Medya Konuşmaları XXI: Dünyada ve Türkiye'de Okur Temsilciliği

-
Aa
+
a
a
a

Ömer Madra: Medya Konuşmaları’nda bugünkü konuğumuz İstanbul Bilgi Üniversitesi Medya ve İletişim Sistemleri Bölüm Başkanı Doç. Dr. Aslı Tunç. Hoş geldiniz.

 

Aslı Tunç: Hoş bulduk.

 

ÖM: Bugün yazılı basında okur temsilciliği diye de adlandırdığımız, bir süreden beri Türkiye’de de yaygınlaşmaya başlayan ombudsmanlık mekanizmasının nasıl çalıştığı konusunda konuşacağız.

 

AT: Öncelikle ombudsmanlık teriminden başlayalım, çünkü sadece medyada kullanılan bir kavram değil bu. Ombudsmanlık, İskandivya’dan gelen bir kavram, İsveç’in bize sunduğu çok nadir terimlerden bir tanesi. Hayatın tam içinden gelen bir kavram, İsveç’te karı, buzu, bacaları temizleyen ve bunu denetleyen insanlara verilen admış 1900’lerin başında.

Ben bu kavramla ilk olarak doktora öğrenciliğim sırasında karşılaştım; üniversitede dekanla bir öğrenci arasında anlaşmazlık çıkmıştı ve sorunu ombudsmana götürmüşlerdi ve ombudsman da duruma bir çözüm aramıştı.

 

ÖM: Nerede oldu bu?

 

AT: Amerika’da. Bu çok yaygın bir sistem, öğrenciyi koruyan, hiyerarşinin bir anlamda ortadan kalktığı, hakların savunulduğu bir sistem. Tahmin edersiniz ki, bu beni çok şaşırtmıştı. Türkiye’de son derece hiyerarşik, baskıcı bir yapıdan çıkmış bir öğrenci olarak ilk kez böyle tanışmıştım ombudsman kavramıyla. Ombudsman, temel olarak bir kurumla halk arasında, yani talep eden arasında, uzlaşmayı sağlayan, denetleyen, saydamlığı ve işlerliği getiren onurlu bir işlevi olan kişidir. Kuşkusuz bu kişiye çok fazla misyon yüklememek lazım, ancak son derece özerk  bir kişi olduğunu söyleyelim. Tabii, karlı, buzlu İsveç’ten nasıl medya plazalara sızdı bu kavram, onu açmak gerekiyor belki.

 

ÖM: Türkiye’de de genel olarak idarenin halkla, vatandaşla ilişkisini rahat yürütebileceği, saydam bir şekilde demokratik bir katılımı sağlamak üzere bir ombudsmanlık konması gündemdeydi zaten, ama galiba cumhurbaşkanlığından geri döndü?

 

AT: Veto edildi. Ben de ayrıntıları bilmiyorum, ama bu kavram hayatımıza bir şekilde giriyor farklı alanlarda da olsa. Bir nevi hakemlik, bir köprü misyonu yükleniyor bu kişi.

 

Avi Haligua: Bunun bir eğitimi yok değil mi? Bu daha çok kişinin saygın olmasıyla, güvenilir olmasıyla bağlantılı galiba.

 

AT: Aynen öyle, bu kişiler artık yaşını başını almış, profesyonelliğini kanıtlanmış, herkesin sevdiği ve saygı duyduğu insanlar oluyor.

 

ÖM: Dürüst, bilgili.

 

AT: Kimsenin fazla söz söyleyemeyeceği insanlar. Medyada da böyle bu. Yani genel eğilim bu. Türkiye’deki ise ayrı bir öykü, onu da anlatacağım ama genel olarak dünyadaki profil bu.

 

ÖM: Medyaya nasıl yerleşti bu kavram?

 

AT: Aslında bu yeni bir kavram, Radikal 2’de bu konu üzerine bir yazı yazdım. Zaten bütün sizin bu devetiniz de bir anlamda buradan çıktı. Amerika’da çok yerleşmiş bir yaklaşım bu, çünkü onların liberal basın geleneği ile çok örtüşen bir kavram. Basına halkı koruyan, onu kollayan, kol kanat geren, politik yetkeye karşı ezilmemesini sağlayan bir misyon yüklemiştir Amerika; en azından kâğıt üzerinde. İlk olarak medyada kullanımı Japonya’da, fakat Amerika bunu daha sonra çok benimsemiş.

 

ÖM: Yani medyada ombudsmanlık ilk olarak Japonya’da mı gelişmiş?

 

AT: Evet. İlk olarak 1922’de Japonya’daki Asahi Shimbun gazetesinde bir komisyon yapısında ortaya çıkmış, Amerika da bunu uyarlamaya başlamış. Dünyada ONO, yani Organization of News Ombudsmen diye bir kuruluş var. Her yıl toplanıyorlar, bir keresinde Türkiye’de de yapıldı. Şu anda dünyada 100 tane ombudsman bulunuyor. Aslında bu çok az bir sayı, bunların 37 tanesi Amerika’da, 7 tanesi Kanada’da, diğerleri Avrupa’da. Avrupa’da pek fazla yaygın değil, İngiltere’de yeni yeni başladı mesela. Şimdi Türkiye’de de başladı, bizim de 4-5 tane ombudsmanımız var, yani okur temsilcimiz.

 

ÖM: Bir de Hindistan’da The Hindu gazetesi bu uygulamaya başladı, tam ben orada iken, tesadüfen gördüm.

 

AT: Yeni Delhi’de değil mi?

 

ÖM: Evet.

 

AT: Ben de okudum bunu, İngilizce yayın yapan bir gazete değil mi?

 

ÖM: Çok eski bir gazete, 130 yıllık filan bir geleneği var, İngiliz sömürgeciliğinden kalma. Çok iyi bir gazete aslında. Neden gerek duyduğunu anlatıyordu, hakikaten çok iyi bir rastlantıydı, sabah kahvaltısında bunu okudum.

 

AT: Guardian stili bir okur temsilciliğini benimsediğini açıkladı. The Hindu gazetesi 1 milyon basıyor ama gazeteyi 4 milyon insan okuyor. Çok ciddi bir okur kitlesi var. İsrail’de benimseniyor, Venezuela’da, vs. ufak tefek de olsa gelişmeye başlıyor.

 

ÖM: Türkiye’de de belli bir hamle oldu, şimdi onu konuşacağız herhalde.

 

AT: Evet, genel gelişim ve tanım bu yönde. Profil olarak, saygınlık, deneyimli olmak gibi kriterleri var. Kim ombudsman olabilir? Ombudsmanlığın en büyük meselesi bağımsızlık meselesi. Ortada bir finansman sorunu var öncelikle. Yani ombudsman denilen kişi maaşını kimden alıyor? Bu sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada tartışılan bir şey. Tahmin edersiniz ki çok ciddi bir ikilem bu. Siz kendinize maaş veren bir patronu ne kadar eleştirebilirsiniz? Okuru ona karşı ne kadar koruyabilirsiniz? Amerika’da da kendi gazetesinden ya da televizyon kanalından maaş alan ombudsmanlar var. Fakat bu ikilemi nasıl minimize ediyorlar bu konuşulmalı belki. Öncelikle zararı çok iyi bir sözleşme ile minimize ediyorlar. Yani hukuksal anlamda ombudsmanın haklarını garanti altına alıyorlar. Kimse okur temsilcisini pat diye işinden edemiyor. Başka önemli bir konu da, ombudsmanın idari hiçbir görevi olmuyor. Bir kere yurtdışında okur temsilcisinin yönetimle olan organik bağı, göbek bağı ortadan kaldırılıyor. bu her kuruma göre de değişebiliyor. Ne kadar oynama alanı açıyor ombudsmana, mesela nereye kadar eleştiri izni veriyor? Bu kuruma bağlı bir şey. Bazıları editöryel toplantılara giriyor, bazıları girmiyor; hatta gazetecinin katına bile çıkmıyor bazıları. Sözleşmeler nasıl oluyor, kontratlar nasıl yenileniyor? Kime bağlı çalışıyorlar, editöre mi yoksa patrona mı? Bunlar üzerinde düşünülmesi gereken konular, çünkü ombudsmanın bağımsızlığını garanti altına alamadığınız sürece, kimse bu işi yapmaz. Sonuçta işini kaybetme korkusuyla, hele bizimki gibi  iş garantisi olmayan bir ülkede yaşıyorsanız, yani sendikanız yoksa, vs. sonuçta çok tehlikeli bir görev haline gelebilir.

 

ÖM: Yani bağımsızlık içinde bağımsızlık kavramını konuşuyoruz; bağımsız medyaya giden yolda olmazsa olmaz gibi görünüyor, bağımsız ombudsmanlık, okur temsilciliği kurumu.

 

AT: Bir de saygınlık kavramı gündeme geliyor. Saydamlık, okurun şikayetlerini dinlemek, onların görüşlerini almak, internetle ve elektronik mektup olanağı ile beraber kolaylaştı. Okurlar sözlerinin dinlendiğini görmek istiyorlar artık dünyamızda. Medya plazalarında oturup “ancak benim dediğim haberdir” diyen gazeteci modeli artık kalmadı. Bunu reddediyor okur ve ombudsmanlık bu yavaş geçişi sağlamaya çalışıyor, arada hakemlik görevi görüyor. Fakat tabii ombudsmanlar ne kadar eleştirebilir, neyi eleştirebilir konusu hâlâ çok tartışılması gereken bir konu. Gelirken bir kaç Türk gazetesine baktım. Mesela okurlardan bir takım şikayetler, sorular geliyor. Bazı sorular beni şaşırttı. Eğer okur temsilciliği kavramını bu düzeyde konuşuyorsak, zaten hiçbir anlamı yok. Bu kişinin özerk olmasının da anlamı yok, şöyle diyor bir okur: “Son 4-5 aydır aldığım gazete, okuduktan sonra ellerimi simsiyah yapıyor.” Mürekkepten şikâyet eden bir okur var karşımızda. Dediğim gibi ombudsmanlık bu düzeyde tartışılıyorsa anlamsız, ama eğer medya analizi yapabilen, büyük resme bakabilen, etik değerleri bilebilen, konusuna hakim olan ombudsmandan bahsediyorsak o bambaşka bir şey. Özellikle Amerika’da okur temsilcileri aynı zamanda işlerini tamamladıktan sonra, büyük üniversitelerde gazetecilik etik dersleri verebilecek nitelikteki insanlardır, yani bu tip bir birikimleri vardır. Bu tip soruları yanıtlamak için para alan kişiler değil.

AH: Ama bu tip bir soruyu sayfaya taşıdığına göre, ombudsman bunu önemli bulmuş olmalı, herhalde gelen bütün mektupları yayımlamadıklarına göre.

 

AT: Bu çok önemli bir konu: seçme. Kriter ne? Neye göre seçiyor mektupları? Ben okurlardan gelen bütün mektupları, şikâyetleri görmüyorum Ondan sonra iki satır yanıt veriyor ombudsman, “ben editöre sordum, haksız buldu sizi, ben de katılıyorum” diyor. Bu tatmin edici bir cevap mı?

 

AH: Gerekçesiz bir haksız bulma durumu.

 

AT: Gerekçe de çok tatmin edici olmuyor. Ben bir sürü mektup okudum farklı gazetelerde. Aslında yönetimi okura karşı koruyan bir pozisyona düşmüş oluyor okur temsilcisi. Tabii Türkiye’de işler çok alaturka işliyor, alaturka bir ombudsmanlık sistemi oluyor, biz bu kavramı kendi Türk yapımıza uyarlamışız gibi görünüyor.

ÖM: Öte yandan da bazı çok can alıcı olaylarda örneklerini gördüğümüz gibi, ABD medyasında da fevkalade ciddi ihlaller var. Judith Miller olayı başlı başına NY Times’ın bütün saygınlığını, inandırıcılığını yitirmeye yetebilecek bir olaydı. Neredeydi okur temsilcileri? Judith Miller’in da ilk olayı değildir bu, Arafat’ın biyografisinde ne korkunç yalanlar kaleme aldığını, tamamen gerçeklerin zıddını yazdığını da hatırlıyoruz. Böyle şeyler de olabiliyor.

 

AT: Aslında NY Times ombudsmanlığı reddetti yıllarca. Editörler “biz hepimiz ombudsmanız” dedi ve hakaret olarak kabul ettiler bir okur temsilcisi almayı. Fakat bu Jayson Blair olayından sonra aldılar. Bir tane okur temsilcisi var artık NY Times’da.

ÖM: Jayson Blair olayını da özetlemeliyiz belki, konumuza da uygun. Bir intihal vakası.

 

AT: 73 haberinden 36'sında maddi hata ve intihal yaptığı anlaşılınca istifa eden genç bir muhabir Jayson Blair. NY Times gibi saygın, liberal, Amerikan solunda tanınan bir gazetede bütün editoryal süreçler atlanmış, herkesin gözünden kaçmış ve tüm bu haberler basılmış. 2003 yılında tamamen bir rezalet ve kara bir leke olarak geçti NY Times’ın tarihine. Sonunda bir ombudsman almak zorunda kaldı gazete, en azından bu hataları gözden kaçırmayalım diye. Aslında Amerika’da da olsa eleştirilmeyi hazmetmek öyle kolay iş değil. Eleştiriyi kabul etmek, onu özümsemek, inkâr etmemek ayrı bir kültür. Amerika’da iki tane olay var, bir tanesi 1980’de oluyor Florida’da; editör okur temsilcisinin yazdıklarını beğenmiyor, bundan dolayı kovuluyor okur temsilcisi. Bir de bir kaç yıl önce Kanada’da, bir ombudsman sadece yazdıklarından dolayı kovuluyor. Yani iki vaka var Kuzey Amerika’da benim bildiğim, onun dışında artık özerklik son derece kontrol altına alınmış vaziyette. Sadece Türkiye’ye, Avrupa’ya özgü bir tehlike değil bu. Sonuçta ombudsmanlar pek sevilmeyen insanlar, sevilmemeleri de gerekiyor doğaları gereği. Yalnız insanlar olmaları lazım; ne idareye yaranabiliyorsunuz, ne okura yaranabiliyorsunuz, gazeteci arkadaşlarınız saygı duysalar da sizi pek sevmiyorlar, gazeteciler de egosu şişik insanlar, kimse fazla eleştiri kabul etmiyor. Yani zor iş ombudsmanlık. Zaten birilerini rahatsız etmiyorsanız işinizi pek iyi yapmıyorsunuz anlamına geliyor.

ÖM: Doğru. Mesela Medialens, özellikle kendisini liberal diye adlandıran basın organlarını, Guardian’ı, Indepedent’ı, BBC’yi eleştiriyor. Onlardan “siz bizi dinlemiyorsunuz, okumuyorsunuz, biraz okumayı öğrenin” şeklinde cevaplar geliyor. Çünkü katiyen eleştiri kaldıramıyorlar hiç kimse, yanlış yazdığını ya da hatalı, eksik yazdığını kabul etmiyor.

 

AT: İngiltere’de okurlar arasında bir araştırma yapılmış, “Hatalarını kabul eden bir gazeteyi mi kabul edersiniz, yoksa hata yapmış ama inkâr edip onu hasır altı eden bir gazete mi güvenilir gazete sizin için?” diye. Ne kadar büyük olursa olsun, hatalarını afişe eden, inkâr etmeyen gazete daha güvenilir bulunmuş büyük bir çoğunluk tarafından. “Evet, hata yaptık.” demek her zaman çok daha onurlu bir tavır olarak okurlarca da kabul ediliyor.

ÖM: Eğer demokratik toplumların iyi toplumlar olduğunu düşünüyorsak, vatandaşların da böyle düşünmesi normaldir.

 

AT: Doğru. Sonuçta ombudsmanlık demokratik bir medya isteğinin sonucu, aslında çok idealize edilmiş bir şövalyelik konumu. Çok onurlu bir konum ideali, ama çoğu yerde, ülkemiz de dahil böyle işlemiyor. Tabii ombudsmanlar da biz öğretim üyeleri tarafından eleştirilince kızıyor, ironik olarak ombudsmanlar da eleştirilmeyi sevmiyor. Yani eleştirilmeyi en çok kabul etmesi gereken kişiler tahammül gösteremiyorlar. Aslında akademi eleştirmezse bu kurumu, kim eleştirecek onu da bilmiyorum. Aslında iletişim fakültelerinin medya departmanları bir takım işlemeyen şeyleri çok net görüyor, medyanın doğrudan içinde olmayan kurumlar olarak. Bir takım hatalar o kadar belirgin ki, fakat onları afişe edince, hakkında yazıp çizince çok tatsız bir durum ortaya çıkıyor, kişisel anlamda saldırılar başlıyor vs. Aslında bunu anlayabiliyorum çünkü bu insanların maddi olarak kaybedecek çok şeyleri var.

 

AH: Üniversitelerin, bağımsız kuruluşlar olarak bu tip raporlar hazırlaması bence hiç fena olmayabilir.

 

AT: Bence de, evet, kişisel olarak hedef olmak, düşman ilan edilmek yerine akademik bir raporla bunu sunmak çok daha anlamlı.

 

ÖM: Bir tür ombudsmanlık da üniversiteden, akademiden geliyor olabilir.

 

AT: Biraz Türkiye’den bahsedeyim; Türkiye’de benim bildiğim 4-5 tane büyük gazetenin ombudsmanı, yani okur temsilcisi var. Bu okur temsilcilerinin iş tanımları bulundukları kuruma göre değişebiliyor, çünkü çok net bir iş tanımı gerekiyor okur temsilciliğinde. Ne iş yaptığını ve çalışma koşullarını okurlara söylemesi ve ilan etmesi gerekiyor. Sizden ne bekleniyor? Tam olarak ne yaparsın? Kime bağlısın? Benim gördüğüm tek bir gazete bunu çok ayrıntılı bir şekilde internete koymuş ve duyuruyor. Diğerleri çok muallakta kalan bir takım tanımlarla hareket ediyorlar. Özerklikten bahsettik, yani ombudsmanın bağımsızlığı kavramı ve idari organik bağının olmaması. Örneğin büyük bir gazetenin okur temsilcisi, aynı zamanda kurumsal iletişim direktörü! Burada ciddi bir menfaat çatışması var. Kurumsal iletişim direktörlüğü ile okur temsilciliğinin aynı cümlede geçmesi bile absürd bir durum. Bu tabii benim bildiğim kadarıyla, çünkü cv’sini asmış, bunu da gururla söylüyor, saklamıyor da. Bu şekilde bir anomali var ortada.

 

ÖM: Yani bir kurum temsilcisi olacaksa, kurum kimliğini anlatacaksa, o zaman bu kimliğe zarar verecek eleştirileri koymaması, bundan bahsetmemesi menfaati gereğidir diye düşünüyorum. Menfaat çatışması var burada, objektif bir şekilde birlikte olamaz bu ikisi.

 

AT: Olamaz, bu sadece maaş almanın ötesinde bir şey. Siz kurumu temsil ediyorsunuz, kurum adına konuşuyorsunuz gereğinde, toplantılara katılıyorsunuz, vs. Orada çok ciddi bir varlığınız var.

ÖM: Kurum da kâr amaçlı bir şirket zaten.  Kamu yararına bir iş yapması gerekmiyor, hissedarlara kâr kazandırmakla, maksimize etmekle görevli. Bununla okur temsilciliği tam bağdaşmıyor olabilir.

 

AT: Okur da şöyle düşünmekte haklı. “Bir de okur temsilcimiz olsun” diye böyle bir şey yapılmış. Okura “biz size ne kadar değer veriyoruz, ne kadar saydam bir gazeteyiz, ilkelerimiz bile var” demek için, göstermelik diyebileceğimiz bir konum yaratılmış. Bu tabii az önce çizdiğim profille hiç örtüşmüyor. Kuşkusuz, okur temsilcisine gelen mektuplar bir şekilde süzgeçten geçiyor. Bu kriterleri de bilmiyoruz, hangi mektuplar basılıyor, basılmaya değer bulunuyor?

 

ÖM: Mesela şöyle bir mektup gelse okurdan, “sizin kurum temsilciliği ile okur temsilciliği bir arada olmuyor” dese bunu basabilir mi?

 

AT: Hiç zannetmiyorum. Doğrudan basının içinde değilim, ama basın içinde olan dostlarımdan duyduğuma göre, bir takım şeyler yaşanmış. İşten toplu bir şekilde çıkarılan bir takım gazeteciler oldu biliyorsunuz, bunların veda mektuplarının yayınlanması, ya da haber olarak verilmesi istenmiş okur temsilcisine başvurularak ve şöyle bir cevap gelmiş okur temsilcisinden, “CNN de vermiyor kendi işten çıkardığı insanların haberlerini” demiş, bir de bu yanıtını yayınlamış da. Anlayacağınız söylemekle kalmıyor basıyor da. “Bakın bu tatsız haberleri CNN de vermiyor, bizi suçlamayın. Biz işten çıkarıyoruz. Veda mektubu falan istemeyin şimdi” demiş.

 

ÖM: CNN ki bu dünyanın en iyi yayın organıdır.

 

AT: Ne demezsiniz, en saygını! “Yani böyle bir kurum mektupları basmıyor, göstermiyor, haber yapmıyor, biz niye yapalım?” Böyle bir gerekçe gösteriyor. Bu yaşanmış bir olay.

 

ÖM: Çok inandırıcı da olmamış anladığım kadarıyla.

 

AT: Geçenlerde bir dostumla konuşuyordum, bu Türkiye’deki okur temsilciliğinin işleyişi üzerine; “bunların hepsi ‘embedded ombudsman’ yani ‘iliştirilmiş ombudsman” dedi. Bir anlamda bu her şeyi çok güzel tanımlıyor. O şirketin felsefesinden çıkamayan, okuru o anlamda kuruma karşı koruyamayan bir konum söz konusu. Elleri kolları bağlı aslında, oynama alanları yok. Guardian yeni bir tanım getirdi ombudsmanlığa. Şöyle diyor: “eğer ombudsman, zamanında, yeterli ve tatmin edici bir yanıt alamazsa yönetimden, bunu afişe etme yetkisine sahiptir.” Yani resmen gazetede, “bunları bunları bildirdim, size şöyle bir yanıt geldi” diyebiliyor ve bunu gazetede yayımlayabiliyor.  Tabii taraf olmuyor ama bunu afişe ediyor, edebiliyor. Kimse de bunun yüzünden onu işten atamıyor. Bu Guardian tabii enteresan bir yapı çünkü hem iç ombudsman dedikler internal ombudsman, bir de dışardan external ombudsman var. Yani içinde çözemediği bir takım uyuşmazlıkları dış denetçiye götürüyor.

 

AH: Çözülemediğine kim karar veriyor?

 

AT: Tatmin olunmuyor bazı durumlarda herhalde. Eğer uyuşmazlık devam ederse bir dış gözlemci atanıyor. Bu işi çok ciddiye almış Guardian.

 

ÖM: Ona rağmen de Medialens gibi kuruluşlar Guardian’ın da çok ciddi atlamalar yaptığını söylüyor. Biraz önce sözünü ettiğimiz Hindu gazetesi örneğinde olduğu gibi onlar da doğrudan doğruya Guardian’dan örnek aldık diye duyurdular. Editörlerini de çağırarak iki günlük büyük bir toplantı yapıyorlar, basına, dünyaya da açık ve “biz Guardian’ı biliriz, ondan aldık” diyorlar.

 

AT: Bu arada Hindu gazetesinin ilk ombudsmanı açıkladığı gün, ombudsmana sadece bir saat içinde 50 tane şikâyet geliyor. Yani insanlar öylesine aç ve herhalde o kadar çok hata buluyorlar ki ilk defa kendilerine söz hakkı verildiğinde müthiş bir tepki yağmaya başlıyor. Bu da enteresan aslında, o kadar çok mesaj geliyor ki, bir süre sonra ombudsman cevap veremez hale geliyor. Tabii sorulması gereken bir takım sorular var, mesela “ombudsmanlar ne getiriyor gazeteye?” Bu tip araştırmalar yapılmış İngiltere’de. Tabii Türkiye’de ne durumdayız bilmiyoruz. Diyelim ki okurlar bir okur temsilcisi barındıran gazeteye daha çok güvenirler mi?

 

ÖM: Evet bu çok önemli tabii.

 

AT: Ya da, okur temsilcisi standartları yükseltmiş mi editöryal anlamda? Ya da çalışanlar okur temsilcisini ciddiye alıyorlar mı? Yoksa “ne gereksiz bir kişilik” diye onu pek dikkate almıyorlar mı? Bu üç sorunun yanıtlanması gerekiyor. Bir de tabii okurlardan gelen “gazetenin mürekkebi elimi boyuyor,” vs. düzeyinde soruların muhatabı mı okur temsilcisi. Yoksa, fotoğraf kullanımı, cinsel taciz haberlerinin, Irak savaşının, Ortadoğu’da süren çatışmaların nasıl verildiği mi?

 

ÖM: Susmalar.

 

AT: Nelerin verilmediği mi? Neden verilmediği mi?, Tabii ki herkes biliyor, politik yetkeyle olan bir takım çıkar ilişkileri var. Bunları bilen biri zaten neden basılmadığını da çok iyi bilir. Nereye kadar gidebiliyorsunuz? Nereye kadar sorgulayabiliyorsunuz? O konumunuzu nereye kadar koruyabiliyorsunuz? Bunlar önemli şeyler, yoksa ombudsman sadece imla hatalarını düzelten biri mi?

 

AH: Ama bu tip editoryal seçimler hakkında, yani neyin haber olduğu, nasıl verilmesi gerektiği, önem sırası gibi konuları muhabirler bile editörleriyle bildiğim kadarıyla çok rahat rahat tartışıp konuşamadıktan sonra, bu biraz zor değil mi? Ombudsmanla halledilebilir bir iş mi?

 

AT: Zor tabii, ama bir denetim mekanizması, bir öz denetim modeli nereye kadar etkili ve etkin gazetenin içinde? Ciddiye alınabiliyor mu, ne kadar ağırlığı var? Bunlar önemli. Türkiye’de alaturka bir model işliyor, imla hataları düzeltiliyor, “ay pardon, yanlış yazmışız” deniyor. O da lazım tabii, ama bunun ötesine geçemiyor, çünkü hepimiz biliyoruz ki, arkasında çok karmaşık bir takım ilişkiler, karmaşık çıkar çatışmaları, vs. var.

 

Karmaşık bir yapıda, bir de iş güvencesi olmayan bir ortamda, okur temsilcisinin susması ve imla düzeltmesi çok doğal karşılanmalı bence.

 

ÖM: Galiba hepsi kendi çalıştıkları gazetelerden, kurumlardan maaş alıyorlar?

 

AT: Benim bildiğim kadarıyla evet. Bir tek İsveç çözmüş bunu, bir fon kurmuşlar ve bu fondan ödeniyor ombudsmanın maaşı. Hiçbir şekilde, ne idareye, ne patrona bağlı değil, parasını o ödemediği için de istediğini söylüyor, kimse onu kovamıyor da.

 

ÖM: Özerk bir yapı, bir açıdan, BBC’ye benzerlikler de içeren bir sistem.

 

AT: Eğer gazetecilerin kurduğu dernekler etkili olursa, seslerini çıkarıp koruyabiliyorlar da okur temsilcisini. Mesela ülkemizde böyle bir yapı yok. Sırasında değerli gazeteciler kovuluyor, “vah vah” denip geçiliyor. Herkes yapının nasıl olduğunu gayet iyi biliyor.

 

ÖM: O apayrı zaten, Medya Konuşmaları’nda, gazetecilikteki örgütlenme yarasına da derinlemesine girmeye çalışacağız mümkün olursa.

 

AT: Tabii her yere yansıyor bu, okur temsilcisinin konumundan tutun, otosansüre, ne yazılıp yazılmadığına kadar, sorunlar o kadar içiçe girmiş ki medyada. Zaten bu konuşmalarda fark etmişsinizdir. Herkes başka bir alana kayıyor, çünkü sorunlar çok ortak ve çok makro düzeyde. Mesela bir soru sormuştum, “ombudsmanı olan gazetelere güvenirlik arttı mı?” diye, İngiltere için evet artmış, Guardian okurlarının %80’i gazeteyi ombudsman ile daha güvenilir bulmuş. Okurlar artık gazetede seslerini çok daha fazla duyurduklarına inandıklarını söylemişler. İnsanlar bunu olumlu karşılamış.

 

ÖM: Oldukça önemli bir şey tabii bu.

 

AT: Bir başarı aslında, okur temsilcisinin de başarısı bir anlamda.

 

ÖM: Kendilerine “liberal” diyen gazetelerin sadece ombudsmanlıkla bu işi çözebilmeleri de bir yere kadar mümkün olabilir herhalde. Mesela önümde çok ilginç bir örnek var; yazar, aydın, düşünür olarak dört yazarın, Harold Pinter, Chomsky, Berger ve Jose Saramago’nun, “İsrail’i Durdurun” başlıklı, bütün insanlığa, önemli çağrısı, Independent’ta okur mektupları sütununda alt sırada yer aldı. Böyle şeyler de olabiliyor.

 

AT: Tabii ama şu anlamda önemli, editöryel süreci, standardını kalitesini yükseltebilir.

 

ÖM: Hiç şüphesiz.

 

AT: İeal olarak baktığınızda, mesela intihar haberleri nasıl verilmeli, fotoğraf kullanımı vs. bunlar ombudsmanın alanları aslında. Mesela bizde geçen aylarda Ecevit’in koma fotoğrafı büyük olay oldu. Bu tamamen ombudsmanın alanı. Tamam editöryal bir seçim, ama tamamen etik tartışma alanına giriyor. Mesela okur temsilcisi olan gazeteler bu fotoğrafı kullandı, tam sayfa verdi, ilk sayfadan; o zaman okur temsilcisi niye var? Bunu düşünmek gerekir.

 

AH: Okur temsilcisinin bu durumda yapması gereken nedir? Mesela ben bir okuyucu olarak bu fotoğraftan rahatsız oldum ve mektup yazdım, bunu dile getirdim diyelim, ombudsmanın yapması gereken, editöre gidip “böyle bir rahatsızlık var, bu konuda ne diyorsunuz?” diye sormak mıdır, yoksa savunmayı doğrudan kendisi mi hazırlar?

 

AT: Hayır, ombudsman aslında taraf olmuyor, sadece hakemlik yapıyor, fakat o şikâyeti taşıyor ve tatmin edici bir yanıt arıyor. Her ikisini de basıyor, aslında bir şekilde editöryal süreç içinde de bastırıyor. Bir ağırlığı varsa, dediğim gibi saygın bir karakterse, bunun olmaması için savaş veriyor. Çünkü onun da ilkeleri var, gazetenin de ilkesi var, onlara uyulması için bir savaş veriyor kendisi de.

 

AH: Elinde bir anayasa olması gerekiyor ki bunun üzerinden yürüyebilsin.

 

AT: Türkiye’de gazeteler “yayın ilkelerimiz” diye sayfa sayfa basıyorlar ya.

 

ÖM: Etik ilkeler, vs.

 

AT: Bunlara ne kadar uyuluyor? “Bir de okur temsilcimiz olsun” demek de güzel. Peki bunlar uygulanıyor mu? İşte o tartışılır.

 

ÖM: Bilgi verip seçenekler arasında, seçme özgürlüğünü sağlamak açısından çok önemli. Her şeye rağmen okur temsilciliğinin Türkiye’de, özellikle 2000’den bu yana yaygınlık kazanmasının oldukça iyi bir şey olduğunu söylememiz gerekiyor.

 

AT: Tabii, katılıyorum. Her ne kadar göstermelik filan diye eleştirsek de, biz sorunları biliyoruz, yani makro düzeyde, çözülemeyecek sorunları biliyoruz. Bir insandan bunu çözmesini beklemek tabii haksızlık olur. Sadece ulaşılabilir hedefler koysun ombudsman. Gerçekten editoryal süreci, editoryal anlamda standardı yükseltebiliyor mu? Çıtayı yükseltebiliyor mu? Saydamlık sağlayabiliyor mu? Gerçekten okurla, idare ve editörler arasında bir bağ kurabiliyor mu? Şöyle bir söz vardır: “aslında anlatılması gereken en ilginç öykü gazeteciliğin kendisidir.” Sokaktaki insan gazeteciliğin nasıl işlediğini bilmez. Bu pencereyi insanlar için aralamak biraz da ombudsman sayesinde oluyor. Gazeteciler nasıl çalışır, nasıl stres altında çalışır, nasıl sürekli saate karşı çalışır, vs. Bunları bilmek gazeteciyi okura biraz daha yakınlaştırıyor, okur daha iyi tolere ediyor bazı hataları. Gazetecilerin de insan olduğunu görüyor ve burnu büyük gazeteci tiplemesi de böylece silinmiş oluyor yavaş yavaş kafalarında. Tabii çok karalamamak gerekiyor, ama ideal örnekleri de talep etmeliyiz doğrusu. Aslında nasıl yapılmalı, okur temsilcisi nasıl biri olmalı, nasıl bir çerçevede, nasıl bir modelde çalışmalı? Bunların üzerine biraz düşünülmeliyiz, yoksa tabii ki ben de olumlu bakıyorum, keşke işleyen, işleyebilen, özerk olabilen okur temsilcileri olsa.

 

ÖM: Bir kere böyle özerk bir kurumu gazetenin içine yerleştirdiğiniz zaman, geri dönmesi daha da güç olacaktır ne olursa olsun. Çok iyi bildiğim bir konu değil şüphesiz, ama belli ilkeleri ortaya koyup sonra da sürekli çiğnemesi bir hayli zor olacaktır gazetenin.  Bugün, Türkiye’de yolsuzlukların üzerine daha çok gidildiğine dair Dünya Bankası’nın hazırladığı bir rapor vardı ve bağımsız medyanın gelişmesinin bu yolsuzluğun giderilmesinde çok önemli bir rolü olduğuna da işaret edilmiş, ki bağımsız medyanın da parçalarından bir tanesi bu ombudsmanlık. O yüzden desteklenmesi gerekiyor herhalde?

 

AT: Tabii çünkü saydamlık, ancak demokratik açıklıkla, saydamlıkla mümkün olabilir. Kapalı kapılar ardında neyin haber olduğunu, neyin çöp tenekesine atıldığını okur birazcık olsun bilse, çok farklı bir ortam olabilir. Türkiye’de neler haber yapılıyor?, Guardian’da bile neler öne çıkarılıyor, neler hasır altı ediliyor? Artık yurttaşın okur bilinci gittikçe yükselmeye başladı, teknoloji ile, interaktivite artıyor. Yurttaş gazeteciliği diyoruz, insanlar herhangi bir felakette cep telefonlarıyla görüntü çekip derhal yayın kuruluşlarına haber geçiyorlar. Herkes aktif biçimde işin içinde artık. O yüzden artık medya plazalarında oturup, kararları tek başına almak biraz zor görünüyor. Ombudsmanlar burada aktif rol oynayabilir diye düşünüyorum.

 

AH: Televizyon haberciliği konusunda da böyle bir çalışma var mı dünyada? Aslında en yaygın kullanılan haber kanalı televizyon hâlâ. Yurtdışında veya yurt içinde gördüğüm kadarıyla, pek dokunulmuş değil o haberler, gazetelere göre daha da rahat yapılabiliyor bir çok şey.

 

AT: Doğru, bir de tabii daha çabuk güncellenen haberler televizyondaki haberler, o yüzden denetim mekanizmasından çok çabuk kaçabiliyor, fazla filtre edilmiyor, canlı yayına hemen giriyorsunuz. Ama Amerika’daki bir kaç kanalın var, mesela NPR’ın, National Public Radio’nun var. Onun ombudsmanı Jeffrey Dvorkin ile tanışma olanağı buldum birkaç ay önce. bizim üniversiteye gelmişti.

 

ÖM: NPR’ın efsanevi isimlerinden.

 

AT: Çok saygın bir isimdir. Yakın zamanda the Committee of Concerned Journalists derneğinin başına atandı. NPR modelini gerçekten kabul edilebilir bir hedef olarak alabilir Türk basını da. Ama bu koşullarda çok zor tabii.

 

ÖM: National Public Radio, bizim de zaman zaman hem benzetilmekten keyif duyduğumuz, hem de örnek aldığımız bir kuruluş.

 

AT: Çok benziyorsunuz tabii.

 

ÖM: Teşekkür ederim iltifat için. Geçenlerde Amerika’nın önemli muhalif yazarlarından biri “bu kepazeliğe son vermek için başkanlığa Bill Moyers’ı önerelim, şaka etmiyorum” dedi. Bill Moyers da çok saygın bir gazeteci tabii. Şimdi emekliye ayırdı kendini ve müthiş konuşmalar yapıyor üniversitelerde onur konuğu olarak. Saygın gazeteciliğin ne kadar önemli bir iş olduğunu anlatıyor. Medyanın tek önemli silahı aslında inandırıcılığı, dolayısıyla saygınlığı. Ombudsmanlık o açıdan gazeteciliğin, medyanın önemini, sorumluluğunun önemini de ortaya koyan bir kurum. Genel gelişmesini değerlendiriyorsunuz? Ombudsmanlık Türkiye’de mesefe almakta mı?

 

AT: “Mesafe alıyor” demek biraz zor açıkçası, uzaktan sadece okur olarak baktığımda, en azından kalitenin yükseldiğini görmüyorum. Okur temsilcileri öncesinde ve sonrasında sürekli okuduğum gazeteler çok ciddi hatalar yapmaya devam ediyorlar. Zaten medya yapılanması değişmiyor, biz o ekonomi politiği biliyoruz, ama bunun yanısıra editoryal standartlar da yükselmiyor. Benim gözümde saygınlığı ya da güvenirliği de artmıyor. Tabii bunun araştırması yapılmalı okurlar arasında. Ben, çıtanın yükselmesi gibi bir gelişme göremedim kesin olarak. Ama bu hiç olmayacağı anlamına gelmiyor, belki profil değişebilir. Bu kişilerin idare görevleri ellerinden alınır, ancak ciddi çabalarla yol katedebiliriz. Yoksa ombudsmanlık Türkiye’de makyaj olarak kalmaya mahkum.

 

ÖM: Evet böyle bir sakıncası var gibi görünüyor. Geçenlerde Mustafa Alp Dağıstanlı ile konuşurken kendi çevirdiği bir yazıyı da bize iletti, Guardian’ın artık epey ün kazanmış olan editörü Alan Rusbridger’ın ender yazılarından biri, Süveyş krizinin 50 yılında, The Times gazetesinin hükümetle nasıl ortak olarak işe giriştiğini ve gizli bilgileri alarak ülkeyi savaşa soktuğunu, buna karşılık da Guardian’ın nasıl ayakta durmaya çalıştığını, o zaman adı Observer idi anlatıyordu. Şimdi Observer, Guardian’ın bünyesinde yer alıyor ama daha savaşkan bir tavır aldı.

 

AT: Yine de Amerika’da, özellikle İngiltere’de çok ciddi bir basın geleneği var. Ne olursa olsun bir takım krizler atlatabiliyor ve sağlam bir şekilde ayakta durabiliyor. Ne de olsa kökleri sağlam. Türkiye’de tartışılması gereken çok şey var. Bizim de basın tarihimiz güçlü ama makro düzeyde çok büyük sorunlarımız var. Bu temel sorunları aşmadan ufak tefek makyajlarla durum iyiye gitmez. Böyle olunca yama gibi kalıyor bir takım ufak tefek şeyleri değiştirmek. Bu tartışmalar pek çok yerde yapılıyor, pek çok ülkede yapılıyor, ülkemize haksızlık etmeyelim. Amerika’da bile, neredeyse 1600 günlük gazete var, bunun en fazla 50 tanesi ombudsmana sahip. Diğerleri ne yapıyor? Tabii, en büyük idealimiz ve hedefimiz Amerikan basını değil bildiğiniz gibi. Bunu söylemekte de yarar var.

 

ÖM: Çok teşekkür ederiz, Medya Konuşmaları’nı devam ettireceğiz.

 

(27 Temmuz 2006 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)