Kewa Babo ya da Diyarbakır Cezaevi

-
Aa
+
a
a
a

Taraf

26 Ekim 2008

Yaşamımızı kuşatan şiddetin kökenlerine indikçe, karşıma Diyarbakır Cezaevi çıkar. O cehennemde babam ve öteki Kürtlere yapılan barbarlıkları düşündükçe de, aklıma hep babamın kekliği gelir.

Evimize nereden, nasıl gelmişti, kim getirmişti, hatırlamıyorum. Çocuk kalbimizle, yerinden, yurdundan koparılışına üzülmüştük. Çok geçmeden, kavminin o meşhur ürkekliğinden eser kalmamış, ailemizin bir ferdi olmuştu. Annemle babamın altıncı çocuğu gibiydi.

Kekliği, babamın kucağından inmezdi. Onun elinden yer, onun elinden içerdi. Babamın dizinde dinlenirdi. Sevgisi için yarışan biz çocukları, babamla kekliğinin muhabbetini kıskanmazdık desem yalan olur. O da babama inanılmaz sadıktı. Babam evde yokken, onun sobanın arkasında kurulu minderinden kalkmazdı. Kimseyi oraya oturtmazdı. Gagası ile oturanı pişman ederdi.

Cismi küçücük, varlığı bir o kadar baskındı. Belki ondandır, ad koymaya gerek duymadık. "Kewa Babo," yani "Babanın Kekliği" dedik sadece.

Derken, bir gece babamı bizden ve kekliğinden koparıp oraya, "Beş No'lu"ya götürdüler. Rahmetli Felat (Cemiloğlu) Amca gibi arkadaşlarının anlatımları yetti Diyarbakır cezaevinin nasıl bir cehennem olduğunu anlamamıza. Bir de tek kelime Türkçe bilmeyen ancak gözyaşları ile babamla konuşabilen babaannemle ağabeyimin gördükleri o yer... Bu ülkenin geleceğini rehin alan zebaniler evi... Oradan sağ çıkabilmiş, gözlerinden bildiğimiz babamızın bakışları da yetti yaşadıklarını anlamamıza... Ama babamla biz Diyarbakır suskunluğumuzu bozmadık. Bugüne kadar ne biz sorabildik canım babama orada ne yaptıklarını, ne de o bize anlatabildi.

Kekliği, bizimle birlikte babamı bekledi. Günlerce onun minderinden kalkmadı. Yemeden-içmeden kesildi. Her kapı çalınışında bizim gibi umutla kapıya yöneldi. Babamı görmeyince, gerisin geri yerine döndü. Sonra umudunu kaybetti. Babamın dönmeyeceğini anladı herhalde. Ortadan kayboldu. Onu herkes tanır bilirdi, dışarı çıkar, gezip geri dönerdi eve; kayboldu mu herkes arar, bulan eve getirirdi. Gidişi o kadar ağır geldi ki bize, neredeyse babamın acısını unutup, yadigârının peşine düştük. Günlerce aradık. Birkaç gün sonra gardıropta bulduk küskün kekliği. Getirdik babamın minderine oturttuk.

Kekliği babamı tanıyordu. Kimseyi öldürmemişti, kimseyi öldüremezdi babam.  Karıncayı incitmez, kekliği sever babam. O, kekliklerin ürkmediği, herkesin kendi adıyla, kendi rengiyle güven ve huzur içinde yaşayacağı bir dünyanın peşindeki düş/düşün adamı oldu hep. Kekliği biliyordu.

 

Yemeden-içmeden kesilen "Kewa Babo" ikinci kez kaybolduğunda, komşuların çocukları bir kedinin pençesinden kurtarıp getirdiler. Yaralıydı. Fazla yaşamadı. Babamın kekliği, babamın kolu-kanadı kırık çocuklarının acısına acı katıp gitti.

Aradan yıllar geçti. Babam zindandan –kâbuslarıyla- aramıza geri döndü. Ama eve hiç hayvan alınmadı. Ta ki, kız kardeşim Ronak bir gün o şeker parçasıyla çıkıp gelinceye dek.

Adı Linda'ydı... Kapı çalındığında heyecanla gelenleri karşılar, keyifle içeri buyur ederdi. Tek arzusu insanların arasında, sevildiği bir yerde olmaktı Linda'nın. Şirinliği ve cana yakınlığıyla Hakkâri cehenneminde içimizi ferahlatıyordu. Hepimiz onu çok sevdik. Onu görünce şiddetle kuşatılmış dünya dışarıda kalırdı sanki. Akşam eve geldiğimizde ilk sorduğumuz Linda'nın o gün yaptıklarıydı. Ronak arada onu alıp Ankara'ya götürdüğünde, telefonla bize verdiği Linda günceleri, ailenin eğlencesiydi.

Bizi terk edip giden kekliğimizin tersine, Linda'yı biz gönderdik. Karar, uykumuzun canhıraş inlemelerle bölündüğü bir geceyarısı verildi. Çıkıp baktığımızda, bahçenin karanlık bir köşesine sığınıp acı içinde kıvranan bir köpekle karşılaştık. Ayağı kırılmıştı, ağrıdan yere basamıyordu. Yara bere içindeydi. İnsanı insanlığından utandırırcasına ağlayıp inliyordu. Korkmaktan ve kaçmaktan yorulmuştu.

Üzerimize yığılıverdi. Kırık ayağını ilaçlayıp bağladık, önüne su ve yiyecek koyduk. İnsanlara güveni kalmamıştı. Gözü birimize iliştiğinde kaçmaya yelteniyordu. Ertesi sabah yerinde yoktu. Çocukların bağırışları ile aşağıya indiğimizde şok olduk: Yaralı köpek kaçmaya çalışıyor, bir grup çocuk onu kovalıyor, taşlıyordu. Acımasızca acı çektiriyorlardı.

O gün o zavallı köpeği kurtardık ama, onun başına gelenlerin bir gün bizim Linda'nın başına gelmesi ihtimalini göze alamadık. O yüzden, o şeker parçası siyah kızı, yüreğimiz yaralı (en çok da Ronak'ın), Ankara'ya sürgüne yolladık. Özlüyoruz. "Acaba doğru olanı mı yaptık?" diye soruyoruz. Ama geçenlerde komşumuz İsmail'in küçücük tavşanının başına gelenleri görünce, o karardan daha az pişmanlık duydum.

Tavşan evden kaçmış, bir arabanın altına saklanmıştı. Mahallenin çocukları başına üşüşmüştü. Çocukların birinin elinde şiş, birininkinde sopa vardı. Ötekiler taşlıydı. Küçücük çocuklar, şişlerle, sopalarla çaresiz, yaralı hayvana vurup duruyorlardı. Şişle, sopayla dürtüyor, taşlıyorlardı. Sanki tavşancığın açığa çıkıp onlara, canını nasıl, ne kadar acıttıklarını göstermesi için gayret ediyorlardı.

Ben koşunca onlar kaçıştı, acı içinde kıvranan tavşan da sonra ortadan kayboldu. İsmail'le hayvancağızı ararken –o hâlâ arıyor- ağlıyordum. Beni en çok yaralayan, çocukların ona acı verirken eğlenmesi, zevk almasıydı. Karşıdaki subayevlerini bekleyen nöbetçi askerlerin bakışları altında, tavşancık sanki linç ediliyordu.

İnsanların linç edildiği günlerde hayvanların linç edilmesinden söz etmek abesle iştigal gibi gelebilir. Ama bu gidiş, linç etmeye meyilli yeni kuşaklar doğuracak. Ne Hakkâri'deki keklikler, ne Ankara'daki Lindalar, ne de bu ülkenin herhangi bir yerinde biz, huzur bulacağız. Hayvanlara acımayan, insanlara acır mı?..

İşte o yüzden, bence bu savaşın en büyük zayiatı çocuklarımızın masumiyeti. Diyarbakır Cezaevi'ndeki zebanilerinin ruhu, hesap sormaya sormaya, sağırlık ve suskunlukla karşılanan şiddet dolu otuz yıldan sonra, topluma yayılmış, en değerli varlığımız yavrularımızın ruhunu teslim almış sanki. Mayaları şiddetle yoğrulan, bunca şiddeti soluyup büyüyen çocuklarımızın merhametten mahrum büyümesinden, onlardan başka herkes suçlu.

Yaşamımızı kuşatan şiddetin kökenlerine indikçe, karşıma Diyarbakır Cezaevi çıkar. O cehennemde babam ve öteki Kürtlere yapılan barbarlıkları düşündükçe de, aklıma hep babamın kekliği gelir. O zaman da, kedinin pençesinden kekliği kurtaran bizim mahallenin çocuklarını daha bir özlerim.