Leipzig, 16-19 Ekim 1813

-
Aa
+
a
a
a

Osmanlı'da matbaanın gelişi engellenmesiydi belki bizim de Aydınlanma dönemimiz olurdu.

Uzunca bir zamandır Avrupa Birliği ve Türkiye’nin bu kuruma üyeliği gündemimizin en önemli maddelerinden birini oluşturmakta. Avrupalıların istedikleri yasaları çıkartıp, istedikleri düzenlemeleri yaparsak bizi gerçekten aralarına alacaklar mı? Alacaklarsa ne zaman alacaklar? Türk toplumunun aydın insanları ve zaman zaman bu aydınların da yer alabildiği yönetim kadroları, yüzyıllardır bilinçli ya da güdüsel olarak Avrupa’nın koyduğu bazı standartları yakalamaya, o düzeye ulaşmaya gayret ediyor. Doğallıkla, cehaleti azaltacak her gelişimin kendi çıkarlarını menfi şekilde etkileyeceğini bilen din tüccarları da yüzyıllardır
“Din elden gidiyor” sloganı ile bu çabayı baltalamaya gayret ediyor. Roma lejyonlarının savaş tekniklerini yeniden keşfeden Avrupalılar karşısında kapıkullarının giderek çağdışı kalmakta ve yozlaşmakta olduğunu farkederek önlem almaya çalışan Genç Osman’ın karşısına yeniçeriler; matbaayı Osmanlı memalikine getirerek okumayı ve aydınlanmayı yaymak isteyen İbrahim Müteferrika ve destekçilerinin karşısına Patrona Halil dikiliyor. Ama bu kuklaları kışkırtan, yönlendiren kafa ve sınıf ile attıkları slogan, yüzyıllardır hiç değişmiyor.

Avrupa Tanzimat’tan günümüze, hiç bıkmadan, Avrupalı olmak için yerine getirilmesi gereken koşulları içeren reçeteler belirleyip duruyor. Bizler de 1839 tarihli Gülhane Hatt-ı Hümayun’undan beri, kendimizi uyanık, bizden başka herkesi de aptal bellediğimizden, bu reçeteleri resmen ve şeklen benimsiyor ama fiiliyatta, ruhunu sahiplenmeden kulak ardı ediyoruz ve her defasında kapı yüzümüze kapanıyor.

Burada bir yanlışlık olmasın sakın? Yukarıda sözü edilen tarihler 1622, 1730,1839. Oysa ki kısaca AB diye tanıdığımız kurum, 1957 yılında Avrupa Ekonomik Topluluğu olarak kurulan, o dahi 1951 yılında Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu adı ile tesis edilen örgütten doğmadı mı? Kaynağını ancak 1951 yılına kadar geri çekebildiğimiz bu örgüt, geçen yüzyıllardaki dayatmanın sorumlusu olamaz. Hem Avrupa’nın tarih boyunca yaşadığı en uzun, korkunç ve acımasız savaşlardan birinin sona ermesinden sadece altı yıl sonra böyle bir örgüt nasıl kurulabildi? Daha dün boğaz boğaza savaşanlar, bugün nasıl bu denli dostça ortaklık kurabiliyorlar? Bazen yüzyıllara yayılan bu düşmanlıklar bu denli çabuk hasıraltı edilebiliyorsa, ortak bir Avrupa kültüründen, hatta Avrupalı olmak bilincinden söz edebilir miyiz? Eğer edebiliyorsak, nedir bu ortak bilincin mayası?

Hıristiyan birliği mi?

Bazı düşünürler AB’ye “Hıristiyan Kulübü” diyerek işin kökünde bir din birliğinin yattığını vurguluyorlar. Kuşkusuz bir ölçüde haklıdırlar. Ama tıpkı İslamda olduğu gibi, hatta belki daha büyük bir ölçüde, Hıristiyanlıkta da ciddi gruplaşmalar ve onların getirdiği çatışmalar ve zıtlaşmalar vardır. 1204 yılında 4’üncü Haçlı Seferi sırasında, katoliklerin Kudüse gidip İslamı kutsal topraklardan kovacakları yerde, ortodoks dünyasının merkezi Konstantinopolis’i zaptedip, burada bir Latin krallığı kurduklarını anımsayınız lütfen.

Roma kentinin kurucuları Romulus and Remus. Efsaneye göre bir dişi kurt ikizleri Tiber ırmağından kurtarıp emzirir.

Bu koşullar altında Konstantaniyye patriğinin 1453 yılında Türk sarığını kardinal kepine tercih ettiğini belirtmesi şaşırtıcı olmasa gerek. Ortaçağ batı Avrupası’nda dahi katolik kilisesi her zaman tek ses, tek nefes olarak gözükmüyor. Roma piskoposluğu Karolenj Hanedanı ile –bazı kaynakların Hz. İsa’nın soyundan geldiklerini iddia ettikleri- Merovenj’lerin kanı üzerinde ve onun pahasına vardıkları fikir birliğinden önce ne Papalık kurumu var, ne de bütün katolikler adına konuşmaya yetkili başka bir makam. Papalık kurumunun sekizinci yüzyıla kadar var olmamasının yanı sıra, 1378 yılından itibaren biri Roma’da, diğeri Avignon’da iki Papanın hüküm sürdüğünü; 1409 Pisa Konseyi’nden sonra, bunlara bir üçüncüsünün katıldığını ve bu garabetin bir on yıl daha sürdüğünü de anımsamakta yarar var. Bugün bile Kuzey İrlanda’da insanlar sadece protestan veya katolik olmaları nedeni ile taammüden katledilmekteler.

Öyleyse ortak bilincin, hatta belki güdünün gerçek itici gücü ne olabilir? Bana göre bu Roma’nın mirasıdır. Sınırları neredeyse bütün bilinen dünyayı içine alan Roma... En parlak zamanında Pax Romana diye bildiğimiz huzur ortamını sadece çok iyi eğitilmiş 20 lejyonla yaratan Roma... Hukuk sistemi ile yalnız o dönemde adalet dağıtmakla yetinmeyip, bugün bile Avrupa anakarasında yaşamakta olan ulusların hukuk sistemlerinin temelini oluşturan Roma...Mühendislik bilimlerindeki birikimleri ile 2000 yılı aşkın süredir ayakta kalmayı başarabilen yapılar inşa eden Roma... Kilometrelerce uzaktan kentlerine su taşıyan, barbarlara karşı topraklarını korumak için kilometrelerce uzunlukta surlar diken, o uçsuz bucaksız sınırları cetvel gibi dümdüz ve bugün bile ayakta kalmış olan yollarla kendine bağlayan Roma... Bütün Avrupa dillerinde günümüzde kullanılmakta olan yüzlerce sözcüğün kökeni olan Latince’yi konuşup yazan Roma.

Roma uygarlığının mirası

Bizim açımızdan bu sözcüklerin herhalde en önemlisi “Caesar.” M.Ö. 44 yılının 15 Mart günü Caius Julius Caesar’a yapılan kalleş saldırının ardından, onun hukuki ve siyasi mirasçısı olan yeğeni Octavius, imparatorluk tahtına otururken Augustus Caesar unvanını almıştı. Bu unvan Avrupa’da 2000 yıl yaşadı. Kutsal Roma Germen imparatorları ile Habsburg ve Hohenzollern imparatorları Caesar sözcüğünün Almanca karşılığı olan “Kaiser”i, Romanofflar ise Rusça karşılığı olan “Çar” unvanını pek sevdiler ve kendilerine böyle hitap ettirdiler. Birinci Dünya Savaşı bu üç hanedanı tarihin tavan arasına kaldırmasaydı, hâlâ da kullanıyor olacaklardı. Bir başka deyişle, 20’nci yüzyılın başında Düvel-i Muazzama (Büyük Devletler) olarak tanımlanan beş Avrupa ülkesinden üçünün tepesindeki devlet başkanları Caius Julius Caesar’a öykünmekte ve kendilerini onun

Octavian (Augustus Caesar)

direkt mirasçısı olarak görmektedirler. Geri kalan ikisinden birinin unvanı “Hindistan İmparatoru”dur. Diğerine gelince: Fransanın uzun soluklu politik yapıların ülkesi olduğunu söylemek pek kolay değil. Ancak onlar dahi krallıktan cumhuriyete ve cumhuriyetten krallığa koşarken, arada bir imparatorluk durağına uğramadan yapamıyorlar. Şimdi bir de Caius Julius Caesar’ın unvanını anımsayalım lütfen: Imperator...

Uzun lafın kısası, Germen kavimleri bir yandan Roma devletini yerle bir ederken, diğer yandan Roma uygarlığının albenisine kapıldılar ve mirasını sahiplendiler. Ortaçağın başlangıcındaki karanlık kaos, tek kilise ve tek bir siyasi birim özlemini, kısacası Pax Romana’yı ya da bugünkü perspektifimizden hareketle “Birleşmiş Avrupa”yı, herkesin ulaşmak istediği bir Utopia haline getirdi. İlk Caesar Imperator adayı kuşkusuz Carolus Magnus’tur. 800 yılının Noel günü Papa Leo III’nun başına yerleştirdiği taç, papalar ile imparatorlar arasında yüzyıllar boyu sürecek bir öncelik mücadelesinin kapısını açmasının yanı sıra, Carolus Magnus’u “Sacrum Romanum Imperium”un, yani Kutsal Roma İmparatorluğunun ilk İmparatoru olarak ilan ediyordu. Bu siyasi yapının arkasındaki güç tabii ki kilise idi. Çünkü imparatoru denetleyen kısa yoldan İmparatorluğu da denetimi altına almış olacaktı.

Romalı senatörler

Ancak burada unutulmaması gereken çok önemli bir başka nokta var. Carolus Magnus Roma’da imparator ilan edilirken, zaten gerçek bir Roma İmparatoru vardı ve bu İmparator Konstantinopolis’te eski Roma’nın doğu yarısının egemeni olarak erguvan tahtının üstünde hüküm sürmekteydi. Bu durumda birgün bu tahtın varisinin de ortaya çıkıp yeni bir Roma yaratmaya kalkmasını olağan karşılamak gerek. O gün 29 Mayıs 1453’tü. Batı Roma’yı ortadan kaldıran Germenler gibi, Doğu Romayı tarihten silen Türkler de Roma uygarlığının mirasını sahiplenmiş, Osmanlı Padişahı, “Sultan-ı Diyar-ı Rum”, yani Roma ülkesinin sultanı olmuştu. Fatih Sultan Mehmet gençti,
zekiydi, güçlüydü ve çalışkandı. Dahası, bir Rönesans adamı ve çok büyük düşünebilen bir stratejistti. Onun gönlünde yatan yeni Roma İmparatorluğu, eski Roma’nın iki merkezini, yani Roma ve Konstantaniyye ile iki kilisesini, yani katolik ve ortodoks kiliselerini Osmanlı sancağının altında bir araya getirecekti. Ne yazık ki pabucun pahalı olduğunu gören Papanın satın aldığı Venedikli doktorun zehiri bu büyük insanın yaşamına çok vakitsiz bir nokta koydu. Babasının kavuğu ve kaftanı, din tacirlerinin adamı “Sofu” Beyazıd için birkaç boy büyük geldi. Bu müthiş girişim unutuldu, gitti.

"Evrensel"in merkezi Avrupa

Batıda hanedanların gelişimi tek devlet fikrini zorlamaya başlamışken, Wittenberg Üniversitesi ilahiyat profesörü Dr. Martin Luther’in 31 Ekim 1517 günü Wittenberg Kale Kilisesinin kapısına çaktığı, 95 maddeden oluşan protesto bildirisi de, tek kilise fikrinin temeline dinamit koyuyordu. Avrupa yıllar boyunca sürecek bir mezhep kavgasının eşiğindeydi. Giderek büyüyen ve 1618-1648 yılları arasında Otuz Yıl Savaşları ile doruğa varan bu mücadele tarihi boyunca Avrupa’nın yaşadığı en büyük yıkımlardan biridir. 1648 yılından sonra, din kavgaları tam olarak bitmemekle birlikte, aklın mutlak zaferi karşısında giderek geri plana düşmeye mahkumdur. Çünkü Thomas Hobbes’un 1651 yılında yayınlanan “Leviathan” adlı yapıtı yeni bir çağın, Aydınlanma Çağı’nın müjdecisidir.

Aydınlanma Çağı’nda bizi ilgilendiren iki önemli hususa değinmek gerek. Bunlardan birincisi, kısmen akıl ve hikmetin nuru, kısmen de ekonomik koşulların zorlaması ile hanedan devletlerinin yöneticilerinin ortak yönlerini vurgulayan yeni bir modus vivendi, yani yeni bir yaşam tarzını benimsemeleridir. Bundan böyle, savaşırken bile bazı ortak kurallara uyarak davranacak bir kulübün üyeleridirler adeta. Zaman zaman bu kurallar çiğnense de, ortak grup baskısı ve birlik bilinci giderek bu ihlalleri azaltacaktır. İkinci önemli nokta Aydınlanma Çağı’nın Fransız Devrimi için gerekli entellektüel ortamı hazırlamış olmasıdır.

Thomas Hobbes (1588-1679)

Fransız Devrimi konumuz açısından önemlidir, çünkü bir yandan “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” gibi evrensel içerikli bir sloganla insanları bir araya toplamaya yönelik merkezcil bir güç oluştururken, diğer taraftan vatandaşlık fikrinin uzantısı olan “Ulus-devlet” oluşumuna yol açarak, bir merkezkaç güç yaratmaktadır. Birbirine zıt gibi duran bu iki kavrama biraz daha yakından bakalım isterseniz. “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” derken, kimse batı Afrika’da zincirlenerek köleleştiren ve İngilizlerin Karayipler’deki şeker plantasyonlarında, ya da Amerikalıların Carolina ve Georgia’daki pamuk tarlalarında ölesiye çalıştırılan zencilerden söz etmemektedir tabii ki. Afrikalıların yanı sıra Asyalılar, Avustralya ve Amerikaların

yerli halkları da doğallıkla özgür, eşit, kardeş filan olamazlar. Bunun için gerekli olan çok önemli bir şey onlarda yoktur. Avrupalı kimliği... Buradan bakınca demin işaret edilen tezatın gerçekten çok itibari olduğu görülecektir. Temelde Aydınlanma Çağı’nın “Hanedan-devletleri”, bu yeni dönemde ad değiştirerek “Ulus-devlet” olacaklar ama aralarında zaten var olan anlayış ufak tefek değişiklik ve düzeltmelerin yanı sıra, çoğu zaman yeni bilinçlenen vatandaşların da aktif onayı ile güçlenerek devam edecektir. Güzel sloganımız da bu yeni vatandaşların hepsini, aynı şemsiyenin altında biraz daha birbirine yaklaştıracaktır. Avrupa anakarasında zaten kültürel bir ağırlığı olan Fransa’nın bu yeni ve albenili sloganla çevresindeki halkları etkilemesi uzun sürmez. İtalyanlar, Felemenkliler, Almanlar çabucak bu cazibenin etkisi altında kalırlar. Hatta Napoleon’un komutasında Avusturyalılarla dövüşmek için 1796 yılında kuzey İtalya’ya giren Fransız Ordusu, yüzyıllar boyunca biriktirilmiş sanat yapıtlarını ve kültürel değerleri yağmalamaya başladığında bile bu etkinin dozunda pek bir değişiklik olmaz.

Bonaparte Büyük Britanya’ya karşı

Fransız Devrimi bir yandan bütün bir ulusun yaratıcı gücünü ve çalışmasını seferber ederek büyük bir potansiyel yaratmış, beri yandan terörün aşırılıkları ve ardından gelen biribirinden daha zayıf iktidarlar, toplumda güçlü bir adam beklentisi yaratmıştı. Napoleon Bonaparte işte böyle uygun bir ortamda yeni Caesar olmaya, yeni Roma’yı, yani yeni üniversal devleti kurmaya soyundu. İşe Fransa’dan başladı. Önce birinci konsül, sonra ömür boyu birinci konsül derken, nihayet 1804 yılında imparatorluk tahtına oturuverdi. Tabii ki yenisini kurarken eskisini yıkması gerekiyordu. 1806 yılında Carolus Magnus’un artık işlevlerini tamamen yitirmiş olan bin yıllık Kutsal Roma İmparatorluğu’nu yıktı ve yerine uyducuklarından oluşan “Ren Konfederasyonu”nu ikame ediverdi. 1807 Temmuz’unda, Reval’de Rus çarı I. Alexander ile bir salın üstünde buluşup bir dostluk antlaşması imzaladığında, Avrupa’yı hiç bir Roma imparatorunun hayal edemediği ölçüde tek bir taht etrafında toplamaya muvaffak olmuş, otoritesinin sınırlarını Niemen ırmağına kadar genişletmişti. İş yalnız toprak zaptetmek ve kralları, egemenleri uydulaştırmakla bitmiyordu. İmparatorluk Roma hukuku kaynaklı Codex Napoleon marifeti ile yeni ve eskilerine oranla çok daha laik bir hukuk sistemine kavuşturuldu. Napoleonik eğitim reformunun izlerini iki yüz yıl sonra bile, ülkemizde dahi görmek mümkün. İmparatorluğun haşmetini yansıtacak ve vatandaşların yaşamını kolaylaştıracak mühendislik projeleri ve mimari yapıtlar da eksik edilmedi.

Ancak bütün bu reformlar ve çalışmalar yeni “Pax Romana”nın uzun ömürlü olması için yeterli değildi. Büyük Britanya, bu “dükkâncılar ulusu”, silah zoru ile yola getirilememişti. Koramiral Lord Nelson daha 1805 yılında Trafalgar Burnu’nda Fransa’nın İngiltere’ye vurmak için kaldırdığı kılıcı kırmış ve ekonomik ablukanın görünmez olduğu ölçüde öldürücü ilmeğini yeni Roma’nın boynuna geçirmişti. Vakıa Napoleon’un da henüz oynayacak birkaç kozu vardı. Reval toplantısında Alexander ile birlikte Avrupa anakarasını İngiliz ürünlerine kapayarak İngiltere’nin can damarını

Lord Nelson'ın amiral gemisi HMS Victory

kesmeye karar verdiler. Yeni Roma’nın uydusu İspanya ve İsveç krallıkları da bu karara uydular. Ancak emir demiri bile kesse dahi, ekonominin üniversal kurallarını kesemiyor. Birkaç yıl içerisinde alıp satma özgürlükleri kısıtlanan Avrupalı tüccarlar iflasa sürüklenir ve ekonomik göstergeler tümüyle kırmızıya dönerken, kaçakçılık sektöründe inanılmaz bir patlama yaşanmaya başlamıştı. Büyük Britanya güney Amerika’da ve Osmanlı topraklarında yeni pazarlar geliştirerek bu ekonomik lokavtı kırarken, kabak gereksinim duydukları ürünleri eskiye oranla birkaç misli fazla paraya almak zorunda kalan halklarla, gümrük ve satış vergilerinin gelirlerini yitiren hükumetlerin başında patlıyordu. Çar Alexander 1810 yılında Napoleon’la yaptığı antlaşmayı bozarak Rus limanlarını İngiliz gemilerine açtı.

Grande Armée unufak

Böylesine bir ihanet cezasız kalamazdı. Napoleon 24 Haziran 1812 günü, savaş ilan etmeye dahi gerek duymadan “Grande Armée” (Büyük Ordu) ile birlikte İmparatorluk-Çarlık sınırını oluşturan Niemen ırmağını aşarak Rus topraklarına girdi. Mevcudu 449,000 kişi olan ordu büyük olmasına büyüktü ama adının çağrıştırdığı kadar Fransız değildi. Büyük Orduyu oluşturan askerlerin yaklaşık 150,000 kadarı Fransız kökenli idi. Geri kalanlar Felemenkli, Prusyalı, Avusturyalı, Sakson, Bavyeralı, Badenli, Württembergli, Leh, Hırvat, Dalmaçyalı, İtalyan, İsviçreli ve İspanyoldular. Belki gerçekten üniversal bir imparatorluğun böylesine çok uluslu bir ordusu olmasını doğal karşılamak, yadırgamamak gerek. Ama lütfen Roma’nın en parlak dönemine fetihleri ile imzalarını atan lejyonların tümüyle Roma vatandaşlarından oluştuğunu anımsayınız. Roma vatandaşları rahata alışıp askerlik hizmetini angarya olarak görmeye başlayınca, batıya göçmekte olan Germen kavimlerinden bir kısmı Roma topraklarında iskân edilerek kendilerine Roma vatandaşlığı tevcih edildi. Bu yeni vatandaşlardan oluşturulan lejyonlar hem kadro olarak daha geniş, hem de sayıca daha fazlaydılar ama onları yenilmez yapan ruhlarını yitirmişlerdi. Roma’yı Barbar akınlarına karşı koruyamadılar. Tabii Rusya seferi de hüsranla bitti. Bir yandan Rusların geleneksel, çekilirken arkada bırakılan herşeyi yakıp yıkma, kuyuları bile zehirleme politikası, beri yandan General Kış’ın kar ve buzu Büyük Orduyu unufak etti. 1812’nin Aralık ayında Polonya ve Doğu Prusya’ya ancak 60,000 hayalet ulaşabildi. Mareşal Ney’in komutasındaki artçı dışında hiç bir birlikte disiplin kalmamış, Büyük Ordunun artıkları bir sürü haline gelmişlerdi. Napoleon 5 Aralık’ta bu zavallıları kendi kaderlerine terk ederek süratle Paris’e hareket etti.

Napoleon’un amacı şimdi silah altına alınmakta olan 1813 sınıfının eğitiminin bir an önce tamamlanarak, böylece oluşturulacak yeni bir Büyük Ordu ile Almanya’ya dönmek ve dosta düşmana hâlâ İmparator olduğunu göstermekti. Avrupalının sadece güce ve güçlüye hürmet ettiğini herkesten iyi biliyordu. İlkbaharda 170,000 kişilik bir kuvvetle doğuya hareket etti. Rusların ve şimdi onlara katılmış olan Prusyalıların gücü yaklaşık ikiyüzbin kişiydi. 2 Mayıs’ta bir Sakson kasabası olan Lützen’de karşılaştılar. Napoleon topçusunun sayesinde çarpışmayı kazanmış, ama süvarisi olmadığı için çekilmekte olan düşmanı bozarak bu avantajını

Napoleon Bonaparte, zorlu seferinde

kesin bir zafere dönüştürememişti. Doğuya doğru ilerlemeye devam eden Napoleon, düşmanla tekrar 20 Mayısta Bautzen’de karşılaştı. Çarpışmayı yine kazanmıştı ama bu kez de Mareşal Ney son saldırıyı yanlış yönde yaptığından Ruslar ve Prusyalılar yine düzenli olarak çekilmeyi becerebilmişlerdi. İki taraf da zayıf düşmüştü. Napoleon barış olasılıklarını araştırmak için 4 Haziran’da yapılan bir ateşkes önerisini sevinçle kabul etti.

Ulusların Savaşı

Ama Büyük Britanya fırsat kolluyordu. Napoleon’un zaafını hissedince ona karşı bir beşinci ittifak oluşturmak üzere bütün politik ve mali gücünü seferber etti. Barış görüşmeleri başarısızlıkla sonuçlandığı zaman, neredeyse bütün Avrupa karşısına geçmişti. 16 ay önce Niemen’i geçerken sancağının etrafında toplananların büyük bir çoğunluğu bu kez karşısında saf tutmuştu. Beklenen çatışma 16 Ekim’de, Leipzig’de gerçekleşti ve 19 Ekim’e kadar, dört gün sürdü. Bu savaş tarihe “Ulusların Savaşı” olarak geçti. Çünkü Napoleon’un karşısında Rusya ve Prusya’nın yanı sıra Avusturya, Bavyera, İsveç ve diğer küçük Alman devletleri de saf tutmuşlardı. Napoleon’un mareşali Bernadotte bile Ruslara iltihak etmiş, Napoli Kralı yaptığı başka bir mareşali, Mareşal Murat ise Napoleon’un davetini kulak ardı ederek ordusu ile birlikte İtalya’da kalmayı tercih etmişti. Napoleon merkezi konumunun kendisine sağladığı iç hatları kullanma avantajı ile düşmanlarını birleşmelerine fırsat vermeden teker teker yenmeye kararlıydı. Ancak savaşın üçüncü gününde Saksonların da ona ihanet ederek düşmana katılması, bardağı taşıran son damla oldu.

Napoleon'un birlikleri (1812)

Napoleon, kılıncı ile yeni bir Roma kurmaya niyetlenen herhalde son Caesar olmalıdır. Bazıları “1000 yıllık İmparatorluk” sloganı ile Kutsal Roma Germen İmparatorluğunu çağrıştırarak kurulan, ancak sadece 12 yıl hayatta kalabilen “Üçüncü Reich”ın Führer’i Adolf Hitler’i yeni bir Caesar gibi görebilir. Ama ben, bin küsur yıl önce kendisine iyi niyetle hizmet etmeye hazır olan herkesi vatandaş yaparak bağrına basan Roma ile; kendisine kanları ve canları ile hizmet ederek “Demir Haç” nişanlarını göğüslerinde övünçle taşıyan vatandaşlarını toplama kamplarına sevkedip katleden Üçüncü Reich arasında hiçbir benzerlik göremiyorum. Hitler olsa olsa, Marcus Aurelius’un mirasına ortak bir Caesar’dan ziyade, M.S. 9 yılında Teuteburger Ormanında Varus’un komutasındaki üç Roma lejyonunu yendikten sonra, eline geçen Romalıları, asker-sivil, kadın-erkek, canlı-ölü diye ayırt
etmeden kafalarından ağaçlara çivileyen Germen kavimlerinin, -Romalıların Arminius dedikleri- lideri Hermann’ın mirasçısı olabilir ancak.

Bir sonraki yeni Roma’ya gelince... Şimdilik hayatta ve Aydınlanma Çağı’ndan beri sık sık olduğu gibi yine ortak değerlerin şemsiyesi altında yaşıyor. Ama Roma’nın ikinci başkenti İstanbul’u dışlayarak, ne kadar gerçek bir Roma olabilir, gerçek “Pax Romana”yı ne ölçüde sağlayabilir?

Cem Kum'un diğer yazıları için tıklatınız