İstanbul Kimin?

-
Aa
+
a
a
a

İstanbul ve Şehir Kültürümüz- II

 

Geçen yazıda modernleşmeciliğin şehirleri yeniden üretme tutkusu vardı. İstanbul özelinde son yüz yılda yaşanan tarihsel değişiminin birinci ayağını Türk modernleşme projesinin 30'larda kurguladığı şehircilik anlayışının oluşturduğunu ifade etmiştim. Ve İstanbul'u korumak için ne yapmalıyız? gibi net bir soru ile bitirmiştim.  Kaldığım noktadan devam ediyorum.

 

İstanbul, günümüze gelene kadarki ikinci önemli değişimini 70'ler sonrası yoğunlaşan hızlı şehirleşme ve göç olgusu ile yaşadı. İstanbul'da göç olgusu, geç modernleşmeci bir refleksle, çoğu zaman Türkiye'ye özgü bir olay olarak ele alınıyor. Bunun sonucunda da "yeni İstanbullular"ın İstanbul macerası çoğu zaman ya kültürel yozluk tartışmaları ile  yada "Türk'ün işi böyledir" bayağılıkları ile sonuçlanıyor. Her iki analiz de bize sorunun kaynağını teşhis etmekte pek de yardımcı olmuyor.

 

Oysa Wallerstein'ın da belirttiği gibi* kentleşme, İstanbul ile aynı dönemde tüm dünyada yaşanmış küresel bir olgudur. Kapitalizmin ucuz işgücü ihtiyacından beslenen kentleşme, Cakarta'dan Sao Paulo'ya tüm dünya kentlerinde, İstanbul ile aynı dönemde geniş yoksul ve varoş kesimler yaratmıştır. Üstelik kırsallıktan çıkış sadece geçici bir olgu değil, kapitalist ekonominin kâr hadlerini yüksek tutmak için başvurduğu sürekli bir mekanizmadır. Günümüzde kırsal yaşamın dibe vurması ve şehre çekilerek yeni proleter kesimler yaratma imkânı kalmaması sonucunda, söz konusu mekanizmanın tıkanmasına ve kentlerin varoşlaşmasına tanık oluyoruz.

 

Kapitalist üretim tarzının "Kondratiyef A" safhasında çok fazla sorun yaratmayan bu durum, durgunluk evresinde "toplumsal bir sorun" ve "kültürel bir çatışma" alanı olarak izah edilmiştir. Durgunluk evresinde artık "doğma büyüme şehirli" olanların da işsiz kalmaya başlamasını ve/veya daha düşük ücretlere razı olmak zorunda kalışını analize dahil etmek gereklidir. Ya da bunu artık "doğma büyüme şehirli" olanların otobüslerde yer bulamaması ya da kiralık ev bulamaması olarak da okuyabilirsiniz.

 

Almanya gibi "yeni gelenler"in tümüyle farklı etnik ve milli kökenlerden olduğu durumlarda neo-ırkçılığı besleyen göç olgusu Türkiye gibi göçün aynı ülke içerisinde olduğu zamanlarda ise farklı analizlere boğulmuştur. Artık olgu "doğma büyüme" İstanbullular (kentsoylu) - Köylü, Batılı-Doğulu, Çağdaş-Gerici, Türk-Kürt yarımları üzerinde yükselen analizlerin insafına bırakılmıştır. Son elli yılda sosyal bilimler ve sosyal psikoloji bize bu açmazı doğru okumak konusunda hiç de yardımcı olmuş sayılamaz.

 

Oysa kapitalist üretim modelinin "şehri yeniden şekillendirme" arzusu yapısal bir olgudur ve anti-demokratik ve eşitsizlikçi boyutlar içerir. Söz konusu tepeden inmeci şehircilik anlayışı, özellikle bir kesimi hedef seçer ve günah keçisi yaratır. Şehri iğfal eden, bozan bu kesimdir. Yeni gelenler sadece gecekondu kültürü ile değil, şehir soylu örf ve adete ayak uyduramamakla da sorumludurlar. Günah keçisi ortaya çıkınca her suçu yüklemek kolaydır. Önceleri, özellikle Özal devrinde "geldikleri köylerine geri dönsünler"  ve "şehrimizi kirletiyorlar" sözleri ile "yeni "İstanbullular"a karşı açıktan açığa kullanılan bu söylem günümüzde şehre ve şehir kültürüne "sahip çıkmak" adına yeniden üretiliyor.

 

Bu noktada "şehir kültürü ve görgüsü" kavramını sorgulamak gerekli. "Kültür" ve "kültürsüzlük" kavramlarının içerdiği eşitsizlikçi boyutu iyi görmeliyiz. Kültür öyle uzaktan bakınca tümüyle selim, imrenilen bir kavram. Kim kendine kültürsüz denilmesini kabul edebilir ki? Kültür, herkesin kendine düşen bir pay biçebildiği, ama herkesin yeter miktarı ile ilgilendiği, sevilen popüler kavramlardan biridir. Ancak kültür bazen selim ve temiz bir kavramdır, bazen ise kirli.

 

"Şehirli olmak" anlamında bir kültürlülük hep arzulanır olmuştur. "Medeni olmak" Arapça "Medine" yani şehir'e ait  olmak anlamına gelir ve sadece kentsoyluluk züppeliğini değil seçkin, emek bazlı ve üretken değerleri de ifade eder. Ancak aynı kültür, burjuva değerlerinin seçkinci yapısının da temel dayanak noktasıdır. "Kültürel olarak gelişmemiş alt sınıflar"ın analiz dışı bırakılması temel bir kentsoylu mottosudur.

 

Kültür üzerinden sosyo-ekonomik anlamda ezilen kesimlerine yüklenmek ve bu toplumsal tabakayı "kültürsüz" ve dolayısıyla üstü örtülü olarak "aklı kısa" sayan elitlerin çizgisine karşı durmak önemlidir. Eşitsizlikçi toplum yapımızın ürettiği çürümeyi "kültür" üzerinden en alttakilere çıkartmak sorunu okuyamamak olurdu. Kültür tapınması içeren ve insanları, aslında tanımı çok muğlak bir kavram olan, kültürlü oluş veya olmayış üzerine farklılaştıran bir çözümleme, siyasal olarak eşitsizlikçi bir zihniyetin yansımasından başka bir şey değildir.

 

Şehri dev bir alışveriş merkezi olarak tanımlamak da, şehri ulusal kültürün tek tipçi kaleleri haline getirmeye çalışan otoriter zihniyet de toplumsal sağlığa fazlası ile zararlıdır. Gerçek anlamda "şehrin ruhunun çalınması" ve "İstanbul'un iğfal edilmesi" işte budur. Dar gelirli ve işçi kesimleri, örneğin Esenler'de yaşayan birini İstanbul'a katmak ise sosyal adaletten ayrı düşünülemez. Kim Ortaköy'de bir çay içmeyi sevmez ki! Ama cebinizde Esenlerden Ortaköy'e gidecek bir bilet parası yoksa çayınızı varoş kahvehanesinde içersiniz. Oysa varoşlar aynen beden algısındaki selüloitler gibi görülüp estetik ameliyatla düzeltilecek bir fazlalık olarak algılanıyor. İşte bahsettiğim tepeden inmeci ve eşitsizlikçi anlayış bu.

 

Çevre- Merkez Analizinin Açmazı

 

"Ne ki çevrenin merkeze taşıdığı yeni aktörler için, İstanbul'un tarihi, belleği, kimliği, kentsel yapısı hiçbir şey ifade etmiyor. Ne o bilgiye sahipler, ne de İstanbul mekânına ilişkin yaşantı birikimine. Sonuçta "statu quo"yla girdiği çatışmada özgürleştirici bir rol yüklenen "yeni iktidar", İstanbul'a yöneldiğinde tahrip edici ve taşralaştırıcı bir güce dönüşüyor." ("İstanbul'u Ne Bekliyor?", Aykut Köksal)

 

 

Önceki yazıda analizlerinden faydalandığım Aykut Köksal'ın önemli tespitler içeren "İstanbul'u Ne bekliyor" yazısındaki bu sözünden alalım. Olay sadece "çevre" kabul edilen kitlelerin demokratik baskıcı sonucu iktidara gelenlerin şehir kültüründen yoksunluğu mudur? Kanaatimce değil. Merkez değerlerinin ve modernleşmeci alt bilincin açmazlarını görmeden yapılacak bir analiz şehirlerimizdeki "çürüme"nin gerçek boyutunu analiz etmekten uzak kalacaktır. Hatta böylesi bir analiz bizi çok yanlış yerlere de yönlendirebilir. Dolayısıyla çevre-merkez analizi; aynen kültürel analiz gibi, çoğu zaman sistemin restorasyonu ve yenilenmesinden yana olan kör sosyal bilimcilerin kullandığı ve bizim kullanırken dikkatli olmamız gereken bir açmaz sokaktır.

 

İtiraf edilebileceği gibi Türkiye'de "çevre" iktidara gelince "merkez"in değerlerini benimsemektedir. Hatta Türkiye'de çevre güçlerin iktidara gelebilmesinin ilk şartı "merkezin değerlerine bağlılık yemini" etmeleridir. "Zinde güçler"in bu konuda ne kadar hassas olduğu biliniyor. Bu sadece söylemde değil bilinç ve proje düzeyinde de böyledir. CHP'nin parti programı ile AKP'nin parti programı arasında temeller anlamında gerçek bir fark olmadığı eleştirisini hatırlayalım. AKP yerine ANAP ya da DSP'yi de koyabilirsiniz. Bu niye böyledir? Çünkü 85 yıllık siyaset modelimiz, ancak belirli sınırlar içerisinde meşru siyaset imkânı tanıyan eşitsiz ve baskıcı bir modeldir. Türk politik arenasındaki şehircilik anlayışı, tonlar ve üsluplar farklı olsa da resmi ideolojinin torna tesviyesi ürünüdür.

 

Bu açık gerçekliği inkâr etmek mümkün değil. Öyle ise şunu görmek gerekli: Sorun bir çevre-merkez ilişkisi sorunundan çok, egemen modernleşmeci değerlerin toplumu ve toplumsal mekânları yeniden yaratma sorunudur. Türk modernleşmesinin; genelde ise modernleşme projesinin kentlerle ilgili bir problemi vardır. Sanayi kapitalizmi şehirleri fabrika tarzında örgütlerdi, bilgi kapitalizmi ise şehirleri kültürel sermayeler şeklinde pazarlıyor. Sanayi kapitalizmi, şehirde yaşayanları "emek gücü" olarak görürdü, şehirleri fabrika eksenli örgütlerdi. Bilgi kapitalizmi ise şehirde yaşayanları "tüketiciler" olarak görüyor ve şehirleri dev alışveriş merkezleri ve kültürel sermayeler merkezli örgütlüyor.

 

Türk modernleşmesi de emin adımlarla bu yoldadır. Atatürk yeni baştan bir kent yaratır; Ankara! İnönü modern şehircilik anlayışı ile Menderes'in şehircilik anlayışı farklı mıdır ki? Yahut Özal'ın modernleşme projesi bizatihi Türk modernleşmesinin liberal kanadını temsil etmez mi? Gecekondu kültürünü köprü ile devletin gücünü ispata çalışan Özal üretmemiş midir? Dahası şehirlerimizin kültürel ve endüstriyel sermayeler olarak örgütlenmesi "Cumhuriyet Türkiye'si"nin İzmir İktisat Kongresi'nden beri temel politikasıdır. Dün sanayi toplumu için "Pera" hiçbir değer ifade etmiyordu ve dolayısıyla kenara atılmıştı. Bugün ise Pera "para ediyor" ancak "Zeyrek"; kültür ve bilgi kapitalizmi için henüz hiçbir pazarlama değeri ifade etmiyor ve bu yüzden şehrin en güzel köşesi bir kenara atılmış duruyor.

 

"Bu işin sağ"ı sol"u da yok, çünkü Türkiye'de 'devletçilik'ten başka bir ideoloji yok; var olan sadece bu ideolojinin daha muhafazakâr veya daha 'liberal' kanatlarıdır."**

 

Liberal bir hukukçunun bu sözleri, Türkiye gerçekliğini tüm çıplaklığı ile açıklamıyor mu? Gerçekten de Türkiye'de "merkez" ya da "çevre" aktörlerinin siyasal temsilcileri yoktur! Bu net bir gerçekliktir. Siyaset sahnesinde sadece ve sadece resmi ideolojinin çizdiği ideolojik, sosyal ve yapısal çerçeve vardır. Şehircilik anlayışı ve mekân- insan ilişkisi bundan azade mi sanki?

 

Türkiye'de çevreden gelen siyasal aktörler ise yükselen değerlere, yani gelenekselci neo-liberal değerlere biat ettikleri ölçüde "iktidarda"dır. Şehirlerimizin kültürel sermayeler şeklinde pazarlanması olgusu küresel örgütlenme tarzımızın eşitsizlikçi ve sermayeyi önceleyen boyutundan ayrı Türkiye'ye özgü bir çevre-merkez analizi olarak tartışmak kabul edilemez.

 

Halbuki şöyle bir moda yaygınlaşıyor: Sanki tepeden dayatılan modernleştirici değerler hiçbir tahribat yapmamış, şehir kültürünü korumuş da demokratikleştirici, dipten gelen dalgalar tahribat üretme potansiyeline daha fazla sahipmiş gibi. Kabul edelim; Türk modernleşmesi tepeden inmeci kimliği ile şehircilik kültürünü aynen İtalyan medeni kanunu aldığı gibi ithal etmiştir. Dahası Menderes'in yaptığı İstanbul'u Ankaralaştırmak değil midir? Özal'ın "her köye elektrik, su" sloganlı altyapı hamlesi ve "İstanbul'u Ortadoğu'nun sermaye merkezi yapma" hedefleri bizzat Türk modernleşme projesi olan Ankara'dan esinlenmez mi?

 

Şu andaki iktidarın şehircilik anlayışı konusunda hepimiz kaygılıyız; ne yazık ki orman alanlarına yaklaşımından tutun da kentsel projelere kadar bir dizi neoliberal amentü ezbere okunuyor. Dahası muhafazakârlık denen aciz siyasal çizgi, neoliberal dalganın uyuşturucusu ile iyice sersemlemiş de görünüyor, neyi muhafaza ettiğinin farkında bile değil.

 

Ancak kanaatimce suçlu olarak çevre güçleri göstermek haksızlıktır. Üstüne üstlük bu yaklaşım, şehirlerimizde ve toplumsal kimliğimizdeki tahribatın gerçek nedenlerini görmekten de acizdir. "Çevre güçleri iktidara gelince şehirlerde taşralaşma ve yok oluş artıyor çünkü zaten kültürsüzler" analizi daraltıcı ve yanlış bir yere yöneltici görünüyor. Aslında kendimize karşı dürüst olursak, iyi düşünürsek sanki bu söz, o eski "köyden gelenler şehrimizi kirletiyor" burjuva mottosunu andırmıyor mu?

 

Bir şeyi unutuyoruz. Şehirleri insanlar yaşar. Evet, yöneticiler de iz bırakırlar ama şehirleri ve toplumları toplumsal kültür ve medeniyet anlayışı şekillendirir. Şehirler ne açık hava müzesidir, ne de modern toplumun sanayi mabetleri. Varoşları ve oralarda yaşayan milyarları yok sayarak demokrat bir şehircilik tanımına ulaşamayız. Toplumsal yapımızı demokratikleştirmeden; mekânlar ve geniş anlamı ile insanlar arasındaki yabancılaşmayı ortadan kaldırmadan şehirlerimizi "özgür"leştirebilir miyiz ki?

 

Yanlış bir ekseni işaret edince, öncüllerimiz yanlış olunca vardığımız yer de yanlış oluyor. Demokratikleştirici baskıların toplumumuzu ve şehirlerimizi varoşlaştırdığı gibi bir sonuca varıyoruz. Şimdi biri çıkar da, şehirlerimizi ve şehir kültürümüzü korumak için katılımcı ve demokratikleştirici çabaların karşısında durmak gerektiğini söylerse bu analizin mantıksal sonucu olarak pek de haksız olmaz doğrusu. Peki gerçekten ihtiyacımız olan bu mu? Yoksa yabancılaşmayı aşmak için ihtiyacımız olan demokratikleşmenin her alanda yaygınlaştırılması mı?

 

Dedik ya, İstanbul tarihsel olarak çok kültürlülük üzerine kuruludur. Yahudiler, Rumlar, Rumelililer, entelektüeller, mollalar, saraylılar, yalılarda yaşayanlar, Üsküdar fakirleri hep yan yana olmuştur İstanbul'da. Peki kent kültürüne sahip çıkma konusunda günümüz "İstanbul çeşitliliğinde" görülen yoksunluğu nasıl algılamalıyız? Şüphesiz bu tartışma üretim modelimizin eşitsizlikçi yapısı ve modern şehirciliğin çarpık gözlemleri yadsınarak anlaşılamaz.

 

Eşitsizlikçi bir dünyada yaşıyoruz. UNICEF'in 2005 rakamlarına göre günümüzde dünyada en az 200 milyon çocuk, işçiliğe, askerliğe veya fuhuş yapmaya zorlanarak köle olarak çalıştırılmaktadır. Üstelik köleliğin yasa dışı bir eylem olduğunun kabul edildiği bir çağda oluyor bunlar. Dahası yine BM Gıda Yardımı Programı verilerine göre dünyamızda her gün 17 bin çocuk, açlıkla bağlantılı olan hastalıklar dolayısıyla ölüyor. Buna dar gelirli işçilerin durumunu eklemeye gerek bile yok. Tayland'da ya da İstanbul'da aynı bu! İstanbul'un varoşları Medellin'in barrioları ile  ile ayni yazgıyı paylaşıyor. Hong-Kong'un günde bir doların altında kazanan işçileri ile Küçükçekmece'de oturan tekstil işçileri aynı yazgıyı paylaşıyor. Bunca insanın barınma hakkı en temel insan hakkıdır. Nerede yaşıyor bu yoksullar? Baraka evlerde, gecekondularda, bekâr odalarında, derme çatma yapılarda, betonarme yapılarda. Tahlillerimizde dünyanın eşitsizlikçi yapısını göz ardı edersek müthiş yanlış yerlere varırız. Bunca insan dünyamızı kirletiyor, şehrimizin güzelliğine gölge oluyor deriz. Oysa şehir ve şehirli olmak medeni olmak demektir. Medeniyet başkalarının yaşam hakkı üzerine kurulamaz.

 

Mükemmelliğe tapmayı bırakmalıyız. Bu dünyayı mükemmelleştirmek mümkün değildir. Tanrıyı oynamayı bırakmalıyız. Ne gaddar Zeus olabiliriz ne de aşkın Prometheus. Şehirler medeniyetimizin aynasıdır, şehirlerimizi güzelleştirmenin yolu ise medeniyetimizi doğru ilkeler üzerine kurmaktan geçer. Bir geçiş çağındayız, gelecekte kuracağımız medeniyetimiz konusunda yoğun olarak tartışıyoruz şu anda. Milyonlarca kölenin kanları ile harcı karılan, inşaatında yüz binlerce işçinin taşlar altında kaldığı Ramses mezarı, Roma köle zindanları gibi bir medeniyet olmamalı bizimkisi. Net bir şey varsa: İstanbul'u korumak ve kollamak için yapmamız gereken en önemli şey eşitsizlikçi toplumsal örgütlenme modelimizi değiştirmek ve demokratikleşmeyi yaygınlaştırmaktır. Dünyanın geri kalan tüm şehirlerini korumak için de öyle!

 

İstanbul şunu haykırıyor: Mükemmel şehirler yaratma idealini taşıyan Türk modernleşmesi şehircilik alanında çökmüştür. Onca çabaya rağmen ne İstanbul Ankaralaştı ne de büyük bulvarların ulaştığı heykellerle süslü meydanlar içtenlikle bizi temsil ediyor. Aksine şehirlerimiz bizden daha da uzaklaştı, ucubeleşti. Aksine Ankara İstanbullaşmıyor mu hızla?

 

Karar vermeliyiz; İstanbul kimindir? Tapu idaresinin mi? Milli Emlak'ın mı? Ankara'nın mı? Milli Güvenlik Kurulu'nun mu? Tarabya Oteli'nden mi en iyi görülür gerçek İstanbul? Kimin göz zevkini önemsemeliyiz? Atlı Köşk' ün sahiplerinin midir İstanbul? Bir Bizans tarihçisinin mi? Yoksa dünya çapında üne kavuşmuş İstanbullu mimarın mı? Adalar'da mülkü olanların mı?

 

İstanbul sahiden kimin?

 

Bir Dünya Şehri Olarak İstanbul: İstanbul ve Şehir Kültürümüz- I

 

* Immanuel Wallerstein, "Amerikan Gücünün Gerileyişi, Kaotik Bir Dünyada ABD", Çev: Tuncay Birkan, Metis Yayınları, 2004 ; Immanuel Wallerstein, "Bildiğimiz Dünyanın Sonu, Yirmi Birinci Yüzyıl İçin Sosyal Bilim", Metis Yayınları, Çev: Tuncay Birkan, 2000.

 

** Mustafa Erdoğan, "Yargıtay'a Şaşırdınız mı?", Zaman, 17 Mart 2005.

 

*** İstanbul, Balat (Fotoğraf için kaynak: Atlas Dergisi)