Kopenhag İktisadi Kriterleri

Ekonomi Notları
-
Aa
+
a
a
a

Ekonomi Notları – 109

 

Ömer Madra:  Bütün bu kargaşa ortamında, uğultular arasında Türkiye ekonomisine bir genel bakış atalım, neler var, ne gibi riskler bekliyor? Kamu borç dengesi gibi meselelere biraz soğukkanlı bir yaklaşımla bakalım mı?

 

Hasan Ersel: Bir benzetme yapacağım. Türkiye AB’yi ciddiye aldığını ifade ettiği zaman kalkınma yolunu seçmiş oldu, küresel ekonomi ile eklemleşme yolunu seçmiş oldu, yani “biz bundan sonra bu yoldan gideceğiz” dedi. Bir yolu seçince, o yola ilişkin kurallara ve oradaki trafik akımına uygun hareket etmek gerekir. Bu da şehirlerarası hızlı yollara benzer; canınız istediği zaman ara yola çıkamazsınız, yolu değiştirmek için geriye gidemezsiniz. Canının istediği hızda da gidemezsin.

 

Bütün bunları iktisada taşırsak, şehirler arası yol “kalkınma yolu”, trafik akım hızı ise rekabet. Orada bir rekabet vardır, bir akış hızı vardır, siz ya ona ayak uydurursunuz ya da “yolun kenarına çekil” derler. Türkiye, “bu yolu seçtim” dediği zaman ikisini de söylemiş oluyor, yani “biz bu yolda devam edeceğiz”, ikincisi de “kendimizi bu yolun koşullarına, kurallarına, hızına uyarlayacağız” demiş oluyor. Yani “rekabetçi ortama kendimizi uyduracağız, oradaki arabalar kadar hızlı gideceğiz.”

 

Bunun da belgesi Kopenhag iktisadi kriterleri...Biz daha oraya gelemedik, siyasi kriterlerde kaldık, ama sonuçta bunlar var. Bunlar da öyle dehşetengiz şeyler değil, hemen akla gelebilecek şeyler, rekabetçi bir ortamda  yaşamanın koşullarının sağlanması, kurumların oluşturulması; yani ekonominin rekabetçi AB pazarında yaşayabilir duruma gelmesi. Bunun iktisadi detayları çok, fakat fikir berrak. İki madde içinde çok açık bir biçimde de ifade edilmiştir. Bir tanesi rekabetçi ekonominin ön koşullarını sağlamak, ikincisi de bu çizgide  derinleşmek şeklindedir. Her aday ülke ile bu konuları tartışır.

 

Zaten müzakere dediğimiz nedir ki? Ortada müzakere edilecek bir şey yok. Avrupa’nın ne olduğu belli, oraya giriyorsun. Müzakere denilen, bu iktisadi kriterleri sağlarken akıllıca hareket etmek, tökezlememek, ekonominin uyarlama  sürecini kısaltmak, uyarlamanın toplumsal maliyetini düşürmek için uygun yol aramak. Sorun bu.

 

O zaman da biz neredeyiz ve ne yapıyoruz? Buna bakmak lazım. Türkiye’nin 1999’dan beri uygulamakta olduğu iktisat programının hedefi de özünde, budur. Bu programın nihai amacı ekonomide istikrar sağlamak değildir; bu bir “ara amaçtır”. Ekonomide istikrar sağlanacak ki, ekonominin yapısı bu rekabetçi dünyaya dönüştürülsün. İkincisi, bu programın nihai amacı kamu kesiminin yeniden yapılandırılması değildir; bu yine bir ara amaçtır. Kamu kesimi yeniden yapılandırılacak, çalışma biçimi değişecek ki, özel kesim rekabetçi bir dünyaya geçmenin sinyallerini kuvvetli bir şekilde alsın, kendini uyarlasın. Bunların altını çizmek lazım, çünkü bazen karışıyor. Sırf reform yapmak için reform yapıyormuşuz gibi bir halimiz var.

 

Tabii bunları yapmanın bir maliyeti var, can sıkıcı boyutları var, bunlar doğal. Dolayısıyla Türkiye’nin 1999’da benimsediği iktisat programı (ki kökleri 1980’lere gider), özünde Avrupa’nın Kopenhag iktisadi kriterlerine uyuyor. O yüzden biz programımıza, yani kendi yaptığımız programa bakarak –gerçi “onu da biz yapmadık, IMF yaptı” diyenler de çıkacağı için ona ne diyeceğimi bilemiyorum ama, hiç olmazsa benimsediğimize göre bizim diyebilirim- nerede olduğumuzu görelim.

 

Gördüğümüz en önemli şey şu; yılın ilk 6 ayında ekonomi çok hızlı büyüdü, o kadar hızlı büyüdü ki GSYİH’nin büyüme oranı ilk 6 ayda %12 civarında, 11.9. Burada sanayide ciddi büyüme var, sanayi %12.7 büyüdü, hatta imalat sanayine bakarsak orada da %14’e yakın, 13.9 büyüme var. Tarımımızda bir durgunluk devam ediyor yılın bütünü alınırsa, ikinci çeyrekte pozitiftir ama durgunluk devam ediyor. Ticari faaliyetlerde de %17.8 gibi hızlı bir büyüme var. Dolayısıyla ekonomimize sektörler itibariyle baktığımızda, kompozisyonu böyle olan bir büyüme görüyoruz. Peki bu büyüyen üretimi nasıl kullanmışız? Tüketmiş miyiz, yatırmış mıyız, ne yapmışız? Görüyoruz ki tüketim harcamaları hızla artmış, %13.2, ama özel yatırımlar çok hızla artmış %65, kamu harcamaları ise reel olarak düşmüş, %-5.4 Burada ne görüyoruz? Kamuda harcama kontrolü devam ediyor, bu önemli bir şey, kolay bir şey de değil, hükümetin lehine bir durum söz konusu; kamu harcamalarını kontrolünü, aşağı yukarı üç yıl arka arkaya, sürdürebilmek zor iş. Hükümetin lehine bir durum bu.

 

Özel yatırımlardaki canlanma olumlu, %65 insanı şaşırtabilir. İki nedenle, bir tanesi özel yatırımlar çok oynak değişkenlerdir, yani ortam iyi olunca birdenbire artar, ortam kötü olunca birdenbire düşer. Bir de geçen senenin bazı çok düşüktü. Fakat buradan bir başka sonuç çıkıyor; baktığımızda toplam iç talep, yani özel tüketim, özel yatırımlar ve kamu harcamaları %20.1 artmış. Ekonominin %13.5 büyüdüğünü hatırlatayım.

 

ÖM: Toplam iç talep ondan çok daha fazla artmış.

 

HE: Evet, dolayısıyla büyümemiz iç taleple ilgili. Bir ülke iki türlü büyüyebilir; dışarıya çok mal satar, dış piyasalarda başarılı olur, o yüzden büyür, bir de içeriye mal satarak büyür. Bizdeki ikincisi. “Bunun ne sakıncası var?” diyebilirsiniz. Sakıncası şu; içeriye mal satıyorsunuz ama endüstriniz ithalata dayalı, ithal maddeler kullanan bir endüstri, bu yüzden ithalatınız artıyor, cari dengeniz bozuluyor. Peki “bunda ne sakınca var? diyebilirsiniz yine. Bunun finanse edilmesi sorunu var, finanse edenler, yani size borç verenler “bu devam edebilir mi, edemez mi?” diyerek kaygıya düşerse bir süre sonra sorun çıkıyor...Geçmişimizde böyle olaylar oldu. Sorun çıkar mı, mutlaka mı çıkar? Hayır, öyle bir şey söylemiyorum ama dikkat edilmesi gereken bir konu.

 

Peki söz konusu kaynak nedir? Türkiye’de mali sermayeye -yani doğrudan yatırımlar değil; yabancılar gelmiş fabrika kurmuş, o ayrı- baktığımızda eldeki rakamlar galiba şöyle bir şey gösteriyor: yerleşik olmayanların 3 milyar Dolar civarında mevduatı var, 18 milyar dolar civarında da Türkiye kaynaklı menkul kıymet hesabı var; toplam 21 milyar Dolar ediyor. İşler terse gidince hem yeni kaynak bulmak zorlaşıyor, hem de gelmiş olanların hiç olmazsa bir kısmı çekiliyor. Çekilince de piyasalarda ani etki yaratıyor, kurlar oynuyor, faizler oynuyor vs. ve ekonominin işleyiş mekanizmasını sarsıyor.

 

İç talebe dayalı büyümenin yaratabileceği sorun bu. Mutlaka bu sorunu yaratır mı? Hayır, tabii siz ek şok verirseniz yaratır. Aslında yeterince güçlü ek şok verirseniz normal durumda da kriz yaratabilirsiniz.

 

Bu bir şeyi gösteriyor: iç taleple ilgili önlem alınmalı. Bundan kastım iç talebi takip etmek. Diyelim ki iç talepte bir defalık sıçrama oldu, devam etmeyecek gibi görünüyor, o zaman önlem alıyorum diye ortalığı karıştırmanın alemi yok. Galiba hükümete, iktisat politikası yapımcılarına yakın olanlar öyle düşünüyor: Bu bir defalık artıştır, 2-3 yıldır tüketim frenlenmişti. Örneğin otomobilde böyledir, adam araba aldıysa ertesi gün bir daha araba almaz. Bu aşırı iç talep artışı geçer. Bu paniğe kapılmanın alemi yok. Çünkü “tüketimin filan kalemini etkileyen tedbir alalım da falan kalemini etkilemesin, hele yatırıma hiç dokunmasın” diye tedbir almak zordur. Yatırımları kısmak da tabii herkese ters geliyor, öyle bir durum var.

 

Enflasyon da biliyorsunuz iyi gidiyor, burada fazla söyleyecek bir şey yok. Bir nokta hariç. Dikkat ederseniz Merkez Bankası açıklamalarında şöyle bir şey diyor; “enflasyon iyi gidiyor, aşağıda, ama hâlâ direnen fiyatlar var”. Tabii fiyatlar, “bu programı beğenmiyoruz” diye direnmez.

 

ÖM: Fiyat direnmesi ne demek?

 

HE: Kendini genelde görünen fiyat artış hızına ayarlayamayan sektörler var demek. Yani birisi %5 zam yaparak yaşayabiliyorken öbürü yapamıyor, %7-8 yapmaya mecbur. Merkez Bankası bunu detaylı veriyor. Ben de başka bir kaynağa baktım, “milli gelir zımni deflatörü” diye bir şey vardır, cari fiyatlarla milli geliri, sabit fiyatlarla milli gelire bölerseniz bir fiyat endeksi çıkar, ona “milli gelir zımni deflatörü” denir. Bunu sektörler itibariyle de çıkarmak mümkün, ona baktım sektörlerde bir farklılık var mı diye. Kaba bir izlenim vermek için bu rakamları vereyim: 2004’ün ilk yarısında bizim GSYIH’dan hesaplanan zımni deflatör %7.1 artmış gözüküyor. Karşılaştırmak için söyleyeyim, Toptan Eşya Fiyat Endeksi de aynı dönemde %8 artmış, yani çok yakın bu rakamlar. Fakat tarıma baktığınız zaman zımni deflatör %29.4, konut sahipliği %21.7, devlet hizmetleri %16.7, inşaat %12.3 artmış. Gördüğünüz gibi bazı kesimlerde çok yüksek fiyat artışları var. Buna karşılık sanayide %7.8, ulaştırma-haberleşmede %6.4, ticarette %5.4 olmuş. Yani bazı sektörlerde bu zımni deflatör çok düşük gösterirken diğerlerinde göstermemiş. Dediğim gibi bu sadece kaba bir hesaplama, iyi bir gösterge de değil. Toptan eşya fiyat endeksinin alt kalemlerini Merkez Bankası etraflı bir şekilde inceliyor, raporlarında da gösteriyor “bakın buralarda istenilen uyum daha sağlanamıyor” diyor.

 

Bu ne demek? Enflasyonla mücadele bitmiş değil, bu sektörlerin de kendilerini uyarlamasını sağlayacak bir biçimde sürdürülmesi gerekiyor. Yani enflasyonu düşürme gayretleri iyi bir yolda gidiyor ama önümüzde daha yapılacak şeyler var. Bunları yapmak  kolay da değil.

 

ÖM: Sonuç olarak bize nasıl bir ufuk görüntüsü veriyor?

 

HE: Türkiye’nin en az şimdiki gibi, ama bana sorarsanız çok daha ciddi, bir programla yola devam etmesi gerekiyor. Bazı sıkışıklıklar başladı. Örneğin Türkiye’nin kamu kesiminde GSYIH’in %6.5 oranında faiz dışı fazla yaratması gerekiyor. Yaratmadığımız takdirde borcun milli gelir içindeki payı yükseliyor, bu yükseldiği zaman da borcun sürdürülebilirliği tartışmaları başlıyor, mali piyasalarda sorun çıkıyor. Bu çok önemli. Öte yandan %6.5’lık fazlayı yarattığınız zaman bütçeye dönüp baktığınızda bütçede pek oynayacak bir şey yok; yılın ilk 6 ayında zaten bütçe harcamalarının %45’inden fazlası faiz harcaması, o zaman da kamu hizmetlerinin görülmesinde sorunlar çıkıyor. Demek ki borç konusunun, borcu düşürmek, borcun maliyetini düşürmek konusunun çok ciddiye alınması lâzım. Şimdi 2-3 gündür yaşadığımız gibi şoklar hoş değil. Unutmayalım, bu tür olayların kalıcı etkileri de olabilir. Olumsuz algılanan her şok sonuçta finansman maliyetlerini arttırır. Çünkü risk artmıştır. Bu çok daha ince politika götürülmesini gerektirir.  Öbür taraftan da yapının bazı noktaları üzerinde daha iyi çalışmamız lazım, mesela acaba ihracatımız bizim ihracat yaptığımız ülkelerin talebindeki değişmeyi izleyebiliyor mu? İzleyemiyorsa neden? Sanayimiz mi beceremiyor? Bilgi eksikliği mi var, yeterli bilgi alamıyor muyuz? Bunlar atla deve değil, belki de çok küçük düzenlemeler gerekiyor.

 

Halen sanayicilerimizle konuştuğunuz zaman, bir çok idari kararın öyle günlerce değil, aylarca sürüncemede kaldığı şikâyetleri var. Dikkatiniz çekerim “hayır” denmesinden söz etmiyorum...

 

ÖM: Pratik engeller yani?

 

HE: Evet. Bir sebeple sanayicileri dinledim başvurularına cevap alamamaktan şikâyet ediyorlar. Bu tür olayların düzelmesi lazım. Ondan sonra da istihdam meselesi gibi çok ciddi sorunlarımız var, o istihdam meselesi de çocukça önlemlerle olmaz, yani “her firma bir kişi daha alsın” gibi... Yani “açık işsizi gizli işsize çevirelim”, firmanın da iç düzenini bozarak. Böyle çözülmez, bunlar daha ciddi istihdam politikaları ile filan çözülür. Bence işimiz önümüzdeki dönemde, teknik anlamda daha zor. Sorunlar var gündemimizde, onun için bu hızlı yolda gitme örneğini verdim, o hızda gitmeyi bilmemiz lazım.

 

(23 Eylül 2004 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)