Katrina'dan Sonra

Ekonomi Notları
-
Aa
+
a
a
a

Ömer Madra: Bugün konuşacağımız konu, Katrina Kasırgası'nı yankıları ve çok zamandır konuştuğumuz Türkiye'de devletin rolü, yerel yönetim, merkezi yönetim ilişkileri.

 

Hasan Ersel: Her şeyden önce çok büyük geçmiş olsun demek lazım, Elden başka bir şey gelmiyor. Bir küçük örnek üzerine kuracağım anlatmak istediklerimi. Hafta sonu tatile gideyim mi gitmeyeyim mi diye bakıyorum. Geçmiş dönemlerdeki yağmur istatistikleri var, yağmurlu geçen günler, vs. %30 yağışlı geçmiş. Diyorum ki yağış olasılığı %30 olduğuna göre gidip, açık havada çadır kurabilir ve hafta sonumu böylece geçirebilirim. (%70 olasılıkla yağış yok diye düşünmüş oluyorum) Kalkıyorum gidiyorum, yağmur yağıyor. Benim tatil iyi olmuyor, keyif almıyorum, bir miktar ıslanıyorum, ayakkabılarım çamurlanıyor. Ama büyük bir facia yok. Diyelim ki o gideceğim, çadır kuracağım yere daha önceden bir para yatırmıştım. % 30 olasılıkla yağacak diye bu parayı yakmak istemiyorum. Hava olursa iyi, olmazsa ne yapalım, gidiş geliş eğleniriz diye idare ediyorum.

 

Ama bir de başka bir durum düşünelim. Olağandışı hava koşulları olduğu söyleniyor ve deniyor ki, bu kasırgaya dönüşebilir. Bu bölgede sel, toprak kayması, vs. olabilir. "Peki bunun olasılığı nedir? diyorum. Uzmanlardan "olağanüstü bir durum, bilmiyoruz, bu bölgede şimdiye kadar olmadı. Ama teknik bilgimize, bu konudaki eğitimimize dayanarak böyle olabilir diyoruz" diye bir yanıt alıyorum.

 

"Yahu kasırga olabilir diyorlar, ama bir olasılık bile veremiyorlar. Boş vereyim" diye düşünebilir miyim? Yoksa bu uzmanların uyarısını ciddiye mi almalıyım? Çünkü bu defa ayakkabılarım çamurlanmayacak, yaşamımı tehlikeye atan bir olay söz konusu. Bu iki olay, ilk bakışta aynı nitelikte olasılık problemi gibi gözüküyor. Ama pek de öyle değil.

 

İkinci problemde "olasılığı çok düşük, fakat sonucu çok dramatik olan bir olay" söz konusu. Bu tür olaylar çok az oluyor. Dolayısıyla tekrarlamasına dayanılarak bir olasılık çıkaramıyorsunuz. Bu durumda nasıl karar alacaksınız? Bu konuyla krizler nedeniyle uğraştım. Finansal krizler de her hafta olmuyor. Dolayısıyla "filan olay 100 kere olduğunda 60 keresinde finansal krize yol açmış. O olayın olması durumunda finansal kriz çıkması olasılığı % 60'tır" gibi bir şey söylenemez.

 

Peki bu durumda nasıl karar alınacak? Havacılıktan bir örnek ile devam edeyim. Uçaklarda ancak mikroskop ve X ışını ile görülebilen kılcal çatlaklar oluşabiliyor. Bunlar az sayıda da olsa dramatik kazalara da yol açabiliyor. Bunlardan en korkuncu 1985'de bir Boeing 747'nin Japonya'da düşmesidir. Uçak konserve kutusu gibi açıldı, 550 kişi öldü bu kazada.

 

ÖM: Kılcal bir çatlaktan?

 

HE: Evet, bu çatlak büyümüş. Ama her kılcal çatlak büyür diye de bir şey yok. Ama saptanırsa uçağa uçuş izni verelim mi vermeyelim mi?

 

Allah korusun ama böyle olağanüstü hava koşulları olduğuna ilişkin bir haber geldi. Radyomuzda da Mikdat Bey uyarıda bulundu. Ben de geldim sana, Boğaz'a gidip, oturup bir güzel çay içelim dedim. Benim gerekçelerim de, senin 30 yıllık arkadaşın olmam, Mikdat Bey'den daha yaşlı olmam ve daha iri kıyım olmam şeklinde diyelim. Bunların hiçbir anlamı yok. Çünkü o bu konunun uzmanı ben değilim. Değil mi?

 

Şimdi duruma bakalım. Bu tür olayların kesin sonucu yok. Uyaran uzman çatlak konusunda da fırtına konusunda da yanılabilir. Haklı da çıkabilir. Fırtına çıkar, ama zayıflar, korkulduğu gibi zarar vermez. Ya da yön değiştirir. Fakat bu uyarıya boş vermenin maliyeti o kadar yüksek ki bu durumda uzmanı –tabii uzman söylediği sözün sorumluluğunu da almıştır- dinlemek daha doğru değil mi?

 

Bu yaklaşımı Amerika'nın güneyinde olup bitenlere bağladığımız zaman şöyle bir şey çıkıyor. FEMA (Federal Emergency Management Agency), 2001 yılında, daha 11 Eylül saldırısı olmadan önce yayımladığı bir raporda, Amerika için katastrofik olacak üç büyük tehlikeden söz ediyor. Birisi bir terörist saldırı –onlar da New York'u öngörmüşler- ikincisi San Francisco'da bir deprem, üçüncüsü de New Orleans'ta böyle bir kasırga. Bunların en ölümcül olanının da bu olduğu sonucuna varılmış.

 

FEMA uzman bir kuruluş olarak kuruldu. Gerçi şimdi pek öyle değilmiş, -ona da geleceğim.- Tabii bu uyarının karşısına, uzman olmayanların görüşüyle çıkmak olanaklı. Uzman yanılıyor olabilir demişti, ama konuyu bilmeyenin yanılma şansı daha fazla değil mi? Üstelik burada uyarıyı dinlemenin olası zararı da çok büyük. Bu olayda da gördük. Demek ki bu tür bilgileri toplayan ve bu tür uzmanlığı olan birimlere ihtiyacımız var. Bu tür birimlerin yanılabiliyor olması bu gereksinimi ortadan kaldırmıyor. Bu tür kuruluşlar da devletin dışında pek olmaz. Özel kesimde uzmanlar tabii olabilir, onlar da saygınlık kazanabilirler, ama otoritesi olması gerek. Bu nedenle böyle kurumların devlette olması gerek. Bir anlamda bu bir ulusal güvenlik sorunu. Ulusal güvenlik mutlaka bir başkasının bize saldırması ile ilgili değildir. Bu tür doğa olayları da ulusal güvenliği, insanların yaşamını tehdit eder. Dolayısıyla bu nokta çok önemli.

 

1999 depreminde Türkiye'ye de çok yardım etmiş olan FEMA gibi bir uzman kuruluşun politize edilmiş olduğu söyleniyor. Eğer bu doğruysa, o kötü bir şey tabii. Çünkü saygınlık kaybeder.

 

ÖM: Burada her şeyin, askeriye ve polis dışında, kolluk kuvvetleri dışında, dini kuruluşlara, kimisi özel yardımda görevli vakıflara ve en önemlisi de şirketlere devredilmesi gibi bir duruma doğru gidiyoruz ama olmuyor anladığım kadarıyla.

 

HE: Konuyu onun için biraz iktisada taşıyalım istemiştim. Burada sözünü ettiğimiz hizmet, bir kamusal hizmettir, kamusal hizmet herkese verilir. New Orleans kentine koruyucu bir set yapıldığı zaman, oradaki bir sokağı koruyup öbür sokağı korumuyor değilsiniz, her yeri birden koruyorsunuz. Ulusal savunma da böyledir. Silahlı kuvvetler ülkeyi korur. "Ülkeyi koruruz fakat Hasan Bey hariç" diyemezsiniz. Bu tür mal ve hizmetlerin varlığı devletin varlığının önemli bir gerekçesidir. Devlet bunları sağladığı için vardır. Bu olayın özelleştirilmesi mümkün değildir. Çünkü bu hizmetin ücretini almak olanaklı değildir. Herkes başkası ödesin ben yararlanayım diye düşünür. Buna da iktisatta "beleşçi" sorunu denir. Bunu çözebilmenin yolu, yani herkesin katkıda bulunmasını sağlamak, yani vergi almaktır.

 

Bu olayda ABD deneyiminde iki nokta dikkati çekti. ABD yasalarına göre bu tür olaylarda birincil sorumluluk yerel yönetimlerde, sonra federal hükümetin sorumluluğu geliyor. Ama bu tür olaylar yerel birimlerin gücünü çok aşan olaylar. Nitekim bakın, başka ülkelerde ve bizde de olduğu üzere, ABD'de de, müdahale edip çare bulmak Amerikan silahlı kuvvetlerine düştü. Çünkü hazır olan, becerisi olan o var. O zaman ABD'deki kural pek de doğru değil galiba. Silahlı kuvvetleri harekete geçirebilecek olanda yetki önceliği olmalı. Tabii bu olayla sınırlı konuşuyorum. Yoksa ABD anayasasının, merkezi hükümet ve eyaletler arasında kurduğu denge çok daha karmaşık. Bir kalemde silinip atılabilecek bir şey değil.

 

Dün akşam gözüme çarptı, Amerikan Deniz Kuvvetleri kendisine emir verildikten 24 saat sonra 28 gemiyi hazır hale getirip yola çıkarmış. Gemiler yola çıkmış. Ama tarih 3 Eylül. Bu kolay bir iş değil. Bu gemilerden birisi 102 bin tonluk bir uçak gemisi (CVN 75 Harry S. Truman). Diğerleri de büyük nakliye gemileri. Dört tanesi 69 bin tonluk tekneler. Böyle bir filo 24 saat içinde hazırlanıp yola çıkarılabiliyor. Kolay iş değil. ABD'de bu teknik kapasite var, ama bu kapasiteyi harekete geçirecek bir irade olmadığı için gecikilmişe benziyor. Bu olayı iyi düşünmemiz lazım. Ordu kendi kendine hareket etmez, etmemelidir de. Tamam, ama bu gibi olaylarda zamanında hareket etmesini sağlayacak bir mekanizma, bir plan olması gerekmez mi? Bunun da günlük siyasal olaylar dışında düşünülmesi lazım.

 

Bir de merkezileşme sorunu var. Bu iş eyaletlere bırakılmamalı dedim. Yani ademi merkeziyet bu işte pek iyi çalışmıyor dedim. Ama merkezileşmeden de neyi kastettiğimize dikkat etmek lazım. FEMA Anavatan Güvenlik'le birleştirilmiş. Ama bütün bu işlerden sorumlu tek bir birim olması da pek işe yaramamış galiba. Bu iki örgütün bakış açıları farklı herhalde. Bir de yeni yapıda FEMA ikincil plana itilmiş. Yani bir merkezi otorite içinde ama bu defa da fonksiyonunu bir nevi kaybetmiş. Halbuki bu tür otoritenin daha da özerk olması lazım, biraz kendi başına çabuk hareket edebilecek gücü olması lazım.

 

Ben bunları Amerika'yı kurtarmak için söylemiyorum, Amerikalılar eminim söylediğimden çok daha iyisini bulup raporlayacaklardır ama bu işi bizim kendimiz için de düşünmemiz lazım.

ÖM: Eminim, ama bu güvenin nereden kaynaklandığını doğrusu insan düşünüyor, çünkü bütün göstergeler bunun tersi yönünde.

 

HE: Ben de ona güveniyorum zaten! Bu kadar işi ters yaptıklarına göre, bir noktada sağduyuya dönecekler yeni bir şeyler olmaya başlayacak diye umuyorum. ABD tarihinde böyle düzletmeler var.

 

ÖM: 1787 Amerikan anayasasının giriş bölümünde de, "devlet, hükümet genel refahı, genel sağlığı, kamunun gelişmesini ilerletir" diye bir şey var. Bu dünyada ilk defa konuyordu bildiğim kadarıyla.

 

HE: Onu hep hatırlarım, biz Mülkiye'ye geldiğimizde Mümtaz Soysal Amerikan Anayasası'nı okutuyordu. Ben önce niye üzerinde bu kadar durulduğunu anlamamıştım. Ama sonra Amerikan Anayasası'nı yapan insanlara saygım çok arttı. Şimdi de bakıyorum bu insanlar sonrakilerden çok daha ileriymişler.

 

ÖM: Öyle anlaşılıyor.

 

HE: Ortalıkta ciddi bir sorun var ve bundan ders çıkarmak gerekiyor. Sanırım, devletin rolü konusu tekrardan gündeme gelecek. Devlet, vazgeçilebilir bir kurum gibi düşünülüp, hafife alındı. Bazı şeyleri devletin yapmasından ben de yanayım ama bu başka bir şey, bu türlü toplumsal durumun çok kötüye gitmesini engelleyecek önlemleri alma görevi ayrı bir şey. Bunlar da giderek daha ağırlık kazanıyor.

 

ÖM: John Locke'un "Life Liberty and Private Property" dediği, hayat, özgürlük ve özel mülkiyetini, Amerikan anayasası, Jefferson şöyle değiştirmiş, "hayat, özgürlük ve mutluluğun aranışı." Bu mutluluğun aranışı meselesi biraz unutuluyor galiba günümüzde.

 

HE: Öyle gözüküyor.

 

(8 Eylül 2005 tarihinde Açık Radyo'da yayınlanmıştır.)