Kyoto'dan Kopenhag'a

-
Aa
+
a
a
a

İklim Politikalarında Yol Haritası ve Türkiye

 

16 Ocak 2009

 

Bu konuşmada başlıca amaç, bir âciliyet duygusunun altını mümkün olduğu kadar kalın çizgilerle çizmek olabilir. Gezegenin bekaası tehlikede. Bilim dünyasından gelen son veriler, durumun abartılamayacak kadar ciddi olduğunu ortaya koyuyor. Yaklaşık son iki yıldır zaten son derece berrak bir bilimsel gerçeklikle yüzyüzeyiz: Küresel iklim değişiyor ve bu değişikliğin temel nedeni, insan faaliyetlerinden kaynaklanan sera gazı salımları. Artık hepimizin çok net olarak bildiği gibi, bu gazların başında da CO2 geliyor.

 

ABD'nin ve dünyanın önde gelen iklimbilimcilerinden Dr. James Hansen ve yine önde gelen iklim otoriteleri olan arkadaşlarının bundan çok kısa süre önce yayımlanan önemli bir ortak makalesi, meseleyi belki de hiç olmadığı kadar net ve âcil olarak karşımıza koyuyor. Bu makaleye[1] göre, iklim tarihine ilişkin veriler şöyle: CO2 salımlarının iki katına çıkması halinde sıcaklık 3°C oluyor. Denge hassasiyeti açısından bakıldığında, CO2'nin iki katına çıkması halinde bu artış 6°C'ye kadar çıkabiliyor. Eğer insanlık, gezegenin üzerinde medeniyetin oluşup yeşerdiği, hayatın da uyum sağladığı şartları korumak istiyorsa, iklim tarihi verilerinin kanıtladığı ve içinde bulunduğumuz iklim değişikliğinin gösterdiği üzere, atmosferdeki CO2 seviyesi, dünyanın dayanabileceği seviyeyi aşmış durumda! CO2, bugünkü seviyesi olan 385 ppm (milyonda 385 parçacık) seviyesinden radikal şekilde aşağı çekilmek, en fazla 350 ppm'ye indirilmek zorunda!  Bu, 1980'lerin ortasındaki seviyesine indirmek demek. Oysa, gene bildiğimiz gibi, çeyrek yüzyıl önceki seviyeye indirmek şöyle dursun, CO2 salımlarını bayağı artırmakla meşgulüz. Birçok ülke salımlarını artırdığı gibi, Türkiye de BM İklim Değişikliği Çerçeve Antlaşması ve ilgili kuruluşların rakamlarına göre 1990 – 2006 ve 1990 - 2007 arasında CO2 salımlarını yüzde 95'in üzerinde artırmakla, dünyada en çok artış gösteren ülkelerden biri, belki de birincisi durumunda maalesef.)[2]

 

Bilim dünyasının artık bu çok netleşmiş olan verilerine göre, 350 ppm hedefini tutturabilmek içinse en büyük iklim kirleticisi olan kömür yakmaya son vermek, kömür yakıtlı yeni santraller açmamak, mevcutları da en geç 20 yıl gibi bir süre içinde devreden çıkartmak gerekiyor. Bilim insanları CO2'yi kömürden ayırıp toprağın ya da deniz tabanının içine gömmek gibi bir teknoloji bulunabilirse kömür kullanmaya devam edilebileceğini belirtiyor, ama yine bilim dünyası bunun da en erken 20 yıl içinde mümkün olabileceğini söylüyor ve bu kadar vaktimiz olmadığı da aşikâr! Bu çok zorlu hedefi tutturmak için, kömürün mutlak surette toprakta kalmasının (yani kömür yakmaya moratoryum getirmenin) yanı sıra, genel ve müterakki bir karbon vergisi konması, elde edilecek gelirlerin  yüzde yüz temettü olarak halka intikal ettirilmesi, enerji tasarrufu, yenilenebilir enerji kaynaklarının fosil yakıt kaynaklarının hızla yerini alması için yoğun ar-ge yatırımlarına girişilmesi, ve bir de tarım ve ormancılıkta karbonu tutup hapsedecek uygulamalara hızla geçilmesi gibi tedbirlere şiddetle ihtiyaç olduğu açıkça görülüyor.  

 

Daha doğrusu, radikal bir "rejim değişikliğine" geçmeye kuvvetle ihtiyacımız var!

 

Öte yandan, şu da oldukça açık bir gerçek olarak önümüzde duruyor ki, bu hedefi şaşırmış –ve aşmış– olma durumumuza âcilen çözüm getirmeyi başaramazsak,  yani CO2 fazlası durumunu kısa sürede değiştiremezsek, bütün dünyadaki canlılar âlemi üzerinde felaket denebilecek ve geri döndürülmesi imkânsız sonuçlar doğması ihtimali çok yüksek görünüyor.[3]

 

Ne var ki, tehdit bu kadar somut ve büyük olmasına rağmen, bilimin öngördüğü bu zorunluluklar ve "ön şartlar" ile siyaset erbabının bakış ve davranışları arasında adeta bir uçurum bulunuyor. Hükümetlerin, özellikle gelişmiş ülke hükümetlerinin hemen hepsi, "çevreci" görünmelerine rağmen, kömür, petrol, enerji vb. şirketlerinin kısa vadeli özel çıkarlarını korumaya yönelik, tavan sınırlaması ve ticaret (cap and trade) adı verilen mekanizmalarla, "ısıtma hakkı"nı yoksul ülkelerden "satın alma" vb. mekanizmalarıyla durumu idare etmeye çalışıyorlar.

 

Bunlar Kyoto Protokolü'nün de içerdiği bir anlayışın uzantıları. Pratik hayatta işlerlikleri olmadığı gözüküyor. İşin aslına bakılırsa, bu mekanizmaların kökenini oldukça geriye götürmek mümkün. Kyoto Protokolü, BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi'nin bir uzantısı olarak hazırlandığı zamani uluslararası alanda küresel iklim değişikliği tehdidine karşı alınacak önlemler konusunda bağlayıcı bir antlaşma mevcut değildi. Böyle bir antlaşma yapılabilmesi için de hem hükümetlerin, hem de çok güçlü özel çıkarların isteklerini yerine getirmek için birçok konuda "uzlaşma"ya gidilmesi gerekti. Doğal olarak, böyle bir uzlaşma da bilimsel gereklerden pek çok "taviz"i, pek çok "geri basma"yı içerecekti ve böyle de oldu. Ortaya çıkan, büyük zaafları içinde barındıran bir anlayıştı: Tehlikenin büyüklüğünü gözönüne almayan, dolayısıyla, gerekli radikal çözümleri içermeyen, yani "sulandırılmış", yaptırımı olmayan, bir hayli göstermelik mekanizmalar ortaya çıktı.

 

Üstelik, Kyoto'nun hazırlandığı tarihte, gezegenin içinde bulunduğu tehlikeye ilişkin olarak bugün sahip olduğumuz bilimsel kesinlikler de yoktu. Gezegenin karşı karşıya bulunduğu tehlike konusunda son iki yılda ortaya çıkan bilimsel bulgular, hiçbir tereddüte yer bırakmayacak kadar kesin artık: Derhal, çok radikal tedbirler alınmaması halinde, üzerinde hayatın geliştiği bu gezegenden başka bir gezegen çıkacak ortaya. Kyoto Protokolü'nde ise, zaten o zamanki ihtiyaca göre bile son derece düşük indirimler üzerinde "anlaşmaya varılmış" tı. 1990 yılı taban alınıyordu ve bu tabana göre, % 5-7 gibi, bugün artık bilimsel kriterlere göre "gülünç" sayılabilecek salım kısıntıları öngören Protokol'ün imzalanmasından yıllar sonra, yürürlüğe girdiği tarihteki bilimsel kriterler dahi şimdi aşılmış durumda. Protokolde öngörülen kısıtlama hedefleri arkaik kalıyor. Uçuşlardan meydana gelen ve hızla artan salımlar gibi çok önemli unsurlar zaten konu dışı... Dolayısıyla, Kyoto gibi bir antlaşmanın artık "kıymet-i harbiyesi" kalmamıştır dersek yanlış olmaz. Türkiye'nin uzun bir gecikmeden sonra nihayet Kyoto Protokolü'ne taraf olması elbette önemli ve pozitif bir gelişmedir, ama bunun önemini hiçbir şekilde abartmamak, hızla ötesine geçmek için karar alıcıları sıkıştırmalıyız.

 

Bilimsel bilgiler ve bunlara yaslanarak alınacak siyasal kararlar hiçbir şekilde birbirinden ayrılamaz. Karbon kısıtlaması ve karbon ticareti gibi mekanizmalar, bu şartlar altında küresel ısınma için bir çözüm değil, bir tehdit olarak nitelendirilebilir. Öncelikle kömür yakmaya son verilmesi, karbon vergisi konması ve yüzde yüz temettü dağıtılması, yenilenebilir enerji kaynaklarına büyük yatırımlarlar yapılması gibi radikal önlemler alınmazsa, dünyayı çok karanlık bir geleceğin beklediği açık.[4] Bu tehlikelerin neler olduğu konusunda çok ayrıntılı bilimsel raporlar yayımlandığı için burada bunların fazla ayrıntısına girmek gerekli olmayabilir.[5] Ama, şunu açıkça belirtmekte yarar var ki, jeolojik bir âcil durumla karşı karşıyayız. Sera gazları salımının güvenilir sınırını aşmış durumdayız. Herşey çöküşe geçiyor. Kutuplarda buzlar eriyor, sürekli donmuş toprak tabakası (permafrost) çözülüyor ve atmosfere metan gazı yayılıyor, dağlardaki buzlar eriyor, kuraklık dalgaları yayılıyor. Önümüzdeki birkaç yıl içinde kendimize yeni bir yol çizmezsek, herşey kontrolden çıkacak ve geri dönebilmek imkânsız hale gelecek. Hansen'ın dediği gibi, yeni "hedefler" koymak, yarım yamalak önlemler almak, özel çıkarların amaçları doğrultusunda uzlaşmalar, karbon ticareti planları yapmak, "yeşil badana" ile kendimizi aldatmak için çok geç oldu artık. Jeofiziğin sınırları belli. Fizik dünya ile pazarlık yapamayız.[6]

 

Başta Obama olmak üzere, dünyanın bütün ülkelerinin siyasi karar alıcılarının bu doğrultuda hızla harekete geçmeleri, yıl sonunda Kopenhag'da yapılacak büyük iklim zirvesinde bilimin gösterdikleri ışığında en radikal uluslararası sözleşmeyi yapıp yürürlüğe koymaları için, dünyanın dört bir yanındaki vatandaşlarla birlikte elimizden geleni ardımıza koymamalıyız. Demokratik sürece katılıp bu sürecin işletilmesini sağlamak, hükümetlerin bir an önce harekete geçmesini sağlamak zorundayız...

 

 

 

 

 

 

[1] James Hansen, Makiko Sato, Pushker Kharecha, David Beerling,Valerie Masson-Delmotte, Mark Pagani, Maureen Raymo, Dana L. Royer, James C. Zachos, Target CO2: Where Should Humanity Aim?", bkz: http://www.columbia.edu/~jeh1/2008/TargetCO2_20080407.pdf

 

[3]  Hansen et al,

http://www.columbia.edu/~jeh1/2008/TargetCO2_20080407.pdf 

 

[4] James Hansen, "Tell Barack Obama The Truth – The Whole Truth" http://www.columbia.edu/~jeh1/mailings/20081121_Obama.pdf

 

[5] Örneğin, IPCC'nin son değerlendirme raporuna bkz.: http://www.ipcc.ch/ipccreports/index.htm