bir olayla ilgili bilgilerin doğru yayılmasını geciktirebilir veya önceden verebilir. Yoksa medyanın haddine filan değil öyle savaşı değiştirmek. Son Irak Savaşı’nda gördük, eğer ilk günkü 20 Mart 2003 ile 20 Nisan 2003 arasındaki Amerikan medyasının haberleri doğru olsaydı bugünkü durum olmazdı.

 

ÖM: Bu anlamda en çarpıcı örneklerden biri de dün yayınlandığımız, Sona Ertekin’in yaptığı Stephen Hartnett söyleşisinde verilen örnekti bence “CIA bu adamlardan artık bunalmıştı ve yanlış haber sızdırdı basına. İsimler yanlış, imza yanlış, ismi geçen adam çoktan Nijer’de görevden ayrılmış, vs. Bütünüyle herhangi bir gazetecinin değil, sıradan bir insanın görebileceği yanlışlarla dolu bir haber çıksın ki biz de işimizi yapalım” diye. “Onu da anlamadı medya, çünkü medya anlamak, görmek istemiyordu” diyor.

 

RD: Amerika’ya bakıldığı zaman, bugünkü yönetimin, Rumsfeld’di, Cheney’di, bütün bu adamların Vietnam tecrübesi var. Bunlar Vietnam Savaşı sırasında herhalde 30’lu 40’lı yaşlarında ve yönetimde orta veya alt düzeyde yöneticilik yapmış adamlar. Nasıl olur da bugün bu kadar tecrübeye sahip, Vietnam’da dayak yemiş bir Amerikan ordusu yine bir maceraya girer?

 

İkincisi, Amerika’da, “think tank”, Cengiz Aktar’ın deyişiyle “think’i yok, “tank”ı bol” kuruluşlarda da acayip incelemeler, araştırmalar yapılıyor. Harward’da, Princeton’da ‘Arap Spirit’ diye dersler okutulur, anlamaya çalışılır. Bu kadar bilgi sahibi, ama gidiyor yine de oraya saldırıyor. Aslında dışarıdan bakıldığında, “Bu yapılmaz yahu, göz göre göre sen yenilmeye gidiyorsun oraya” diye düşünülür. Edward Said bunu çok iyi açıklıyor, “Emperyal Kibir diye bir şey vardır, buna sahip olduğu zaman senin, benim gibi sıradan insanların gördüğü şeyleri göremez, görse bile bizim algıladığımız gibi algılayamaz. ‘Ben en büyüğüm, ezerim, keserim’ anlayışının çok güzel bir sentetik ifadesidir “emperyal kibir”. O kibire sahip olduğu zaman her şeyi yaparım diye düşünür” diyor.

 

ÖM: Özünde çok derin bir ırkçılığa kadar uzanan bir kibirden bahsediyoruz, çok önemli. Bu arada şunu da hatırlatayım, daha radyo ilk kurulduğu zamanlarda Ragıp Duran bize danışmanlık yapmıştı “haberler nasıl yapılmalı?” diye etraflı toplantılarımız olmuştu. Ama kötü haberlerin sorumluluğu onda değil, belirteyim.

 

(10 Ağustos 2004 tarihinde Açık Radyo’da Açık Gazete programında yayınlanmıştır.)