Medya Konuşmaları XXXIV: Türkiye'de Basında Mesleki Örgütlenme

-
Aa
+
a
a
a

Ömer Madra: Medya Konuşmaları’nda bugünkü konuğumuz Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Başkanı, tecrübeli gazeteci Orhan Erinç. Hoş geldiniz Orhan Bey.

 

Orhan Erinç: Hoş bulduk, iyi yayınlar.

ÖM: Sizinle,  çok önemli bir konu olan gazetecilerin mesleki örgütlenmesi konusunda konuşmak istiyoruz.

 

OE: İsterseniz önce mesleki örgütlenmenin Türkiye’deki tarihinden başlayalım. Pek çok şeyde olduğu gibi, gazetecilerin örgütlenmesi de 2. Meşrutiyet’e kadar gidiyor, 24 Temmuz 1908’de gazeteciler bir araya gelip örgütlenme konusunu tartışmaya başlamışlar, ama iki sene süren tartışmalardan maalesef bir sonuç çıkmamış. O dönemde, biraz da bugüne yakın bir yapılanma vardı sanıyorum; gazetecilikle siyaset hemen hemen iç içe ya da yan yana yürüyor o yıllarda da. Anlaşılıyor ki Türkiye’deki iki cemiyet veya parti arasındaki sürtüşmeler, bu birlikteliği engellemiş.

 

ÖM: Tabii kamuoyunu etkilemek açısından basın çok önemli, siyasetle birinci derecede ilgili.

 

OE: Evet. İlk mesleki örgütlenme, “Osmanlı Matbuat Cemiyeti” adıyla 15 Şubat 1917’de İstanbul’da başlıyor. 1920’de adını “Türk Matbuat Cemiyeti”ne çevirmişler. 1923’te “Matbuat Cemiyeti” olmuş, 1930’da “İstanbul Matbuat Cemiyeti” olmuş, 1935’te Atatürk’ün önerisiyle adı Basın Kurumu’na dönüşmüş. “Basın Kurumu” mesleğimiz açısından önemli bir isim. 1938’in ortalarında Basın Kurumu diye bir örgüt yasayla kurulmuş. Bu tıpkı barolar, tabip odaları, mühendis odaları gibi, gazetecilerin kuruma kaydolmadıkları sürece gazetecilik yapamadıkları bir örgütlenme modeli olmuş. O sırada tek parti dönemi, daha sonra Demokrat Parti’nin kuruluş hazırlıkları var. O dönemde Basın Kurumu’nun başkanı Falih Rıfkı Atay. İstanbul’lu muhalif gazeteciler ile anlaşmazlık çıkmış, Falih Rıfkı Atay’ın İstanbul’daki muhalifleri aşağılaması üzerine de İstanbul’dan gazeteciler ayaklanıp Ankara’ya gitmişler, Falih Rıfkı Atay’ı devirmişler. Bunun üzerine 1946’da Basın Kurumu Yasası yürürlükten kaldırılmış. Yani gazetecilerin yeniden kendi istekleriyle örgütlenmesinin önü açılmış ve Basın Kurumu’nun malvarlığı da illerde kurulan gazeteciler cemiyetlerine aktarılmış. Bugün Türkiye Gazeteciler Cemiyeti adını alan İstanbul Gazeteciler Cemiyeti, 10 Haziran  1946’da kurulmuş, daha sonra adı Gazeteciler Cemiyeti’ne dönüşmüş ve 1993’te de Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC) adını almış.

 

ÖM: 1946’daki ilk çok partili seçim denemesiyle de paralellik taşıyor.

 

OE: Evet. Mesleki örgütlenmenin yanında bir de ekonomik ya da sosyal güvenlik açısından örgütlenmeyi, yani sendikalaşmayı da irdelemek lazım.

 

ÖM: Basın Kurumu şeklindeki zorunlu üyelikle, oda tarzı bir örgütlenme ile, sendika içi örgütlenme arasında çok temel ve sendika lehine bir fark var aslında değil mi?

 

OE: Evet. Yanlış hatırlamıyorsam Türkiye’de ilk iş yasası 1936’da çıkmış, ama oradaki “işçi” tanımı gazetecileri kapsamıyor.

ÖM: Neden?OE: Çünkü o iş tanımı, kol gücü ağırlıklı bir işçi tanımı içeriyor. 1952 yılına gelene kadar da gazeteciler için ayrıntılı bir işçi-işveren ilişkilerini düzenleyen yasa yok. Basın Kurumu ile ilgili yasada 6-7 madde var, orada gazetecilerle işverenler arasındaki ilişkilerin ne olacağı, kıdem tazminatı konusu, yıllık izin konusu, mazeret izinleri konusu pek ayrıntılı olmasa da belirlenmiş. O yasanın uygulandığına pek tanık olamıyoruz, uygulandığı tek yer o dönemde kamu ağırlıklı bir kurum olan Anadolu Ajansı. Orada yasaya göre sözleşmeler imzalanmış, ama diğer gazetelerde böyle bir girişim yok. Daha sonra 1952’de, “Basın Mesleğinde Çalışanlarla Çalıştıranlar Arasındaki Münasebetlerin Tanzimi Hakkında Kanun” diye 5953 sayılı bir yasa çıkarılmış. “Gazete ve Mecmuaları Yayımlayanlarla Buralarda Çalışanlar Arasındaki Münasebetler” başlıklı, 6 maddelik bir bölüm var. Sonra biraz daha değiştirilip 1952’deki yasaya dönüştürülmüş. 1952’de Haziran ayında çıkan bu yasada, “çalışanlarla sahipler kendi aralarında sendikalaşabilirler, sendikalar kurabilirler” hükmü var 52’de.

 

ÖM: Yani 1952’de ilk kez sendika kelimesinden bahsediliyor.

 

OE: 1952’nin 10 Temmuz’unda İstanbul Gazeteciler Sendikası kurulmuş. O dönemde İstanbul Gazeteciler Sendikası, Ankara Gazeteciler Sendikası, İzmir, Adana, Bursa, Eskişehir gibi gazeteciler sendikaları kurulmuş. Sendika var, ama sendikaların yetkisi yok. Sendika adıyla yeni cemiyetler oluşmuş. Bu cemiyetler işverenin muhatabı, ama ne toplu sözleşmesi var, ne grev hakkı var, hiçbir şey yok. Ancak 1963’e gelip de sendikalar yasası, ya da toplu iş sözleşmesi, grev ve lokavt yasası yürürlüğe girince, sendikalar cemiyet niteliklerinden  kurtulup sendika düzenine geçmişler. İstanbul Gazeteciler Sendikası 1963’ün sonlarına doğru adını Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS)’na çevirmiş. Diğer illerdeki sendikalar da bu sendikanın şubelerine dönüşmüşler. Daha sonra işverenler de 1954’te Türkiye Gazete Sahipleri Sendikası’nda örgütlenmişler ve sendikal yaşam başlamış.

 

ÖM: 1952’deki ilk uygulama, adı sendika olmakla beraber, dişi sökülmüş bir sendika.

 

OE: Tabii, hatta o dönemin belgelerine bakınca görüyoruz; Gazeteciler Cemiyeti ile İstanbul Gazeteciler Sendikası yöneticileri oturup aralarında protokol yapmışlar, birbirlerinin alanlarına tecavüz etmemek için. Yani “sendika neyle uğraşsın, cemiyet neyle uğraşsın” diye aralarında bir centilmenlik anlaşması imzalamışlar. Türkiye’nin demokrasiye geç geçmiş olması ikili bir yapılanma sonucunu doğurmuş. Oysa Avrupa’ya baktığımız zaman, ‘union’, birlik diye bir gazeteci örgütü var. Topluca değil, dallara göre, sekreterler, yazarlar, muhabirler gibi, kendi aralarında örgütlenmişler. Oradaki örgütler, hem mesleki çıkarları, hem ekonomik çıkarları koruyan örgütler. Tek örgüt var orada. Bizde demokrasiye geç geçişin yarattığı ikili bir örgütlenme var; bir yerde cemiyetler var, bir yerde sendika var. Bu bana göre çok yanlış, ama artık düzeltmenin olanağı da maalesef yok. Oysa bizde de Avrupa’daki gibi olsa, bence daha güçlü bir örgütlenme modelimiz oluşurdu. Diğer ülkelere göre bizdeki sendikalaşmayı da “acayip” sözcüğüyle nitelemem gerekiyor; çünkü Türkiye’de sendikaya üye olabilmek için mutlaka kadrolu, sosyal sigortalar kapsamında çalışıyor olmanız lazım. Yani “serbest gazetecilik” diye bir kavram bizde maalesef yok.

 

ÖM: Hali hazırda da böyle mi?

 

OE: Tabii. İkincisi, iş kolları yönetmeliğine göre TGS’ye üye olmak için ya 5953 sayılı, Basın İş Kanunu’na uygun olarak çalışan bir gazeteci olmanız lazım, ya da bir gazete, dergi veya ajans şirketinde, başka dallarda, yani teknisyen olarak, idareci olarak çalışmanız lazım. Fakat Türkiye’de şu andaki uygulama maalesef yasaya uygun değil, çok sayıda meslektaşımız var, fiilen gazetecilik yapıyorlar ama Türk Ceza Kanunu dışında gazeteci sayılmıyorlar hukuken.

 

ÖM: Sadece cezai sorumlulukları var.

 

OE: Evet, bir haber, bir yorum yayımlandığı zaman, savcılar, “gel bakalım gazeteci filanca”  diye çağırıyor, ama yasal açıdan, çalışma mevzuatı açısından, hukuken, bu arkadaşlarımız maalesef gazeteci değiller, ya “serbest meslek erbabı” statüsünde çalışıyorlar, yahut da taşeronlar eliyle genel iş yasası kapsamında çalışıyorlar. Bu şu açıdan önemli, çünkü örgütlenme hakları yok.

 

ÖM: Görüldüğü kadarıyla 1952’deki ilk sendika düzenlemesine rağmen, 1963’e kadar fiili anlamda bir sendikalaşmadan bahsetmek mümkün değil. Ondan sonrasında da bazı yetersizliklerle günümüze kadar geliyor. Halbuki ABD’de ve Avrupa ülkelerinde, gazetecilerin örgütlenmeleri çok güçlü.

 

OE: TGS 1952’de kurulduğunda 25 tane kurucusu var, bu kurucular arasında Cevat Fehmi Başkut var, Cumhuriyet gazetesinin yazı işleri müdürü. O dönemde genel yayın yönetmenliği henüz yok, yazı işleri müdürlüğü var. Hürriyet’in yazı işleri müdürü var, Yeni Sabah’ın, Dünya’nın, Hayat grubunun yazı işleri müdürü var, yazarları var, bir muhabir var, bir düzeltmen var, ama ağırlıklı olarak yazı işleri müdürleri var. O dönemdeki yazı işleri müdürleri kendilerini işçi sayıyorlar ve patron vekilliğini üstlenmek niyetinde de değiller pek. Bugüne geldiğimizde ise, bırakın yazı işleri müdürlerini veya genel yayın müdürlerini, koordinatörler, şefler, şef yardımcıları bile artık işveren vekili pozisyonunda. Öyle olunca da zaten gazetecilerin sendikaya kaydolma olanakları büsbütün  sıfırlanmış oluyor.

 

ÖM: Mesleki hak ve özgürlüklerin güvence altına alınacağı herhangi bir sistemin olmadığı ortaya çıkıyor ki, bu çok düşündürücü. 63’e kadar hiçbir sendikal faaliyetten gerçek anlamda bahsedilemeyeceğini söyledik, 93 yılında bir hamle görünüyor ama yine de günümüzde, Türkiye’de gazetecilerin temel hak ve özgürlüklerini koruyacak, güvence  altına alacak bir sistemin pek de yerleşik olmadığı bir noktadayız anladığım kadarıyla. Bunu biraz izah eder misiniz?

 

OE: Maalesef. Örgütlenmeye bir açıdan daha bakmamız gerektiğini düşünüyorum; özel radyo ve televizyonların kurulmasının ardından, radyo-televizyon gazetecilerinin de örgütlenmesi sorunu var. Özel radyo ve televizyonlar kurulduğu zaman, TGS 27. sayılı gazetecilik iş koluna radyo ve televizyon gazetecilerini de eklettirdi. Yani onlar da TGS çatısı altında örgütlenme olanağını buldular. Ancak Çalışma Genel Müdürlüğü, radyo ve televizyonların, 17 sayılı “büro, eğlence, eğitim, güzel sanatlar” işkolunda olduğu yolunda bir karar verdi. Yani radyo ve televizyonlarda çalışanların gazetecilik yapmadıklarına, veya gazeteciliği bir ek iş, yardımcı iş olarak yaptıklarına karar verdi. Siyasilerimiz özellikle radyo ve televizyonları gazetecilik açısından eleştirmeye çabalıyorlar, yayınlara bir takım eleştiriler yöneltiyorlar, ama sonra kendileri zaten radyo ve televizyonları gazetecilik yapıyor saymıyorlar. Böyle de bir çelişki var.

 

O dönemde radyo ve televizyonlarla ilgili yasada radyo ve televizyonlar “kırk ambar” gibi görülüyordu. Yani “hem Türk halk müziği çalacaksınız, hem Batı müziği çalacaksınız, hem Türk müziği çalacaksınız, hem eğitim programı yapacaksınız” gibi, ama sonraki yasa değişikliği ile tematik kanallara izin verildi. Hem radyoda hem televizyonda bu tür yayın alanları doğdu, orada da gerçek gazeteciler çalışmaya başladılar, yaptıkları da sadece gazetecilik. Örneğin belgeseller de yayınlanıyor radyo ve televizyonlarda, ve belgeseli gazetecilik dışında bir yayın olarak tanımlamak bana göre yanlış.

 

ÖM: Magazin de aynı şekilde, hakkıyla yapılabildiği sürece son derece ciddi araştırmayı gerektiriyor.

 

OE: Son dönemdeki gibi kadın-erkek ilişkilerine indirgemezsek, bizim başladığımız dönemde, “eğlendirerek bilgilendirme” diye özetlenen, daha çok sanat ve kültür ağırlıklı, merakların giderilmesine önem veren bir yayın biçimi olursa, tabii gazetecilik açısından magazin de çok ciddi bir alan. Ama 12 Eylül’ün bizi sürüklediği, halkı, gençleri, işçileri siyasetten uzaklaştırma adına özendirilen magazin anlayışı, maalesef bizi bugünlere getirdi. Hem yakınıyoruz hem en çok onu seyrediyoruz.

 

ÖM: AC Nielsen grubunun bizim için hazırladığı Medya Güven Araştırması’nda görüldüğü gibi, gazeteciliğin genel olarak güvenilmez bir kurum olarak ele alınması, doğru bilgi vermeyen bilgileri, saptıran ya da patronların hizmetinde ya da devletin etkisinde kalan, bir kurum olması, inandırıcılıktan uzak bulunmasına da yol açıyor. Bu durumda, kim gazeteci, kim değil, kim sendikal haklara sahip ve patronlarla, işverenlerle nasıl bir mücadele yapılıyor? Günümüzdeki durum nedir?

 

OE: Önce Basın İş Yasası dediğimiz, 5953 sayılı yasayı gözden geçirmek lazım. Bunun en kötü yönlerinden biri, kıdem tazminatına hak kazanma süresi. İş Yasası’nda kıdem tazminatına hak kazanma süresi 1 yıla indi, yani işe başladıktan sonra 1 yılını dolduran işçi, kıdem tazminatı almaya hak kazanıyor, yani işten çıkarılırsa veya  işverenin davranışı karşısında haklı nedenlerle kendi ayrılırsa kıdem tazminatını alabiliyor. Ama Basın İş Yasası’na göre bir gazetecinin kıdem tazminatına hak kazanabilmesi için 5 yıllık kıdemini doldurmuş olması lazım.

 

ÖM: Çok aleyhte bir şey gazeteci için.

 

OE: O zaman, 4 yıl 11 ay çalıştırılıyorlar, sonra, “teşekkür ederiz” diyorlar ve 1 aylık bir ihbar kendisine ödeniyor ve kıdem tazminatı hakkı yok, bunu öncelikle değiştirmek lazım. Tabii şöyle bir kuşku her zaman için var; siyasetle işverenler arasındaki ilişkiler zaman zaman “al gülüm ver gülüm” düzeyine iniyor maalesef; o nedenle de böyle bir yasa değişikliğinin gündeme gelmiş olması, varolan bazı hakların da kaybedilmesi korkusunu beraberinde getiriyor. Mesela Basın Yasası hazırlanırken, Adalet Komisyonu’ndaki görüşmelerde, hazırlanan yasanın yararlı olabilmesinin, ancak gazetecilerin sosyal haklarının verilmesiyle mümkün olduğu söylendi; bunu hem iktidar milletvekilleri söylediler hem muhalefet milletvekilleri söylediler. Komisyon başkanı Köksal Toptan, toplantıda bulunan Devlet Bakanı Beşir Atalay’a  “Sayın Bakan, bu sizin doğrudan işiniz değil, bu Çalışma ve Sosyal Güvenlik  Bakanlığı’nın işi, ama sizin medya ile ilgili, gazetecilerle ilgili uzun yıllara dayalı bir birikiminiz var, siz bir ön çalışma yapsanız” dedi, O da kabul etti. Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü’nü görevlendirdi. Genel Müdürlük de bütün örgütlere yazı yazdı, “haksız rekabet konusunda ve 5953 sayılı yasada nelerin değişmesi gerektiğini bize yazın” dedi. Sonradan öğrendim ki, TGC yanıt veren tek örgüt olmuş. Çünkü sendikada, haksız diyemeyeceğim bir kuşku var, “biz bunu tartışmaya açarsak elimizde olanları da yitiririz” diye.

 

ÖM: Örgütlenmenin güçsüzlüğünden kaynaklanıyor herhalde?

 

OE: İşverenle politika ilişkilerinin pek sağlıklı olduğunu söyleyemediğimiz için, srndikaya “yanlış yapıyorlar” demek olanağını da maalesef bulamıyorum.

 

ÖM: Türkiye’de, oldukça zayıf, en azından Batı demokrasilerinde görülen mesleki örgütlenmeden daha zayıf bir mesleki örgütlenme olduğu görülüyor. Hoş, dünyada da tersi yönde bir eğilim var, yani gittikçe daha az hakka sahip olan gazeteciler, televizyoncular, görüyoruz dünyada da, ama Türkiye’de durumun hiç parlak olmadığı sizin anlattıklarınızdan net olarak ortaya çıkıyor. Bir de biraz önce sözünü ettiğiniz önemli bir nokta vardı, onu biraz açmak için sormak istiyorum; bazı yazı işleri müdürleri, ya da yazar konumunda olan veya genel yayın yönetmeni konumunda olan insanlar, çeşitli yönetim kurulu üyelikleri dolayısıyla, gazete sahiplerinin adamları olma konumundalar. Hatta büyük gazetelerimizden birinin genel yayın yönetmeni, “ben aynı zamanda işvereni temsil ediyorum, bu da normaldir” demişti.

 

OE: Hatta TUSİAD üyeliği bile söz konusu oluyor, yani bir işadamı konumunda olabiliyor.

 

ÖM: O zaman gazeteciliğin kendi niteliği ile nasıl bağdaştıracağız, içeriğin gazete sahibinin ve o ailenin hakları doğrultusunda etkilenmeyeceğini nasıl garanti edeceğiz?

 

OE: Genel bir değerlendirme yapmak biraz yanlış, ama şunu da vurgulamak zorundayız; basında yapılanma artık eski biçiminde değil, yani yayın organları belirli holdinglerin şirketlerinden biri haline dönüştü ya da belirli inançların veya ideolojilerin savunulduğu gruplar haline dönüştü. Hepimizin bildiği gibi, medya-ticaret-siyaset üçgeni  hep söz konusu idi, galiba buna artık tarikatları da ekleyerek “dörtgen” demek gerekiyor.

 

ÖM: Yani “medya-ticaret-siyaset-diyanet dörtgeni” mi diyeceğiz?

 

OE: Tarikat. Tabii bu tanımın dışında kalanlar da var. Eskiden gazetecilik ön plandaydı, siyaset, yani parti yandaşlığı daha arka plandaydı. Benim de gazeteciliğe başladığım yıllarda, bir Demokrat Parti - CHP çekişmesi vardı ve gazeteciler de bu bölünmeye aşağı yukarı uymuşlardı, ama iş mesleki çıkarlara geldiği zaman ortak hareket etme alışkanlığı yitirilmemişti. Şimdi buna bir de ticaret eklenince, gazetecilik zaman zaman üçüncü sıraya kadar düşüyor, yani sıralama siyaset-ticaret-gazetecilik şeklinde oldu. Gazetecilik geriye düştüğünde, okur, izleyici, dinleyici, sizin de belirttiğiniz gibi, güven bunalımına düştü. Tabii biz mesleğimizin yapılma biçimini eleştiriyoruz, ama “daha iyisini nasıl yapabiliriz?” diye de araştırıyoruz, aksi takdirde, “gazeteler veya yayın organları, hiç iyi bir şey yapmıyor” sonucuna ulaşırsak, o zaman yolsuzlukların, usulsüzlüklerin, Susurluk’ların nasıl ortaya çıktığını da yanıtlayamayız. Oysa bunlar gazetecilik sonucu ortaya çıkmış olaylar, kamuoyuna mal edilmiş konular. Sonuçta, yönetimler genellikle örgütlenmeye sıcak bakmıyorlar.

 

ÖM: Bir de zaman zaman, dönemsel olarak da işten çıkartmalar vs. oluyor.

 

OE: 1991’de Milliyet gazetesinde bir sendikasızlaştırma başladı.

 

ÖM: Ben de onu söyleyecektim.

 

OE: Sonra 1994’te Hürriyet gazetesi aynı yolu seçti. Ben o dönemde sendikada genel başkandım, Uluslararası Gazeteciler Federasyonu’nun (IFJ), uluslararası üst  kuruluşumuzun Brüksel’de bir toplantısı vardı. Avrupa Parlamentosu IFJ’ye AB için ortak bir basın yasası hazırlanması konusunda çalışma yapılması görevini vermiş, onu duyunca beni de çağırdılar, gittim. Benim amacım, biz AB üyesi olmadığımız için, orada ne oluyor diye görmekti, ama asıl amacım da bu sendikasızlaştırma konusunu anlatmaktı. Kapanış oturumunda herkes söz alıyor, ben de bunu anlattım. Tabii Avrupalı gazeteciler, önce gazetecilerin işverenleri istedi diye niye sendikadan istifa ettiklerini anlamadılar. Akılları yatmadı, yani benim abarttığımı falan zannettiler herhalde. Güç bela onu anlattım, ama ardında da işverenlerin niye gazetecileri sendikadan istifaya zorladığını anlamadılar. Sonra ortak bir açıklama yapıldı, Avrupa’nın yaklaşımı ile baktığımız zaman, bu açıdan Türkiye’nin AB’ye girmesinin bir takım engellerle karşılaşacağını söylememiz mümkün. Yine benim anlamadığım bir şey var; “ne olursa olsun AB’ye girelim” düşüncesini savunan yayın organları var, ama sendikalaşmaya karşılar. Peki, “biz AB’ye girersek  sendikasızlaştırmayı nasıl  sürdüreceğiz?” sorusu herhalde akıllarına gelmiyor, ya da geliyor ama neye güveniyorlar onu bilemiyorum.

 

ÖM: Oldukça önemli bir şey söylediniz; bugün, 19 Eylül itibariyle, Meclis olağanüstü toplantı yapıyor, gündeminde AB tam üyeliğine giden yol için de geniş çaplı reformlar kapsamında görüşmeler varr. Bunun içinde gazeteciliğin sendikalaşması gibi bir reform yok değil mi?

 

OE: Yok. Sadece gazetecilerin örgütlenmesi açısından değil, ifade özgürlüğü açısından basının önündeki engelleri kaldıracak bir çalışma da maalesef yok.

 

ÖM: Bugünkü gazetede var; 301 ifade özgürlüğünün önündeki en tartışmalı maddelerden bir tanesi, ama “bu konuda bir değişiklik yapmayı düşünmüyoruz” diyor Hükümet Sözcüsü.

 

OE: İnsanların hapis cezasıyla yargılanıyor olmasını önemsemiyor, “nasıl olsa beraat eder” gibi bir yaklaşım var, ama davanın açılışı ile beraat arasındaki süreçte gazetecilerin yaşadıklarının işkence sayılıp sayılmayacağını bile tartışmak durumundayız. Ben 12 Eylül’de Cumhuriyet’in sorumlu müdürüydüm, 3 kez tutuklama isteği ile yargılandım. Sizi temin ederim ki kalbimin atışını kulağımla duydum.

 

ÖM: Elbette, bundan daha insani bir korku olabilir mi?

 

OE: Bizim siyasetçiler, “biz Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni veya AİHM içtihatlarını dikkate alıyoruz” diyorlar, ama araya kendi siyasetlerine uygun bir cümle koyuyorlar, ondan sonra “ayıkla pirincin taşını” örneği herkes bir şeyler söylemeye başlıyor. O nedenle, AB 9. uyum paketinde de ifade özgürlüğüne, örgütlenme haklarının yaşama geçirilmesine uygun bir maddecik bile olmadığını görüyoruz.

ÖM: Bu çok önemli bir nokta. Orhan Pamuk’tan tutun da, Perihan Mağden’e, Murat Belge’ye, Elif Şafak’a kadar pek çok yazar ve gazetecinin, üstelik linç ve şiddete eğilimli bir atmosfere de yargılandığı bir ortamdayız.

 

OE: “Yargıyı etkilemek” diye bir madde var, Basın Yasası’ndaki madde para cezası öngörüyor, TCK’daki madde hapis cezası öngörüyor. Bu nasıl bir çelişkidir, o ayrı bir konu, ama ben bir şey yazdığım zaman yargıyı etkilemekten suçlanabiliyorum, ki o şekilde suçlanan meslektaşlarımız var. Ama Adliye’de, duruşma salonlarında gösteri yapanlar var, ama Türk Ceza Yasası’nın, “hakimi etkileme” konulu 277. maddesi hiç uygulanmıyor.

 

ÖM: Geleceği nasıl görüyorsunuz, yani ne yapılması gerekiyor örgütlenme hakkına?

 

OE: İki yönden bakmak gerekir diye düşünüyorum. Birisi cemiyetler açısından, TGC’nin bugün itibariyle 3323 üyesi var ve biz daha çok ağırlıklı olarak 5953 sayılı yasaya göre gazetecilik yapanları ya da gazete sahibi olan ama gazeteciliği ön planda olanları üye olarak alıyoruz. 81 ilden de üyemiz var. Bir başka özelliğimiz de şu; Türkiye’de varolan, en sağdan en sola kadar, her fikir yelpazesinden üyelerimiz var. O nedenle siyasetle ancak bizi ilgilendirdiği kadar ilgileniyoruz, onun dışında ilgilenmiyoruz. Tabii bir de her görüşten üyemiz olduğu için, açıklamalarımızı yaparken, üyelerimizi de düşünerek, biraz daha ciddi laflar etmeye çalışıyoruz, kimseye hakaret etmemeye çalışıyoruz. Ancak bunun dışındaki örgütlenmeler, maalesef daha çok siyaset ağırlıklı oluyor, işin içine siyaset girdiği zaman da biraz zorluk yaşanıyor.

 

Sendika açısından baktığımız zaman, sendikaya üye olmanın getirdiği sorumlulukları sendikanın üstlenmesi mümkün değil. 12 Eylül öncesindeki yasaya göre sendika kendisine üye olanları 3 gün içinde işverene bildirmek zorundaydı, yani “bunlar bana üye oldular sen bunları at” diyordu. Çünkü sendikal faaliyet görece olarak güvence altına alınıyor, ama sendikaya üye olmak sendikal faaliyet sayılmıyor Türkiye’de, böyle bir acayiplik var. 12 Eylül bunu değiştirdi, -yani 12 Eylül iyi bir şey yaptı- üye sayısı yarıyı geçerse, yani çoğunluk sağlanırsa işverene bildirmek durumunda, yani yetki başvurusu yaparken  bildirilmek zorunda. Bu iyi bir tarafı, ama eskiden hak grevi vardı, sendikaların üyelerinin hakları adına işvereni doğrudan mahkemeye verme, hakkında dava açma hakları vardı, o kalktı ortadan. İşverenle anlaşamayan gazeteci, sendikaya başvurduğunda, sendikanın yapabileceği tek şey var; “sen davanı aç, ben sana avukat vereyim.” Bir çalışanın hem işverenini mahkemeye vermesi, hem de orada çalışmayı sürdürmesi Türkiye için pek alışılmış bir şey değil, özellikle de patrona karşı gelmiş olmanın Türkiye’de çok aşırı yaptırımları olduğunu da biliyoruz. Öncelikle, 5953 sayılı, gazetecilerin çalışma koşullarını düzenleyen yasanın aksayan taraflarının, eksikliklerinin giderilmesi, o yasanın uygulanma zorunluluğunun da getirilmesi lazım. Eskiden gazetelerin ilan servisleri olsun, muhasebe servisleri, idare servisleri olsun, gazeteci olarak, muhabir olarak başlamış ama daha sonra yetenekleri keşfedilerek o alanlara kaydırılmış gazeteciler tarafından yönetilirdi. Onlar gazeteciliğin ne olduğunu bildikleri için, insanlara kötü veya kırıcı muamele etmekten kaçınırlardı. Son dönemdeki yapılanmada, dışarıdan gelen uzmanların gözünde, gazetecilik bir fabrika gibi görülüyor. O nedenle taşeron çalıştırmanın engellenmesi lazım, serbest meslek erbabı olarak çalıştırmanın engellenmesi lazım, bunu tabii muhabirler için söylüyorum. Gelir Vergisi Yasası’nın 18. maddesinde nelere telif ödenebileceği var, röportaj, araştırma, senaryo vs. var, haber yok. Niye haber yok? Çünkü haberde fikri katkı, kendi fikrini aktarma diye bir şey yok meslek etiği açısından, yani haber başka yorum başka. Ama biz muhabire de yasada olmamasına karşın haber için telif ödüyoruz. Bunu Maliye Bakanlığı’na söylüyorsunuz ama kimse de üzerine alınmıyor. Bu kötü uygulamaların kaldırılması lazım, en azından valilerin veya bölge çalışma müdürlerinin yazılı sözleşme isteme hakları var, ama önem vermiyorlar. Sömürüyü tek başına örgütlerin engellemesi de mümkün değil.

 

ÖM: İşverenler de tercih etmiyorlar örgütlenmiş bir gazeteci kitlesini diye anlaşılıyor. Size de mücadelenizde başarı dilemekten başka bir şey kalmıyor yapacak. Türkiye’de gazeteciliğin mesleki örgütlenmesi, dünü, bugünü ve geleceği üzerine bizi çok aydınlattınız, çok teşekkür ederiz.

 

OE: Ben teşekkür ederim.

(19 Eylül 2006 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)