Kamusal Vatandaşlık ve Çevre Bilinci

-
Aa
+
a
a
a

 

 

Ömer Madra'nın, 12 Nisan 2008 tarihinde Osmanlı Bankası Müzesi tarafından düzenlenen, Aydınlanma ve Vatandaşlık Sempozyumu'nun "Türkiye'de Modernleşme, Vatandaşlık ve Demokratikleşme" başlıklı bölümünde yaptığı konuşmanın gözden geçirilmiş metni:

 

 

Hangi Vatandaşlık?

 

Kamusal vatandaşlık –ya da kamu vatandaşlığı– konusunda 2400 yıl kadar geriye gidersek, Aristoteles'in şu sözlerine rastlarız: "Toplum meselelerine, cemaatin işlerinin yürütülmesine aktif olarak katılmayan ya bir hayvandır ya da Tanrıdır" demiş filozof. Yani, en önemli siyaset felsefecilerinden sayabileceğimiz Aristoteles'e göre, gerçekten insan sayılmak için toplum içinde aktif vatandaş olmak bir önşart. Kamusal vatandaşlık, aktif vatandaş olarak topluma hizmet etmek demek. Günümüzde de kavramı esasen bu şekilde anlamak uygun olur bence. Vatandaşlığın bu biçimi, toplumun vatandaşlara bahşettiği haklardan ziyade, vatandaşların topluma yükümlülükleriyle bağlantılı. Eski Yunan'da vatandaşların kaderi, içinde yaşadıkları site devletinin kaderi ile çok yakından birbirine bağlı. Vatandaşlar topluma olan yükümlülüklerini yerine getirmeyi, erdemli olmanın temel ön koşulu olarak görüyorlar. (Şüphesiz Kadim Yunan'daki kölelik düzeninden bahsetmiyoruz burada; onu dışarıda bırakıyoruz. Ama köle emeğine  yaslanan sistem içinde, o zaman kömür ve petrol bilinmediği için, köle enerjisine ihtiyaç duyulduğu bir gerçekti. Her halükârda, ataerkil köleci toplumda kölelerin ve kadınların rolü, ayrı bir toplantının tartışma konusu olmalı.)

 

Ana konu çerçevesi olarak Aydınlanma'dan bahsediyorsak ve aydınlanma liberalizmini de bir çeşit "sol liberterlik" (left libertarianism) diye tanımlayacak olursak, orada da şöyle bir noktaya varabiliriz: Anglo-Amerikan geleneğinin bir uzantısı olarak, sahip olduğumuz bireysel yetişme ve gelişme çizgimizde her türlü devlet otoritesi, resmi kurum, her türlü güç odağı, toplumun birer bekçisi olarak bizim şüphemizi celp eder. Sözkonusu sol liberter bakış, bu odakların tüm faaliyetlerine, işlemlerine daima kuşkuyla ve sorgulayıcı bir bakışla bakmaya sevk eder insanı. Yani, bu işlemlerin mevcudiyetinin vatandaş özgürlüklerini kısıtlama yönünde olup olmadıkları konusunda sürekli bir sorgulayıcı bakışa sahip olmak elzem görünüyor.

 

Kamusal vatandaşlığı ayrıca şöyle –de– tarif edebiliriz belki: Bağımsız eleştirel düşünceye eklemlenen, enforme olmuş bir vatandaşlık hareketi... Mesele, bunu aktivizme dönüştürmekte. Buradan kalkarak, rasyonel insani hedeflere ulaşmak için bir mücadele süreci olarak da geliştirebiliriz tanımı. Öncelikle okur yazarların, entelektüellerin böyle bir sorumluluğu olduğu, bunun da etik bir sorumluluk olarak tanımlanabileceği düşüncesindeyim. Aslına bakılırsa, bunlar, muhtemelen, sahip olabileceğimiz en yüksek moral ve ahlakî değerler olarak beliriyor. "Enforme olmuş vatandaş aktivizmi", vatandaşların haklarının hukuken korunması da dahil olmak üzere, devletlerin –kuvvet ve servet odaklarının etkisiyle geliştirilip yürüttükleri– kötü politikalarını düzeltebilmenin ve dünyanın gidişatını böylece etkileyebilmenin en önemli yollarından biri, belki de birincisi olarak karşımıza çıkıyor. Özellikle şu karışık ve baskıcı dönemde, bu büsbütün böyle gibi.

 

Politik, ekonomik, askeri ve ideolojik olarak aslında hem devlet gücünü hem de özel gücü, özel sektörün büyük ticari ve sınai şirketlerinin gücünü halkın eleştirel düşüncesinin hatta bilincinin bile dışında tutmaya çalışan önemli bir hareket var. Böylece, vatandaşlar da biraz önce sözü edilen doğrultunun tam aksine yönlendiriliyor. Yani, kendileri için hayati önem taşıyan bilgi, haber ve yorumlara ulaşamayan, ama buna mukabil, kendilerinin gerçekte hiç ihtiyaç duymadıkları, yaratılmış şeylerin ihtiyacını duymaya başlayan atomize olmuş, yalnızlaşmış, saçma sapan bir topluluk haline getiriliyor...

 

'Vatandaş' kelimesinin Türkçede biraz pejoratif bir yan anlam taşıdığı da söylenebilir bence; hani 'gariban' gibi. Vatandaş kavramı kimi zaman gariban kavramına indirgenmiş olabiliyor. İşte, toplumun bir vatandaşlar topluluğundan, zavallı bir gariban topluluğuna dönüştürülmesi yolunda, neredeyse yüz yıldır devam eden, yoğun, koordine ve sistematik bir kampanya mevcut olduğunu söyleyebiliriz. İşin kötüsü, bunun kısmen başarılı olduğu da söylenebilir. Osmanlı'dan bu yana gelen örneklerini gördüğümüz gibi, bugün dünyanın her tarafında bunun örneklerini de görüyoruz. Hepimiz, sonu gelmez televizyon dizileri ve reklam kuşakları arasına sıkıştırılmış bir budalalar topluluğu haline getirilerek yaşamımızı sürdürmeye çalışıyor durumdayız bazen.

 

Fakat Chomsky'nin de söylediği gibi, bu muazzam çaba, ancak kısmi başarı kazanabildi. Çünkü, bunun karşısında çok önemli toplumsal hareketlerin yükseldiğini ve yaygınlaştığını da görüyoruz. Aktivizm hareketlerinin bütün dünyada yükselmekte olduğunu, uluslararası planda büyük bir dayanışma kampanyasına dönüştüğünü görüyoruz. Hatta, bu dayanışma hareketinin insanlık tarihinde hiç görülmemiş boyuta ulaşmış olduğu da söylenebilir.

 

 

Çevre bilinci: Bilimsel gerçekler ve kamuoyunun algılayışında medyanın rolü

 

İçinde bulunduğumuz ikircikli ve yarı şizofrenik toplum yapısı, yalnız Türkiye'de değil dünyada da göze çarpıyor tabii. Buradan da konu başlığının ikinci bölümüne, "çevre bilinci"nin yükselişine geçebiliriz belki. Aristoteles'in ardından Eski Yunan kültürüne bir kez daha gönderme yaparsak, küresel ısınmanın sonuçları konusunda hafif bir Kassandra'lık yapmak durumunda olduğumuzu itiraf etmeliyim. Ama, mesele şeamet tellallığı ya da kötücül kehanetler yapmak değil; onun ötesinde bir durum. Derhal ve radikal biçimde tedbir alınmadığı takdirde, gerçek bir felaket tablosunun ortaya çıkacağı kesin.

 

Bilim dünyası küresel iklim değişikliğinin getireceği felaket olasılıkları konusunda neredeyse tam bir mutabakat halinde. Buna karşılık, kamuoyunda geniş bir farkındalık olduğunu söylememiz çok zor. Bu konuda, medyanın çok önemli, hatta kimi durumlarda düpedüz kötü niyetli diyebileceğimiz bir rol oynadığı da gerçek maalesef. Medyanın küresel iklim değişikliğini haber yapmama, sebep-sonuç ilişkilerini ortaya koymama konusunda oynadığı olumsuz rol nereden kaynaklanıyor? Bu, onun tekelleşmesinden ya da oligopolleşmesinden, güç sahiplerinin elinde kamuoyunu uyarma görevini yerine getirmemesinden geliyor esasen, ama başka sebepleri de olabilir. Özetle, biraz önce sözü edilen "enforme olmuş vatandaş gücü"nün azaltılması, vatandaşların enforme olmaması için elinden geleni –şu ya da bu sebeple– yapan bir medya ile karşı karşıyayız.

 

Bilim dünyasının meseleyi kavrayışı ile kamuoyundaki kavrayışsızlık arasındaki farkı en iyi ortaya koyan "belgelerden" biri de iklim bilimci James Hansen'ın geçen yıl sonunda kaleme aldığı bir "açık mektup". Hansen 30 küsur yıldan beri NASA'da görev yapan, konusunda dünyanın önde gelen bilim insanlarından biri. Küresel ısınmayı da –bundan 20 küsur yıl önce– dünya için ilk modelleyenlerden biri olmuştu. Kendisinin 9 Aralık 2007 tarihinde, İngiltere Başbakanı Gordon Brown'a ve Almanya Şansölyesi Angela Merkel'a yazdığı açık mektup şöyle başlıyordu: "Kimlik belirtmem gerekirse, ben bir ABD vatandaşıyım, NASA Goddard Uzay Araştırmaları Enstitüsü'nün başkanıyım ve Columbia Üniversitesi Yerbilimleri Bölümü öğretim üyesiyim. Ama size, asıl olarak, Pennsylvania eyaletinde Kintersville kasabası sakini bir sade vatandaş olarak, gezegen adına ve dünyadaki tüm türleri kapsayan hayat adına yazıyorum..."

 

Kasaba sakini olan bir "sade vatandaş" dilekçe yazıyor. Kimin adına?  Yeryüzü ve üstündeki tüm canlılar adına. Niçin yazıyor? Kömürle çalışan termik santrallerin yenilerinin yapılmasını önlemekte liderlik yapmaları için, önde gelen 2 endüstrileşmiş ülkenin başbakanlarına yazıyor. Bu dilekçede, içinde bulunduğumuz tehlikeli durum da yaklaşık olarak şöyle tarif ediliyor: "İnsan kaynaklı iklim değişikliğinin meydana geldiği konusunda artık hiçbir tereddüte mahal yok. Fakat maalesef durumun vahameti herkes için pek açık değil... Kaotik hava durumları iklim trendlerini gözden gizleyebilir; iklim değişikliği havanın niteliğini değiştirse bile...  Tehlikeli gidişata yol açan tüm emisyon faaliyetlerini (fabrikaları, uçakları, arabaları, seyahatleri, inşaatları vs.) şu anda durdursak bile, daha yüzlerce yıl boyunca atmosferde karbondioksit birikmesi devam edecektir. Mevcut iklim gözlem ve ölçümlerine, tarihçesine ve –daha küçük ölçüde– iklim modellerine dayanarak söyleyebiliriz ki, iklim "süredurumu" (inertia) ve artı geri beslemeler (positive feedbacks) yüzünden, "devrilme noktalarına" (tipping points) varmak üzereyiz. Yani, çok ciddi bir eşiği ya aşmak üzereyiz ya da zaten aştık. Bu, gerek insanlık, gerekse de bizimle beraber bu gezegeni paylaşan hayvanlar ve bitkiler için de büyük felaketler getirebilir. Çünkü hayat, son 10 bin yıldır, bu görece istikrarlı iklim dönemine uyum sağlamıştı; hızla gelişen yeni koşullara ayak uydurmak birçok tür için olanaksız görünmektedir."

 

Gerçekçi, uygulanabilir çözüm önerileri

 

James Hansen, bu karanlık tabloya rağmen, hiçbir zaman umutsuz olmadığını söylüyor; çünkü bu kötü gidişatı tersine döndürebilmek için elimizde muazzam bir potansiyel olduğunu belirtiyor ve çok önemli iki adım atmamız gerektiğini öne sürüyor. Bunlardan birincisi, yeni kömür yakıtlı santrallerin yapımını muhakkak surette durdurmak; çünkü en ziyade küresel ısınma yaratan bunlar. Kömür yakıtlı santrallerin karbondioksitini ayırıp toprağın altına ya da denizin dibine gömecek bir teknoloji henüz yok; bu belki on, belki 15-20 yıl içinde bulunabilir ama o bulunana kadar mevcut bütün termik kömür santrallerini muhakkak durdurmalıyız diyor Hansen. Aksi takdirde, Kuzey Kutbu'nda Güney Kutbu'nda, Himalayalar'da, Alpler'de, And Dağları'nda, yani yüksek dağların hepsinde buzullar erimeye devam edecek, Amerika'nın batısını, Akdeniz Bölgesi'ni, Afrika'nın büyük kısımlarını, Güney ve Doğu Asya'yı, Avustralya'yı vb. çok ciddi problemler bekleyecek, su döngüsü tamamen bozulacak ve bunların sonucu açlık, büyük göçler, çatışmalar olacak... Bu trendlerin bilimsel olarak ortaya konduğunu net bir dille ortaya koyuyor dünya bilimcileri.

 

İkinci çok temel tedbir de karbon vergisi. Karbona tedrici olarak konacak, ama sürekli olarak artacak vergilerin mutlaka konması gerektiğini söylüyor Hansen; bundan başka bir kurtuluş yolu görünmediğini söylüyor. Bu iki temel tedbirin dışında, toprak kullanımı konusunda ve tarımsal uygulamalarda mutlaka  reform yapılması, ormanların mutlak surette korunması yoluna gidilmesi, enerji ve su tasarrufu, tasarruflu ampullere süratle geçilmesi, evlerin ve işyerlerinin yalıtımında radikal uygulamalar yapılması... Bunların hepsinin gerçekleştirilmesi gerektiğini söylüyor.

 

Dünyanın önde gelen ekonomistlerinden Joseph Stiglitz'in ifadesiyle, bu gibi önlemlerin bir öncelik sırasına konması mümkün değil; tümünü aynı anda gerçekleştirmek şart. Bunu da bir not edelim. Ayrıca, Hansen, "Gezegenin geleceğini belirleyecek olan şey, esas olarak kömürdür" diyor ve kömür yakmanın derhal önüne geçilmesinin bu açıdan elzem olduğunu söylüyor.

 

Bilimsel gerçeklerin karşısında özel çıkarlar

 

Dr. Hansen, Londra'da 29  Ocak 2008'de sağlık sorunlarıyla ilgili yaptığı, "Küresel Isınma, Mükemmel Fırtına" başlıklı bir başka konuşmasında ise adeta bir sınıf çatışmasını akla getiren bir analiz yapıyor. Günümüzdeki temel çatışma şöyle ortaya konuyor: "Bir yanda fosil yakıt sektörünün özel çıkarları, bir tarafta da gençler, doğa ve hayvanlar var." Hansen, "fosil yakıt özel çıkarları" derken, büyük petrol, kömür, otomotiv, enerji vb. şirketlerini kastediyor.

 

Tabii, söz buraya gelmişken, bu büyük ve güçlü şirketlerin nüfuz ettiği politikacılarla ve medyanın hayatımızdaki rolünden de bahsedebiliriz. Fosil yakıt çıkarları bir veri, daha doğrusu bir çeşit "Allah vergisi" olarak kabul ediliyor. Bu anlayışa göre, bütün fosil yakıtlar mutlaka yakılmak zorunda. İnsanlık rahat etsin diye Tanrı tarafından onun emrine verilmiş. Bu konuda insanın özgür iradesine yer yok. "Fosil yakıtlar mutlaka yerin altından çıkarılıp insanın hizmetine verilecek" şeklinde de yorumlanabilecek bir anlayış bu. Mesela, kömürün yerin altında öylece bırakılması gibi bir seçenek asla düşünülmüyor. Burada ilginç bir paralellik de akla geliyor. Türkiye'de İslami referanslarıyla bilinen iktidar partisinin genel başkanı ve ülkenin başbakanı, yakın bir süre önce yaptığı bir konuşmasında: "Nehirler, denizlere akması için insanlığın emrine verilmedi. İnsanlığın bunlardan istifade etmesi için verildi," şeklinde bir cümle kurdu. Yani, doğanın kendisini, 'en yüce mahlûk' diye görülen insan türünün emrine tahsis etmesi gibi bir anlayışı savunuyor Başbakan. İnsan merkezci (anthropocentric) bir yaklaşımla, "dünyada her şey insan için" diyen bir anlayış bu...

 

Başbakan'ın bir işveren sendikasının genel kurulundaki konuşmasıyla aşağı yukarı aynı günlerde, beklenmedik bir yerde bir paralel anlayışa rastlıyorduk: Türkiye'de "laik" referanslarıyla bilinen, iktidara kuvvetle cephe alan önemli bir gazetenin imtiyaz sahibi ve önde gelen yazarı da, "çiçekleriyle hayvanlarıyla doğa, sadece insan içindir..." diye özetleyebileceğimiz bir anlayışı kendi köşesinde dile getiriyordu. Yani, birbirine zıt siyasi, felsefi, sosyolojik görüşlere sahip olan bu "vatandaşlar", gerçek dünyaya tekabül etmeyen ve bilimsel gerçeklerle bağdaşmayan bir "kozmik tahayyül"de birleşebiliyorlar.

 

Fosil yakıt lobileri "kömür ve petrol mutlaka yerin altından çıkarılacak ve insanlığın emrine verilecek!" tarzında bir "dictum"u topluma dayatırlarken, toplumun gençlik kesimini oluşturan vatandaşlar buna nasıl cevap veriyorlar peki?  Hansen'a göre, "Hey, durun bakalım biraz!" diyorlar.  "Ortalığı yangın yerine çevirmeye hakkınız yok! Bize miras olarak bıraktığınız böyle bir dünya reva mıdır yani?" diye soruyorlar. Yalnız insanın değil, şüphesiz tüm canlı türlerinin, yani – doğabilimci E. O. Wilson'ın deyişiyle –  her biri başlı başına mükemmel bir evren olan tüm türlerin kaderini ilgilendiren bir büyük temel çatışmadan söz ediliyor burada. Bunun da en en azından bu gezegendeki en büyük  çatışma olduğu konusunda herhalde pek tereddüt olmamalı.

 

Fosil yakıt çıkarları bütün dünyadaki başkentlerde çok büyük nüfuza sahipler. Güçleri ve servetleri yeterli. Pek çok yerde medyayı etkileyebiliyor, gazetecileri satın alabiliyorlar, özel "düşünce kuruluşları" (think tank) kuruyor, kendi çıkarlarını sonuna kadar savunmak için yoğun propaganda faaliyetleri yürütüyorlar.

 

Tek bir örnek vermek gerekirse, son zamanlarda yeryüzünün en büyük kârlarını eden ExxonMobil şirketinin "küresel ısınma yoktur, varsa bile insan kaynaklı değildir" şeklinde yazılar yazsın, konuşmalar yapsın diye bir takım sözde bilim adamlarını ya da bir takım kuruluşları finanse etmek için, kısa süreler içinde  milyonlarca dolar harcadığı tespit edilmiş durumda. Bu propaganda faaliyetlerinin büyük etkileri oluyor, önlemleri tartışma ve uygulama konusunda dünyaya çok zaman kaybettiriyor.

 

Ümitli olmak için bazı nedenler ve genç insanlara düşen sorumluluk: yönetici elite sorumluluklarını hatırlatmak

 

Buna rağmen, Hansen'ın ümitli olduğunu söyledik. Peki neden ümitli? Çünkü o, insanın yaşama içgüdüsüne ve azmine güveniyor da ondan. İyimserliğinin gençlere duyduğu güvenden kaynaklandığını söylüyor: "Genç insanlar artık seslerini duyurmaya başladılar. Vicdanlarımız üzerinde güçlü bir etkileri var ve hem siyasetçileri, hem de önde gelen sanayicileri, ticaret erbabını vb. etkileyebilecek dirayet ve yeteneğe sahipler. Esasen, yapılan kamuoyu araştırmaları da net olarak gösteriyor ki, insanlar –özellikle genç kuşak– bu konularda harekete geçmek ve ciddi fedakârlıklar yapmak konusunda azimli. Ne var ki,  bu müthiş karmaşık sorunun çözümü, sadece bireysel çabalarla değil, ancak güçlü siyasi liderlikle, hükümetlerin kararlı tavırlarıyla olabilir"diye de ilave ediyor Hansen.

Küresel iklim değişikliği yüzünden dünyanın yanıp kavrulması ve canlılar âleminin yıkıma sürüklenmesi konusunda, büyük ve zengin devletlerin, özellikle Amerika Birleşik Devletleri'nin, harekete geçip geçmeme konusunda tereddüt göstermesi gibi bir durum artık sözkonusu olamaz. ABD ve diğer sınaileşmiş, zengin ülkeler kümülatif olarak karbondioksit emisyonlarının atmosferde birikmesinden sorumlu. Bu, etik değil, objektifbir sorumluluk. Çünkü, bu ülkeler özellikle endüstri devriminin ilk dönemlerinde "ne yaptıklarının tam "farkında değiller"di.  Yani, sınai ve ticari faaliyetleriyle dünyanın iklimini değiştiriyorlardı değiştirmesine, ama bunu, zararlı sonuçları bilerek yapıyor değillerdi. Ne var ki, şimdi biliyorlar artık. Kendi ülkelerinin üniversitelerinin, kendi bilim merkezlerinin art arda yayınladığı tüm bilimsel raporların özellikle son yıllarda net bir şekilde ortaya koyduğu tabloyu görmemeleri imkânsız. Dolayısıyla, artık etik sorumlulukları da olduğu apaçık.

 

Örneğin, Amerika Birleşik Devletleri nüfusu dünya nüfusunun yüzde 5'ini ancak oluşturuyor. Buna karşılık, ABD atmosferdeki sera gazlarının en az yüzde 25'inden sorumlu olarak, gerçekten tüm dünyayı mahveden bir etki yaratıyor. Dolayısıyla, atmosferi –Al Gore'un deyimiyle– bir "açık lağım" gibi kullanan ve üstelik sera gazı salımlarını artırmaya devam eden  bir ülkenin "bunu ben istemeden yaptım" veya "bu sonuç ben istemeden oldu" demesine imkân yok. Daha doğrusu, ahlaki sorumluluk almaktan kaçınmasına imkân yok. Ama, hükümetlerin geri durmaması, sorumluluklarından kaçmaması için de tek bir yol var bildiğimiz gibi, o da demokratik hak taleplerimizi sürdürmek. Yani, bunun sağlanabilmesi için bizim onları zorlamamız gerekiyor.

 

Özel çıkarların karşısında yer alan cephenin başında genç kuşaklar var. Hansen, gençlerin de bunun karşısında örgütlenmek, ana babaları da dahil, erişkinleri kendi saflarına katmak ve seçimleri etkilemek zorunda olduklarını söylüyor. Bu mücadelede hayvanların fazla yardımı olmayacağını, onların oy kullanamadığını, konuşamadığını belirtiyor. Sözünü ettiğimiz büyük eşik noktasını da şu şekilde veriyor Hansen: Süredurum ve artı geri besleme mekanizmaları gibi çok teknik konular, doğrusal (linear) gelişmeler değil. Örneğin ıslak buzların davranışı hakkında yeterince bilimsel bilgiye sahip değiliz. Isınma ile doğrusal orantılı bir erime ve çöküş olmayabiliyor. Bunların çok hızlı bir değişim yaratabileceği ve bütün ön hesapları altüst edebileceğini söylüyor.

 

Gördüğümüz üzere, fosil yakıtların kullanılmadığı, enerji yoğun olmayan yeni bir hayat tarzı ve farklı bir şekilde yaşamanın yolunu bulmamız şart. Zaten, doğanın dayatması sonucunda böyle bir hayata geçmek zorunda kalacağımız açık. Çünkü petrol rezervlerinin "peak oil" dedikleri tepe noktasına varıp ondan sonra hızla tepe aşağıya gideceği, kömürün de en fazla belki bir yüzyıl devam edeceği yolundaki araştırmalara son zamanlarda çok daha fazla rastlıyoruz.

 

Sonuç olarak, "fosil yakıtsız yaşamaya zaten mecburuz; bunu zaten mecburen yapacaksak neden