Medya Konuşmaları X: Haber Ajansları

-
Aa
+
a
a
a

Ömer Madra: Medya Konuşmaları’da Altan Öymen’le beraberiz. Altan Öymen şu anda Radikal gazetesinin yazarlarından ama Türkiye’de pek çok kişinin bildiği gibi çok eskiden beri gazetecilik yapan, ajans çalışmaları olan, hatta ajans kurmuş kişilerden, bir anlamda duayen olarak kabul edebileceğimiz bir gazeteci. Hoş geldiniz Altan Öymen.

 

Altan Öymen: Hoşbulduk.

 

ÖM: Epey eski bir Anka Haber Ajansı ve bir ara da Deutsche Presse-Agentur’da epey çalışmış olmaktan gelen deneyimli bir kişi olarak, ajansların rolü nedir, haber kaynakları ve ne şekilde etkiliyorlar kamuoyunu diye sormak istiyorum. Ondan sonra medyanın çeşitli sorunlarını tartışmak isteriz. Seni burada görmekten mutluyuz.

 

AÖ: Teşekkür ederim, ben de çok mutluyum. Ajanslar aslında evvelden belki daha fazla önem taşıyan kurumlardı basında. İkinci Dünya Savaşı’nı düşünelim, savaştan öncesini, hatta savaştan biraz sonrasını; o zaman daha çok devletlerin kontrolü altında –uluslararası ajansları söylüyorum- ajanslar vardı, Alman DNB Ajansı, Rus Tass Ajansı, Fransız Haber Ajansı başka bir şeydi galiba, Reuters bile devletin kontrolündeydi özel olsa bile. Haberleşme imkânları da çok daha zayıf olduğu için, haber ulaştırma, iletme imkânı da teknik donanımlara bağlı olduğu için, uzak yerlerden haber almak orada bulunan bir ajansın verdiği haberle ancak mümkündü. Radyolar gelişmiş olsa bile, veya bir yerde işitilse bile, onlar da devletin kontrolündeydi. Ajanslar dünyadaki olan biteni haber veren başlıca müesseseler halindeydi. Şunu da hatırlamalı, bizim Türkiye’yi alırsak, haber yayınları akşam saat 19.00’da ajans haberleriydi. Yani biz ajans haberleri deyince haber saatinin adı diye bilirdik.

 

ÖM: Ben de öyle bilirdim. Dedem “ajansı aç” derdi.

 

AÖ: Evet. Şimdi o nostaljik hava içinde CNN Türk’te galiba öğleden sonraki yayının adına ‘ajans’ diyor. Zamanla görüntü değişti, televizyonların gelmesiyle birlikte, sonra haber iletişimi çok gelişti. Evvelden, ajans kurdum, onun muhabirliğini yaptım, düşünüyorum o zamandan bu zaman, bir yere ulaşmışsın, bir de haber elde etmişsin, onu geçmek için ajansın merkezine, ajans merkezi de bunu abonelerine dağıtmak için ne kadar çok şeye ihtiyaç vardı. Bir kere kırlık bir arazideysen bir telefon bulacaksın, telefon posta idaresinin bulunduğu bir yerde olabilir veya otelde olabilecek. Ama daha 70’li yıllarda durum öyleydi, dünyanın bir çok yerinde hele uluslararası konuşma yapmak için mutlaka beklemek gerekirdi.

 

ÖM: Uzun kuyruklar olduğunu da hatırlıyorum.

 

AÖ: Tabii kuyruklar olurdu, mesela Romanya’ya gittiğimizi hatırlıyorum 70’lerde Ecevit’le beraber gitmişiz, o sırada muhalefet lideri galiba; ben de ajansa haber geçeceğim ama başka gazeteciler de var. Herkes birbirini de atlatmak istiyor haberi önce vermek için, bir tane postane bulduk, orada da bir tek telefon var. O telefonda da bir sürü insan sıraya girmiş durumda. Hepimiz yazdırdık, ben en önce yazdırmıştım ve emin bir şekilde bekliyorum, fakat öyle bir şey oldu ki kadın daha önce Cüneyt Arcayürek’in telefonunu bağladı biz kaldık orada, Hasan Cemal vardı, aynı şekilde o da daha önce konuştu, halbuki ben daha önce gitmiştim, haberi de ben almıştım üstelik. Ayrıca telefonu kapan adam, tek hat olduğu zaman, başkasına telefon hattı vermemek için gereksiz yere uzatırdı, özellikle Amerikan gazetecileri yapardı bunu.

 

ÖM: Evet hatırladım şimdi, mitos.

 

AÖ: Hatta bir tanesi İncil’i almıştı! Adam okumaya başlamış, dışarıdakiler tepiniyor ama başka çare yok, vs. Buna benzer güçlükler vardı, şimdi ise büyük bir gelişme oldu, yani ajans yine önemli haber kaynağı, dünyanın bir çok yerindeki uluslararası ajansları kastediyorum, muhabirleri var, fakat aynı zamanda herkes kendi cep telefonuyla açıp bir yere haber verebilir veya ajans merkezi herkese ulaşıp anında bir yerde olan biteni, orada eğer bir cep telefonu olan biri varsa, bir kaza haberi, bir büyük felaket haberi gibi haberleri elde edebilir. Ama tabii ajansın önemi yine şurada, doğru dürüst yazılmış, objektif yazılmış, herhangi bir etki altında kalmadan, baskı altında kalmadan yazılmış haberler geçildiği takdirde bir ajans tarafından, onun güvenilirliği hepsinin önünde.

 

ÖM: Tam da onu soruyordum, sürekli olması çok önemli bir faktör bir ajansın ama onun dışında da güvenli kılan kriterler hangileridir?

 

AÖ: Bağımsız olması tabii, bu da kendi kendini geçindirecek halde olması demek, yani devletten veya başka gruplardan herhangi bir finansman sağlamadan hayatını idame ettirebilecek bir ajans olursa bunun bağımsız olması ihtimali, -tabii onu yönetenin de kendi bağımsızlık anlayışına göre- daha fazla olur. Veya devlet de abone olabilir bir ajansa, müesseseler de abone olabilir ama onlar, “biz doğru dürüst haber almak istiyoruz, bu ajansın doğru dürüst haber vermesini istiyoruz, onun için hiçbir şekilde karışmayacağız” terbiyesine kendilerini alıştırırlarsa o zaman yine o bağımsızlığını koruyabilir. Benim ajans denememi söyleyeyim; 1972 başında ben Anka Ajansı’nı kurdum, 71-72 sıkıyönetim dönemiydi, Akşam gazetesinde yazıyordum o zaman, yazdığım bir yazı dolayısıyla Akşam gazetesinden sıkıyönetim komutanının emriyle beni çıkardılar. Fakat neyse ki o sırada mukavelem filan vardı ve bir tazminat ödediler bana. Bu tazminat o zamanın parasıyla 20 bin lira gibi bir şeydi, bu parayı sermaye yaptım ajans kurdum, Günaydın gazetesinin de ihtiyacı vardı, o da beni teşvik etti; bana vereceği aylığı peşin olarak vermek suretiyle o da bir sermaye katkısında bulundu. Ben de ajansı kurdum 4 kişiyle. Önce Ankara’dan haberler vermeye başladık, sonra anlaşılan bize güvendiler, bir de çalışıyorduk, bütün gazeteler aşama aşama abone oldular. Çünkü atlatıyorduk, -gazetecilikte ‘atlatma’ deyimi vardır ya-, biz bir haber veriyorduk, bize abone olmadıklarından öbür gazetelere o haber gitmemiş olduğu için, öteki gazeteler de zaman içinde bize abone olma ihtiyacını duydular. Biz 4  kişi başladık, 35 kişiye çıktık, Türkiye’nin de bazı yerlerinde muhabirler edinmeye başladık, bir enternasyonal ilişkimiz oldu, bir yabancı ajansla dünya haberlerini almaya başladık. Hatta sadece ajans değil, bir de radyo dinleme servisi kurduk, çeşitli yerlerden haber almaya başladık. Gelişti, bize de güvenmeye başladılar, yani Anadolu Ajansı (AA) çoğu zaman devletin, hükümetin etkisi altında kalır veya kaldığı farz edilirdi, bağımsız olmaya çalışsa bile. Bize daha fazla güveniliyordu. O bağımsızlığımızı zannediyorum koruduk, yani kimse bize bir şey diyemedi, “şu tarafın haberini yayınlıyorsunuz” demedi veya “çarpıtıyorsunuz, saptırıyorsunuz”, vs. demiyordu, çünkü biz kendi kendimize o kuralı koymuştuk, babam bile beğenmediğim bir işi yapsa onu bile yazacaktık, gibi kurallarımız vardı.

ÖM: Bu çok önemli bir nokta, çünkü AA’nın, bağımsızlık kriterinden bahsedildiği zaman, devlete bağlı bir ajansın bağımsızlığı her zaman tartışma konusu olacaktır. Bizim öteden beri Açık Radyo’da hep savunmaya çalıştığımız, bir medya kuruluşunun, gazete, dergi, televizyon ya da radyo, en temel bir tane hazinesi olabilir, o da saygınlık ve inandırıcılık. Bu da ancak dinleyicinin ve okurun kafasında canlanacak bir şey, bunun dışında bir şey yok.

AÖ: Ben buraya gelmeden önce bir iki meslektaşla, biri de kızım konuşuyorduk, Açık Radyo’nun ne kadar saygın bir müessese olduğunu söyledi, bunu burada söylersem sanki gelmiş de övgü yapıyormuşum gibi olacak ama nedeni ne bunun? Bilmiyorum ben sizin sermaye yapınızı veya başka özelliklerinizi. Ama herhangi bir yere bağlı olmayan, her şeyi söyleyebilen bir radyo gibisiniz.

 

ÖM: Ortalık yapısı tabii, 92 ortağı var ve kâr amacı gütmeyeceğini genel  kurulunda onaylamış bir radyo.

 

AÖ: Ben bunu da bilmiyordum, ama verdiği izlenim bu, demek ki bu yapıya uygun bir yayın anlayışı var. Bu gibi bağımsız müesseselerin sayısı ne kadar artarsa o kadar iyi olur bence. Çok sayıda televizyon var, ajansların sayısı arttı, büyük müesseseler de ajans kurmaya başladı, gazete gruplarının ajansları var. Bu çoğulculuk tabii bir ölçüde şunu sağlayabiliyor, bir şey gizlenemiyor, fakat bu yayına bağlı bir şeydir, ajansın bir özelliği, eğer gazete seni yayarsa, televizyonlar haberini verirse, kullanırsa o zaman belli olur. Bir yayın organının bağımsız olması, yani herhangi bir etki altında kalmadan her şeyi yayınlayabilir olması da lazım yayın organlarında ki ajanslar doğru dürüst haber verdiği zaman o haberler herkes tarafından bilinebilsin. Yoksa bültende kalır.

 

ÖM: Ya da susma yöntemi de kullanılabiliyor, bazı önemli ama işine gelmeyen konulardan hiç bahsetmeyerek, bunun çok yaygın kullanıldığını da görebiliyoruz, özellikle savaş, barış gibi önemli konularda.

 

AÖ: İnternet yoluyla da ajans haberlerine de ulaşılması mümkün, fakat o da artık herkesin kişisel olarak bir gayret sarfetmesi gerekiyor. Yani bir kaç haber kaynağına bakacaksın, hangisi doğru, hangisi değil, galiba şu doğru gibi görünüyor, vs. o da çok zahmet isteyen bir iş, herkes yapamaz tabii.

 

ÖM: Peki, Anka macerası nasıl sonuçlandı?

 

AÖ: Anka gelişti dediğim gibi, 4 kişi ile başladık 35 kişi oldu, bir çok arkadaş vardı içinde bugün de gazetelerde var olan veya daha önce isim yapmış olan. Şimdi saymaya başlayınca unuturum diye korkuyorum ama Örsan vardı benim rahmetli kardeşim, Teoman Erel vardı, Uğur Mumcu bizdeydi bir yandan da Cumhuriyet’e yazıyordu, ben de bir ara Cumhuriyet’e yazıyordum, beraberdik bir ara, sonra rahmetli oldu, Müşerref Hekimoğlu sonra idare etti ajansı ben ayrıldıktan sonra, Nuri Çolakoğlu, politikacılar yetişti ajanstan, Uluç Gürkan, Eşref Erdem, gazeteciler İsmet Solak, Füsun Özbilgen, Yazgülü Aldoğan, daha hatırlayamayacağım kadar başka arkadaşlar. Yani iyi bir kadrosu vardı, zaten iyi olduğu şuradan belli oldu, bu arkadaşlardan bir kısmı sonradan gazetelerde önemli görevler aldılar; Hasan Cemal genel yayın yönetmeni oldu, Uğur Mumcu zaten Türkiye’nin en usta yazarlarından biri oldu, Allah rahmet eylesin.

 

ÖM: Örsan Öymen’i de burada hiç yabana atmayalım, kardeşini övmek sana zor gelebilir ama çok yakından tanıdım ve çok büyük saygı, sevgi duyduğum bir gazeteciydi gerçekten.

 

AÖ: Allah rahmet eylesin. Benim 5 sene idare ettikten sonra ayrılışım milletvekilliği yüzünden, Ecevit böyle bir öneri yaptı son anda, ben de aday olmuş oldum, aday olurken hem bir partinin milletvekiliyim hem de ajans yönetiyorum, bu olacak iş değil, biraz önce konuştuğum bağımsızlık meselesi yüzünden...

 

ÖM: Bunu kim söyledi, sen mi, Ecevit mi, yoksa ikiniz birden mi bu karara vardınız?

 

AÖ: Hayır, Ecevit teklif etti ve şöyle teklif etti, mesela bugün saat 5’te diyelim milletvekili aday listeleri ilan edilecek radyodan, saat 4’ü geçiyordu bir telefon geldi, dedi ki “seni istiyorum, şöyle olacak, böyle olacak” vs. yani benim hem eski meslektaşım, dostum, hem de bir görev gibi geldi. Düşünmeye de vakit kalmadı, “tamam, tamam” dedi, biraz sonra radyoda ilan edildi ki ben adayım. O sırada düşünmeye başladım ki, bu iş olmaz ikisi bir arada.

 

ÖM: Ben de onu sormuştum.

 

AÖ: Ben olmaz diye düşündüm. Zaten ben o ajansı çalışanların ortak olduğu bir şey haline getirmek istiyordum, bunun projelerini, vs. yapmıştım, onu süratle hayata geçirmeye çalıştım ve ajansı devrettim çalışanlara, herkesin hissesi oldu ama hakim hissenin birinde olması gerekir diye düşündüm. Çünkü bir otorite lazım gazetecilikte, Müşerref Hekimoğlu’nu ikna ettim, o %50’sinden fazlasına hakim oldu, öteki arkadaşların hisseleri oldu, hisse almak istemeyen de oldu. Böyle bir yapısı oluştu, sizdeki gibi 92 değil ama herhalde 30-40 –dışarıdan da hisseler vardı- kişilik bir şirket haline geldi. Böyle devam etti.

 

ÖM: Bizde herkes eşit paylara sahip tabii.

 

AÖ: Sizinki daha demokratik belki ama ben hep şundan korktum, birbirlerine girerse ortaklar, o gruplar, vs. iç çekişmeler olursa ne olur diye. Bir otorite lazım diye düşündüm, sizinki belki daha demokratik ama benimkinde de demokrasi eksik değildi!

 

ÖM: Eminim. Hâlâ da devam ediyor ama eski...

 

AÖ: El değiştirdi Müşerref Hanım vefat ettikten sonra başka bir grup aldı. %1’den daha aşağı bir hisseyi bana bundan 3 sene önce sembolik olarak vermişlerdi Müşerref Hanım hayatta iken. Ama tabii izleyemiyorum, yine de devam ediyorlar, bundan da çok memnunum; insanın kurduğu bir müessesenin devam etmesi iyi bir şey.

 

ÖM: Tam de yeri gelmişken, bizde hisse senetleri Abidin Dino’nun taş baskı bir litografi serisi var 1’den 100’e kadar numaralanmış, adı ‘Mühür’, Güzin hanım bize verdi onu, hediye etti, Haldun Dostoğlu sayesinde. Onlardan birer tane, birer baskı verdik “hisse senediniz budur” diye.

 

AÖ: Çok güzel!

 

ÖM: “Haysiyetli, bağımsız bir projenin, bir medya verdiğiniz bu desteğin” diye altına bir plaket yazdık.

 

AÖ: Daha zarif, daha estetik, etkileyici bir şey aynı zamanda. Belki konumuz değil ama söylemeden edemeyeceğim; bunu biraz duyurmak lazım, yani bütün bu özelliklerinin duyulması lazım, mesela ben bile bu mesleğin içindeyim, bunu bilmiyordum. Hem 92 sayısını bilmiyorum, hem bu söylediklerini bilmiyorum, yani gazetelere, televizyonlara böyle talep gelirse en azından, gizli durmayıp onları kabul etmek ve anlatmak lazım.

 

ÖM: Doğrduru, tanıtım açısından ilk 10’a girmiyoruz!

 

AÖ: Bir de radyodan izleyenler var muhakkak çok ama bir de izlemeyenler de olabilir veya ulaşmayanlar açısından.

 

ÖM: Dinleyici destek kampanyası ile duyurmaya çalışıyoruz ama her zaman...

 

AÖ: Biraz dışına, yani ilk 10’a girseniz iyi olacak!

 

ÖM: Peki, ajansların geçtiği haberlerde farklılıklar da olabiliyor ama hâlâ bütün gelişmelere rağmen ajansların da önemini yitirmediğini söyleyebiliriz herhalde, Reuters başta olmak üzere? Bir de başka bir soru sormak istiyorum, biraz önce konuştuk ama her zaman böyle bir izlenim vardır, AA devletindir ve taraflıdır, bazı şeyleri ya vermez, ya taraflı verir izlenimi var. Diğer ajanslar bu sorunları nasıl bertaraf ediyor?

 

AÖ: Türkiye’dekiler mi?

 

ÖM: Evet.

 

AÖ: AA’yı alalım, geçenlerde  Başbakan’ın bir konuşması vardı, ben de televizyondan bir bölümünü izlemişim, diğer taraflarında neler söyledi diye merak ediyorum. O konuşma bir türlü AA’dan gelmedi. Diğer ajanslardan daha çabuk geldi ama özet olarak geldi. AA tam metin olarak mı bunu verecek, yoksa önce tasdik mi edecek, birinin elinden mi geçecek diye aklıma takıldı. Muhtemelen de öyle olması gerekir, çünkü ajansçılıkta en önemli şey, önemli haberleri çabuk vermektir, özetlemek ve çabuk vermek. Hatta o zevkli bir tarafıdır, ben yabancı ajans muhabirliği yaparken şöyleydi, hemen merkezden haber gelirdi o zaman teknik imkânlar içinde. “AFP’yi 1,5 dakika atlattınız”, o bir tebrik olurdu veya “Reuters sizden bir dakika öndeydi” o zaman da kötü bir haber tabii. Bu olunca müthiş bir yarış içine girerdik, koşarak, vs. Yani yarış gibidir, hergün insan kendini bir yarışta hisseder, bazen sürat yarışı, bazen maraton yarışı devam edeceksiniz, devam eden bir hadise olabilir, sabaha kadar izleyeceksiniz, vs. Şu kanıya vardım, -fırsatım olsa soracağım- çünkü orada Başbakan’ın benim televizyonda işittiğim bir iki cümlesi vardı, onlar yoktu. Yani söylemiş..

 

ÖM: Biraz önce söylemeye çalıştığım tam da buydu, yani suskunluktan bunu kastediyorum, görmemek de çok önemli bir sansür görevi yapabiliyor.

 

AÖ: Evet, birinin elinden geçmiş oluyor en azından, halbuki politikacıların söylediği söz artık banta da alınıyor. Evvelden benim gazeteciliğe başladığım sıralar, kayıt, vs. yoktu, olmayınca “söyledimdi, söylemedimdi” lafı, politikacının söylediğini ispat etmek daha güç bir işti. Şimdi kayıt ediliyor. Tabii, neticede gizlemenin de pek imkânı yok, öyle bir garantisi var, bir yerlerden bulunabilir tabii, gidersiniz televizyona almış olan vardır, vs. AA’nın da zaten özerk hale getirilmesi lazım.

 

ÖM: Yani bağımsız olması tabii zorunlu.

 

AÖ: Öyle olursa herkes daha rahat eder.

 

Avi Haligua: Ama bu sadece AA’yla da bağlantılı değilmiş geliyor, mesela belli ülkelerle ilgili AFP’ye bakmak, belli ülkeler için Reuters’a bakmak çok daha mantıklı olabiliyor. Yani genelde bu susma bence hepsinde yaşanan bir durum ve bu daha çok neyin haber olduğunun belirlenmesiyle alakalı gibi geliyor. 70’lerden beri böyle bir değişiklik var mı haberin ne olduğuna dair? Mesela güncel bir örneği bugün yaşandı, Ecevit’in komadaki fotoğraflarının haber olup olmadığına dair medyadaki tartışmayla birlikte.

 

AÖ: Aslında bir çok faktörün arasında bir de etik faktörü var. Yani haber yazılırken, mesela küçük çocukların suçlu veya sanık olduğu takdirde dahi isminin verilmemesi, hatta baş harflerinin bile hakikate uygun bir şekilde verilmemesi gibi uygulamalar var. Yani hem basın müesseseleri arasında konuşularak oluşmuş veya kendiliğinden oluşmuş, zımni bir şekilde uzlaşmaya varılmış gibi şeyler var, kanunlar da bazen gerektiriyor, kanunlara göre de yapılıyor. Fakat bazen gazeteci kendi inisiyatifi ile bir etik tavır da alabiliyor. Bu çok tartışmalı bir konu basında, ben gazeteciliğe başladığımdan bu yana tartışılan bir şeydir. Bazı resimler yayınlanır mı, yayınlanmaz mı tartışması. Bugünkü resimlere ben de baktığım zaman, belki çok az düşünürdüm, “fakat sonuçta yayınlamazdım” diye düşündüm bir gazete yönetiyor olsaydım. Bazı gazeteler yayınlamışlar, yayınlarken belki “biz vermezsek bunu başkası verecek” diye düşünmüşler. Zaten bir dergi fotoğrafı, derginin de kendi kendine bu muhasebeyi yapmış olması gerekirdi ama gazeteler daha geniş topluluklara hitap ettikleri için daha dikkatli olmaları belki gerekiyor. Bunu tartıştıkları sırada, herhalde kendi aralarında “biz yayılamazsak, başka gazeteler yayınlarsa atlamış oluruz” diye mi düşündüler nedir.

 

ÖM: Böyle tartışlarsa bu etik bir tartışma değil, doğrudan doğruya başka bir tartışma, kâr tartışması.

AÖ: Orada haber eldeyken gizlenir mi gizlenmez mi meselesi geliyor, burada kamu yararı diye bir şey vardır, yani bazı şeyleri, mesela bir trafik kazasının vahşetini gösteren resimler bir ölçüde yayınlanmalı. Karşılıklı tez, münazara konusu gibidir bu, “eğer onları yayınlarsam trafik kazası ihtimalini azaltıcı etkisi olabilir, herkes daha dikkatli davranabilir” diyenler olur. Fakat orada kamu yararı üzerinedir bu tartışma, ama burada bir kamu yararı da yok Sayın Ecevit’in hastanede yayınlanmasında. Onun için yayınlamayan gazeteler iyi etmiş, mesela Radikal bunu açıklamıştı, “bu resim bende var, yayınlayabilirdim ama yayınlamıyorum” diyor, kamu yararı da yok diye.

 

ÖM: Evet, burada buna bağlı olarak ikinci bir tartışma konusu da şu olabilir, aynı medya grubunun gazeteleri bu dergiyi de biraz promosyon yaparak, diyorlar ki Tempo’da çıktı, çok da tartıştı bu meseleyi ve tarihi –nedense- bir haber olduğuna karar verdi, yayınladı. Hürriyet ve Milliyet gazeteleri bugün açıkça bunu yapıyorlar ve pek de insana inandırıcı gelmeyen, bir takım, “tarihi haberdir” diye, bir de aynı zamanda grup içi bir dayanışma da gösteriyorlar ters yönden.

 

AÖ: Ama Radikal de aynı gruba bağlı, bunda bence hatta iyimserlikle bakılabilecek bir durum var, demek ki aynı gruptaki gazeteler ayrı tavırlar alabiliyorlar.

 

ÖM: Bu da olumlu tarafı.

 

AÖ: Aynı gruba bağlı olan gazeteler birbirinden farklı olurlarsa bu beni sevindiriyor.

ÖM: O da çok doğru.

 

AÖ: İçindeki yazarlar da hatta ne kadar değişik görüşler öne sürerse o kadar iyi.

 

ÖM: Vietnam Savaşı döneminden hatırladığım bir şey var ki şimdi şu sıralarda Irak’ın işgali dolayısıyla sık sık hatırlıyoruz, orada yanan bir Vietnamlı Budist rahibin fotoğrafını çeken fotoğrafçı, önce yardıma mı gitmeliydi, yoksa bunu haber olarak çekip ilk iş yollayıp sonradan da eğer hâlâ yanmamışsa kurtarmalı mıydı gibi çok önemli bir etik tartışma da olmuştu. Biraz da böyle şeyleri hatırlatıyor ve bugünlerde çok gündemde olan bir şey var, iki gün önce burada tartıştık Avi ile beraber. Afganistan’da bir ‘kaza’ oldu, Amerikan konvoyu çarptı, herhalde 20 kişiye filan çarptı, freni patlamış, öyle deniyor. Ondan sonra da bir infial ve isyan durumu oldu Kabil’de ve Afganlar sopalar, taşlarla Amerikan askerlerine saldırdılar, gösteri gibi bir şeye dönünce Amerikan askerleri de ateş etmiş. Bunun fotoğrafları da, filmleri de yayınlanmış hatta ölüler var, en az 5 kişi sivil halktan, fakat bu doğrulanmadı diye bir haber geçti ajanstan.

 

AH: “Kimi iddialara göre halkın üzerine ateş açıldı” diyor ama aynı haberin altındaki görüntülerde zaten ateş açıldığını görebiliyorsunuz. Bir yandan da iddiaya filan gerek kalmadan açıkça ortada.

 

ÖM: Bu çok önemli bir mesele getiriyor, ciddi bir tartışma; “doğrulanamadı” diyor, ama mesala AP’den, BBC’den gelen fotoğraflar var ama –şimdi günahına girmeyeyim hangi ajans olduğunu hatırlamıyorum muhtemelen ya Reuters ya BBC ya da AP idi- açıkça okuduk ki “doğrulanmadı” diyor. Peki bu durumda ne yapacağız?

 

AÖ: Bu durumda bunu mütemadiyen herkesin kafasına vurmak lazım, bunu yapanların, bu fotoğrafla birlikte yayınlamalı, iki haliyle, yani polemiğini filan yapmalı basın ki “doğrulanmadı” diyen ajans mahçup olsun, bir daha yapamasın.. Gazeteler tabii bütün sayfalarını basın içi meselelere ayıracak değil, ama bu zaten hem herkesi ilgilendiren bir mesele, hem de basın etiği açısından önemli bir mesele. Çünkü gazetelerin ve ajansların asıl kontrol mekanizmaları okurların kendileridir veya televizyonların seyircileridir. O mekanizmalar harekete geçtiği ölçüde bu gibi manipülasyonların yapılması ihtimali azalır tabii. Bunu teşvik etmek lazım.

 

AH: Ama sonuçta bu yalan haber olmuş olmuyor, çünkü haberde diyor ki “yetkililerce doğrulatılmış bir haber değildir.” Burada bir kaynak problemi oluşmuyor mu?

 

AÖ: Yetkililer doğrulamamış ama baksanıza resme.

 

AH: O cümleyi de katmak lazım belki.

 

AÖ: Evet. Bununla beraber bu resimlerde şunlar görülmektedir, gibi.

 

ÖM: Hatta filmlerde görülmektedir. Ben seyretmedim ama ben böyle okurken Avi de dedi ki “yahu ben gördüm, ateş açtıklarını, kendileri gösterdiler televizyonda.” Çünkü bana düşmüştü o sırada okumak, yani “doğrulanmamış” diye bir haberi okuyordum “nasıl doğrulanmaz, ateş açıyorlardı, ben gördüm!” dedi. Aramızda böyle bir tartışma çıktı. Yani böyle çok tuhaflıklar olabiliyor.

 

AÖ: İşte o eksikliğin giderilmesi gerektiğini vurgulamak suretiyle günün birinde mecbur olurlar zannediyorum.  

 

ÖM: Ama temel mesele etik. Resmi makamlar, kendilerinin de taraf olduğu bir habere dair gerçek kaynak sayılıyorlar. Ajanslar da, gerçek kaynak, adı verilse de verilmese de, adı açıklanmayan yetkililer diye onları temel referans olarak alınıyor. Burada da bir problematik var, hatta ünlü, efsanevi, bağımsız, Amerikalı gazeteci, I.F. Stone’un söylediği gibi, “politikacılar yalan söyler, bu altın kuralı öğrenin ondan sonra gazeteciliğe başlayalım” sözüne çok uygun bir durum da var. Bu durumda ajanslar ve gazeteciler ne yapmak zorunda?

 

AÖ: Bu kısmen doğru diyebilirim, çünkü ben de politikacılık yaptım, “bütün politikacılar yalan söyler” denilmesi biraz mübalağalı olabilir, fakat politikada yalan söyleyenlerin de var olabileceği belli bir şey tabii. Onlara karşı tedbir olarak ne olabilir? Bir kere herhalde, “yetkililer”, vs. derken her müessesenin bir veya çok yetkilisinin adının belli olması lazım. Evvelden çok daha yaygındı bu şekilde yetkiliye atfedilmesi, şimdi Başbakanlık sözcüleri, Milli Eğitim Bakanlığı sözcüsü, vs. var. Buna basının da zorlaması gerekir aslında, “biri çıksın söylesin, açıklama yapsın” diye. Bakanlar, siyasiler bazen söylüyorlar, fakat siyasiye ulaşamazsanız sözcülüklerde bir sorumlunun ortaya çıkmasını sağlamak gerekir, birinci mesele budur. Politikacıların yalan söylemesi hadisesi ile karşılaşınca da bunun yalan olduğunu belirtecek başka bir açıklama, başka bir kanıt ortaya koymak yine basının vazifesi. Çünkü politikacı o yalanı basına söylüyor, bana biri yalan söylese bunun yalan olduğunu ispat etmek benim meselem, yani basının meselesi burada da o. İki şey var burada, bir kaynaklarda isim belli olması lazım, sorumlunun belli olması lazım, olmadığı yerde basının, basın müesseselerinin, gazetecilerin bunu zorlaması, yazması lazım, bu önemli bir mesele. İkincisi de, politikacı bazen “öyle söylemedim” diyor; söylediği lafı “söylemedim” diyor, bunun ispatı kolay, bantlar, vs. var, eskiden daha zordu. Mesela son Danıştay olayında gazeteler birbirlerini atlatma telaşı ile, kendi önlerine geldiği belli olan haberleri verdiler. Bir veya bir kaç polis merkezinden gelmiş olması lazım veya siyasetçilerden gelmesi lazım. Bir çete meselesi ortaya çıktı, bunun üzerine de bir çok varsayım yayımlandı gazetelerde. Varsayım da “bu böyledir” diye yayımlandı, çünkü Başbakan da bu istikamette demeçler verdi, başka bazı bakanlar da o istikamette demeçler verdiler, ama ortaya çıkmayınca, “bu çete mensubudur” denilen kimseler tahliye edildi. Bunların üstüne gitmek lazım, bu tabii tam anlamıyla olmasa bile kısmen bazı politikacıların doğruyu söylemeyecekleri varsayımını biraz zorlar nitelikte oldu.

 

ÖM: Tabii basına, medyaya, televizyona, çok sayıda sızdırma ve bu tarz manipülasyonlar olduğu aşikâr, fakat bunun burada başlamadığını da hemen tespit etmemiz lazım. Geçenlerde özellikle çok ilginç bulduğumuz ve izin alarak burada da yayımladığımız, Kanal D’de yaınlanan Özel 32. Gün programında, andıç meselesinde de medyayı ne kadar manipüle edici bazı güçlerin olduğu da apaçık konuşuldu.

 

AÖ: Bir ifadede adı geçmeyen adamın adı geçiriliyor ve arkasından bunun oradan para aldığı filan söyleniyor; olacak iş değil!

 

ÖM: Hatta andıça dayanak teşkil eden belgede sözü edilen Şemdin Sakık’ın imzası da yokmuş. O zamanlar imzalı olarak “demeç verdi, para aldı bu gazeteciler” filan diye bir manipülasyon vardı. Çok yaygın bir şey bu aslında.

 

AÖ: İmzasının olmadığı da şimdi yazılıyor; bunun üzerine gitmek lazım, devam etmek lazım. Şemdin Sakık’ın bu ifadesine, bu paragrafları koyan bir el veya bir kaç el var. Bunların kim olduğunun üzerine giderek, -eskiden fikri takip denirdi-, bu anlayış içinde başlanan bir işin sonunu getirme hedefine yönelik olarak bunun kurcalanması lazım. Bu kimdir? Ahmet Bey, Hüseyin Paşa, başka bir sivil yargıç, vs. her kimse, “böyle midir, değil midir, ne oldu?” diye sorulması lazım. Onlar susma haklarını galiba kullanıyorlar, haklarında yazılmış olmasına rağmen, kendi sorumlulukları da belirtildiği halde hiç reaksiyon göstermiyorlar ve mesele öylee kalıyor, zaman içinde de unutuluyor. Unutmamak gerekli.

 

ÖM: Vatan gazetesi yazarı ve aynı zamanda okur sözcüsü Okay Gönensin’le burada konuşurken dedi ki; “bir yere kadar gidilebiliyor, gazetecilerin de yapabileceği sınırlı.” Gazeteciler takip etmiyorlar ve etmek zor bir iş, çok yıpratıcı bir iş; hem emek, hem zaman, hem de epey zihni bir efor gerektirdiği için. Gönensin’in “bir noktadan sonra yapılamıyor, gazetelerin, medyanın gücü de bu kadar” diyor. Böyle bir görüşü var. Ne diyorsun?

 

AH: Andıç olayında zaten bütün isimler ortada, yani gazetelerin ortaya koyabileceği daha fazla bir şey olduğunu sanmıyorum, çünkü imzalı zaten andıç, altında tek tek imzalayanların kim oldukları belli.

 

AÖ: Tabii ama o imzalayanlara sormak, telefon açmak, bir yere gittiği zaman “Ne oldu? Bu böyle yazılıp duruyor, niçin konuşmuyorsunuz?” demek, bunu yazmak var. Ben rahmetli Uğur Mumcu’yu hatırlıyorum, Mumcu’nun en önemli özelliklerinden biri başladığı işin üstüne gitmesiydi, biz onunla bir mobilya dosyası takip ettik.

 

ÖM: Yahya Demirel mi?

 

AÖ: Evet ama şimdiki değil, öteki Yahya Demirel, o hayali ihracat, Türkiye’nin ilk hayali ihracatıdır, bu konuda beraber çalıştık, hatta bir kitap haline getirdik, mahkemeye vereceğimiz savunmayı kitap haline getirip yayımladık, mahkemeye de kitap halinde vermiştik.

 

ÖM: Çok şık!

 

AÖ: Cumhuriyet gazetesinde devamlı yayın yapıyorduk, her bulduğumuz hadiseyi ekliyorduk. Bazı şeylere hiç cevap vermiyorlar, mesela orada öyle adres verilmiş ki, şunu şu ihracatçı firmaya teslim etmiş, nedir adresi, Habstrasse 128 adresindeki firmaya. Ben gidiyorum oraya, ne bu isimde bir cadde var, ne de 128’ numara, zaten orası 4000 nüfuslu küçücük bir şehir. Adam oturmuş oradan yazmış, belli bu, şehir planını filan yayımladık. 100’e gelen bir numara bile yok. Bunları yayımladık hiçbir cevap yok, bize “yalandır” vs. diyorlar, yani hükümet de böyle tekzipler gönderiyor. Biz her seferinde yazıyorduk, kendi yazılarımdan hatırlıyorum “peki bu adres ne olacak?” diye yazıyorum. Altına not, Romalı bir senatör varmış, Kato adında, Kartaca ile Roma o zaman savaş ediyorlarmış. Kato, Roma senatosunda bambaşka şeylerden bahsederken, diyelim, Roma’nın kanalizasyon konusundan veya eğitim konusundan bahsederken, bu konudaki sözleri bittikten sonra, sözlerinin sonunda “Kartaca yıkılmalıdır” deyip kürsüden ondan sonra iniyormuş. Bunun gibi, mütemadiyen açık kalmış olan şeyleri çeşitli şekillerde hatırlatmak, üstüne gitmek lazım. Herkesin aklına takılmalı ki, o sorumlular kimse herkes onların ismini çok iyi bilmeli, onlara rastladıkları sırada kendileri de sorabilmeli.

 

ÖM: Evet, mesela bu “Batı Çalışma Grubu” konusunda General.

 

AÖ: Her kimse, ona rastlayan bir kimsenin aklına o gelmeli. Hatta konuşulabilecek bir yerde olduğunuz zaman “Paşam, sizin hakkınızda şunlar yazılıyordu, siz ne diyorsunuz?” diye gazeteci olmayan insanlar bile sorar hale gelmeli. Hakikaten bunlar çok önemli meseleler, böyle ortada kalırsa, o zaman bunlar doğalmış zannediliyor. Bundan sonra da yapılsa bir müeyyidesi yok ve artık duruyor.

 

ÖM: Bu hayati bir nokta gibi gözüküyor, pek çok da örneği var; mesela olumlu olarak da Manisalı gençler diye bilinen davada senin değiminle öylesine fikri takip yapıldı ki gazetede...

 

AÖ: Sabri Gül vardı, o hakikaten nasıl fikri takip olur, politikacı olarak yapılabilir, onu gösterdi. Dündü galiba, o işkence gören hanımlardan biri avukat olmuş ve işkencecisini görmüş, gördüğü zaman içinden geçenleri dile getirmişti.

 

ÖM: Hiç de intikam duymadan bu meseleyi hallettiğini, çünkü dile getirildiğini söylüyor, çok önemli geldi bana o hanımın söyledikleri.

 

AÖ: İntikam duygularından da insanları kurtaran budur, bilinmesidir, duyulmasıdır.

 

ÖM: Adalet duygusu oldu diyor, “bize basın da sahip çıktı, politikacılar da bir ölçüde ve cezalandırdılar ama az ama çok ama cezalandırdılar, bu da adalet duygusu uyandırıyor, onun için de intikam duygusu duymuyorum” şeklinde bir ifadesi vardı.

 

AÖ: Onun için yazılması, çizilmesi çok önemli, çok sağlıklı. İnsanlardaki intikam gibi hisleri de azaltır, ortadan kaldırır.

 

ÖM: Bağımsız, objektif gazetecilik çok iyi geliyor değil mi? Sağlıklı.

 

AÖ: Evet.

 

ÖM: Çok keyifli bir saat geçirdik, çok teşekkür ederiz.

 

AÖ: Ben teşekkür ederim.

 

(1 Haziran 2006 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)