Küreselleşmenin Evreleri ve Farklı Varoluş Biçimleri

-
Aa
+
a
a
a

 

 

Frankfurt Okulu’nun dışında yeni bir eleştirel teori geliştirmeye çalışan Peter Sloterdijk, genelde ekonomik bir olgu olarak anlaşılan, ama aslında çok boyutlu bir konu olan küreselleşmenin felsefi çözümlemesini yapıyor. Öncelikle, küreselleşmeyi üç büyük evreye ayırıyor. Bunlardan ilki, antik çağda başlayan kozmik küreselleşme.

 

Helenistik çağın felsefecileri evreni büyük, kusursuz bir yuvarlak olarak düşünmüş ve adını “kozmos” koymuşlardı. Geometrik bir biçim olarak yuvarlağı idealleştiriyor, dünyayı yüce geometrik bir biçim olarak algılıyorlardı. Antik çağ insanı bu algı dolayısıyla her şeyi içeren bir gökkubbenin altında kendini güvencede hissediyordu.

 

Sloterdijk’ın Rönesans ile noktalanan bu dönemi “ontolojik-morfolojik küreselleşme” olarak adlandırmasının nedeni de budur. (Peter Sloterdijk, Kapitalist Dünyanın İç-Evreninde: Küreselleşmenin Felsefi Bir Kuramı, çev. İ.Aka, Kırmızı Yayınları, 2008 )

 

Rönesans’la  başlayan ve 1492–1945 yıllarını kapsayan ikinci evreye  ise “karasal küreselleşme” adını veriyor. Tarihçi Jacob Burckhardt, Rönesans’ın belirleyici özelliğinin   “ dünyanın ve insanın keşfi” olduğunu belirtir. Gerçekten bu dönemde Avrupa insanı hem içinde yaşadığı dünyayı, hem de kendini tanıma imkânı buldu. Denizciler, kâşifler, tacirler, misyonerler okyanusları aştılar, deniz yoluyla dünyayı çepeçevre dolaştılar. 

 

Yerkürenin şekline dair metafizik spekülasyonların yerini deneye dayalı gözlemler aldı. Yerkürenin haritası çıkarıldı. Dünyayı tanıdıkça ideal yuvarlak algısı değişti, korunaklı gökkubbe öğretisi aşıldı.

 

Sloterdijk’ın da belirttiği üzere, insan bu yeniçağda göğe baktığında artık huşu içinde kalmıyordu; çünkü kendini gökkubbenin altında önemsiz küçük bir nokta olarak görmüyordu. Dünyanın kusursuz bir biçime sahip olmadığı anlaşılmıştı. İnsan mükemmel olmayan bir yerde yaşadığını anlamış ve bunu kabullenmişti.

 

Fakat, bu evre aynı zamanda Batı açısından dünyayı ele geçirme, sömürgecilik ve yayılmacılık, Sloterdijk’ın deyişiyle, “tehditkâr Avrupamerkezcilik” çağıdır. Söz konusu evrede Avrupa’nın da toplumsal yapısı değişti. Yeni sınıflar, toplumsal tabakalar ortaya çıktı. Feodal düzen çözüldü. Ticaretin gelişmesiyle kentler büyüdü, kalabalıklaştı. Burjuvazi ticaret hayatında yükseldi, para biriktirdi. Bilhassa 1600–1800 yılları arasında, iki yüzyıl boyunca eski soylular ile yeni zenginler arasında çatışmalar yaşandı. Kuşkusuz bir de sosyal katmanlaşmanın en altındaki yoksullar, mülksüzler, sefalet içinde yaşayan kesimler vardı.

 

Bu dönemin ekonomik sonucu “dünya sistemi”nin siyasal sonucu ise Batının hâkimiyetinin kurulmasıdır. Sloterdijk’ın “karasal küreselleşme” olarak adlandırdığı bu ikinci evre kapanmış bir tarihsel dönem sayılıyor, oysa bizler bugün bu dönemin birçok olumsuz etkisiyle baş etmeye çalışıyoruz. Örneğin yerküreyi tehdit eden küresel ısınma bu dönemde başlayan yoğun fosil yakıt kullanmanın bir sonucu. Sanayi devriminde büyük rol oynayan makineler fosil enerjiyle çalışabiliyorlardı. Sloterdijk’ın da dikkat çektiği üzere, kürselleşmenin ikinci evresinde “fosil enerjik bir sistem”  ortaya çıktı. (s. 350-54)

 

1945’den başlayan ve günümüze uzanan üçüncü evrenin uzun bir bölümü Batı açısından askeri kilitlenmişliğin damgasını vurduğu soğuk savaş dönemidir. Aynı zamanda “elektronik küreselleşme” dönemidir; çünkü gerçekten özellikle 70’lerden itibaren uydu sistemlerinin, elektronik ağların yerküreye yayılmasıyla kesişme noktalarından, düğümlerden oluşan, Manuel Castells’in kavramlaştırmasıyla, “ağ” (network) toplumu” doğmuş, endüstriyel kapitalizmden enformasyonel kapitalizme geçilmiştir.

 

Yüksek hız elektronik küreselleşmenin belirleyici özelliği. Hız dünyamıza, varoluşumuza damgasını vuruyor. Zaman sanki her şeyi kapsayan, her şeyi içine alan ağ sayesinde daha hızlı akıyor. Mal ve enformasyon trafiğinde akıl almaz bir akışkanlık ve yoğunluk yaşanıyor. Dakikada on milyonlarca elektronik posta gönderiliyor. Enformasyon sanal ortamda sınır tanımaksızın yayılıyor,   zahmetsizce depolanıyor. Uzaktan iletişim bir bakıma varoluş tarzımızı oluşturuyor. Teknolojik gelişme hızı, iletişim hızı,    paranın dolaşım hızı… Alain Badiou’nun da çok haklı olarak yakındığı üzere, bu olağanüstü hız çağında durup düşünecek zaman bulamıyoruz. (Badiou bu  açıdan  felsefenin   bir yavaşlatma işlemi önermesini, düşünceye bir zaman  inşa etmesi  gerektiğini  belirtir.)  Söz konusu iletişim ve enformasyon tarzlarının kapsayıcı olduğu ve demokratikleşme sağladığı savlarına kuşkuyla yaklaşmak için nedenlerimiz de var. Öncelikle, bu hızdan çokuluslu şirketler yararlanabiliyorlar; yoksul ülkelerde yaşayan insanlar ise söz konusu teknolojilere ulaşamıyorlar. Üstelik yüksek hız ve akış bizlere anlamın derinliğe inme imkânı tanımıyor.

 

Elimizde kalan yalnızca bir parça anlam, çoğu kez o kadarı bile yok. Her şey “compact” hale getirilebiliyor, kapsülleştiriliyor. Kısaltılıyor, küçültülüyor, sıkıştırılıyor ve diyelim, derinliksiz bir biçimde ortalama okur için tek bir kitabın içine sığdırılabiliyor. Örneğin, Mevlana’nın düşünceleri, bir inanç ve değerler dünyası pembe (kapağından dolayı değil, içeriğinden dolayı pembe ) bir romanın içine sığdırılabiliyor. Daha da önemlisi, yazı  insanlar arasında iletişim ve bağ kurmadaki etkisini giderek yitiriyor.

 

Ağ toplumunun oluşumunu eleştirel bir yaklaşımla ele alabilmek, olumlu ve  olumsuz etkileriyle kavrayabilmek için küreselleşmenin ikinci evresinin (karasal küreselleşmenin) önemli özelliklerinden biri olan yazı kültürünün yaygınlaşmasına, okur öznenin doğuşuna ve günümüzde giderek eksilişine değinmek istiyorum.

 

Yazı devletin bürokratik örgütlenmesinde büyük rol oynadı. Bunun yanısıra, ulus-devletin birliğini kuvvetlendirmede ve birliği güvence altına almada, yurttaşlar topluluğu yaratmada ve bu topluluğu devlete bağlamada etkili oldu. Modern devletin yönetim teknikleri büyük ölçüde okuryazarlığa bağlı olarak işledi. Aynı tarihin, aynı geçmişin ve geleneğin,  geçmişe dair aynı hissiyatın taşıyıcıları olarak yurttaşlar topluluğu yaratabilmek, açısından bu topluluğun devletin dilini anlayabilmesi bakımından okur yazarlık gerekliydi. Ulus-devletler ideolojicilerini yerleştirebilmek, ulusal değerleri paylaşan yurttaşlar topluluğu yaratabilmek için okuma-yazma seferberlikleri başlattılar.Klasik metinler   “ zorunlu okuma”  kabul edildi, ama  bu  süreç içinde söz  konusu metinler ulusallaştı da. Sloterdijk’ın da vurguladığı üzere, 1789’dan itibaren “ulusal hümanizma çağı” yaşandı. ( P.Sloterdijk, İnsanat Bahçesi İçin Kurallar, çev.M.Tüzel, Everest Yayınları, 2001, s.9)

 

Ancak vurgulanması gereken bir şey var: Devlete bağlı (devlet öznesi) okuryazar yurttaş ile okur özne aynı kişi değildir. Avrupa’da özellikle de matbaanın bulunuşundan sonra ivme kazanarak gelişen yazılı kültür içinde doğan okur özne dünyayı öncelikle okuyarak tanıdı. Okuyarak sınırları aştı. Tahayyül ve eleştiri gücünü geliştirdi. Kitap  onda merak  uyandırdı, başka  kültürlere açıldı. Dünyaya dair bilgisi derinleştikçe öteye geçmek ve orada olmak, görmek istedi. Yabancı coğrafyalara turist gözüyle bakmadı. Hem okuyarak hem de yaşayarak öğrendi. Okumanın ve yaşamanın karşıtlık oluşturmadığını kanıtladı. Belki de en önemlisi, okur özne kitaba bağlanıyordu. Okurunu kitaba bağlayan kitaplar, yazarlar vardı bir zamanlar. Goethe ve Genç Werther’i Lord Byron, Baudelaire bu bağlamda hemen akla gelen örnekler. Ne okuru kitaba bağlayan yazarlar kaldı,  ne de  kitaba bağlanan okurlar.

 

Bu yazı ilk olarak Taraf gazetesinde yayımlanmıştır.