İşkence kabul edilemez mi?

-
Aa
+
a
a
a

8 Mayıs 2004Radikal / The Guardian

İşkence hiç hoş görülebilir mi? Britanya ve Amerikan askerlerini Irak'taki cezaevlerinde esirlere işkence ederken gösteren fotoğrafların ortaya çıkarılmasını izleyen iğrenme, tiksinme ve utanç dolu protestolardan geriye kalan pis soru bu.

İvan'ın sorusu

Bu soruyu en unutulmaz şekilde Fyodor Dostoyevski, 130 yıl kadar önce 'Karamazov Kardeşler'de dile getirmişti. Bu romanda bir aziz kadar iyi huylu Alyoşa Karamazov, kardeşi İvan'ın aklını çelmesiyle dayanılmaz bir seçimle karşı karşıya gelir. İvan der ki, 'İnsanlara ebedi mutluluk sağlamak için tek bir küçük varlığa, küçücük bir çocuğa ölümüne işkence etmek şart ve kaçınılmaz olsa, buna razı olur muydun?' İvan bu soruyu sormadan önce acı çekmiş çocuklarla ilgili öyküler anlatır, annesiyle babasının bayılana kadar dövdüğü, dışarıda buz gibi ahşap bir tuvalete kapattığı, kendi dışkısını yemeye zorladığı yedi yaşında bir kız ve derebeyi ders alsın diye, annesinin gözlerinin önünde av köpekleri tarafından paramparça edilen sekiz yaşında bir serf oğlan. Bunlar Dostoyevksi'nin gazetelerden seçtiği, gelecek yıllarda insanlığı bekleyen neredeyse hayal bile edilemeyecek düzeydeki zulmün habercisi olan, yaşanmış öykülerdi.

Acaba İvan el kitapçıkları yazdırıp acının hangi yollarla verileceğini tarif etmiş, nasıl artırılacağını öğretmek için eğitim kursları düzenlemiş, acıyı sınırsız kılmak için gereken araçların kataloglarını bastırıp nereden edinilebileceklerini söylemiş, bu kitapçıkları yazanlara madalyalar vermiş, bu kursları düzenleyenlere övgüler yağdırmış, ölüm kataloglarındaki araçları üretenleri servete boğmuş 20. yüzyılın, acıyı rafine ederek mükemmelleştirme, endüstriyelleştirme, ağır, rasyonel, teknolojik ölçeklerde üretme yollarına nasıl tepki verirdi?

İvan Karamazov'un 'Razı olur muydun' sorusu, bugün 132 ülkenin tutuklulara bu tür aşağılama ve hasarı rutin olarak uyguladığı dünyada en az eskiden olduğu kadar önem taşıyor, çünkü bu soru bizi işkence konusunun o katlanılmaz kalbine götürüyor; işkencenin varlık ve sürekliliğinin, en çok da 11 Eylül 2001 terör saldırıları sonrasında ortaya koyduğu gerçek ve amansız ikilemle yüzleşmemizi istiyor. İvan'ın sözleri bize işkencenin, işkenceciler tarafından nasıl haklı çıkarıldığını hatırlatıyor: bedeli bu, böyle olması gerek, toplumun geri kalanının mutluluğunu güvence altına almak için birkaç kişinin acı çekmesi gerekiyor, ezici çoğunluğa güvenlik ve refah, uzaklarda bir delikte, berbat bir polis karakolunda, karanlık birkaç hücrede yaşanan bu korkular sayesinde sağlanıyor.

Cehennemi yaşamak

Hataya düşmeyin: işkence yapan her rejim bunu kurtuluş, yüce bir amaç, bir cennet vaadiyle yapar. İster komünizm, ister serbest pazar, ister özgür dünya, ister milli çıkar, ister faşizm, ister liderlik, ister uygarlık, ister dini görev, ister istihbarat deyin, ne derseniz deyin; cennetin, hatta cennet gibi bir şeyin vaadinin bile bedeli daima, bir yerlerde, bir zamanda, en az bir kişinin cehennemi yaşaması olacaktır.

Rahatsız edici bir gerçek de şu: dünyanın her yerindeki işkenceciler gibi Irak'taki Amerikan ve Britanya askerleri de kendilerini kötü insanlar olarak değil; kamu yararının bekçileri, hiçbir şeyden haberi olmayan çoğunluğu şiddetten ve kaygılardan korumak uğruna kendi ellerini kirleten, belki birkaç uykusuz gece geçirmek zorunda kalan vatanseverler olarak görüyor. Ne şeytanlaştırılmış düşmanın neden öyle davrandığının önemi var, ne de aslında ülkelerini işgal etmiş bir dış güce direnme cüreti gösterdikleri için çizmelerin altında, çırılçıplak eziliyor olmalarının.

Alyoşa'nın yanıtı

Kurbanlardan en azından birinin haksız yere suçlandığı, İvan Karamazov'un bahsettiği çocuklar kadar masum olduğu ortaya çıksa, bunun bile önemi olmaz. O da suçlu olduğuna kanaat getirilenlerin acı kaderini yaşamalı: Saddam zamanında devletin istikrarı için, Saddam sonrası çağda ise yine aynı ülkenin ve tüm bölgenin demokrasi için istikrara kavuşturulması gibi ulvi bir görev adına her şey mübah. Irak'ta şimdiki operasyonları destekleyenler, işkencenin hayatın usandırıcı bir gerçeği olduğu o diğer ülkelerin vatandaşlarından farklı değiller, hepsi de İvan'ın sorusuyla yüzleşmek zorunda. Hayallerini süsleyen cennetin, tek bir masum insanın sonsuz ıstırap cehennemine dayalı olmasını bilinçli bir şekilde kabul mu ederler, yoksa onlar da Alyoşa gibi usulca, "Hayır, razı değilim" mi derler?

Alyoşa'nın İvan'a, insanlık adına söylediği, kendi adına işkence edecek bir başkasının sorumluluğunu üstlenmeyeceği. Alyoşa bize işkencenin sadece bir bedene değil, imgeleme de karşı işlenmiş bir suç olduğunu söylüyor. Bir başkasının acısını imgeleyebilme yetimizi devreden çıkarmamızı, çektiği acı artık bizim acımız olmayana dek onu insani özelliklerinden sıyırmamızı şart koşuyor, gerektiriyor, bunun için yanıp tutuşuyor. Bunu sadece işkenceciden, kurbanını her türlü merhamet ve duygudaşlığın dışına ve ötesine yerleştirmesi yoluyla talep etmekle kalmayıp; bilip gözlerini yumanlardan, bilmek istemeyip gözlerini yumanlardan, gözlerini ve kulaklarını ve kalplerini kapatanlardan da aynı mesafeyi, aynı hissizliği talep ediyor.

Bir soru daha var

Bu nedenle işkencenin sadece, biri gücün tümüne, diğeri acının tümüne sahip olan; biri ne isterse yapabilen, diğerininse beklemekten, dua etmekten ve direnmekten başka bir şey yapamadığı o iki beden arasındaki korkunç temasa bizzat girmiş olanları bozmadığını Alyoşa, bizim de bilmemiz gerektiği gibi, biliyor. İşkence, o iki beden arasında olup bitenler üzerine bir suskunluk buyurmakla toplumsal kumaşın tümünü bozar; aslında hiçbir şeyin olmamış olduğuna insanları inanmaya zorlar; sohbet ettiğimiz, çikolata atıştırdığımız, sevgilimize gülümsediğimiz, kitap okuduğumuz, konçerto dinlediğimiz, sabah sporumuzu yaptığımız yerlerden aslında hiç de uzak olmayan bir yerlerde yaşananlar için, kendi kendimize yalan söylememizi gerektirir. İşkence bizi kör, sağır ve dilsiz olmaya zorlar -Alyoşa'nın razı olamadığı budur.

Fakat İvan'ın kardeşine veya bize sormadığı daha ileri, ilkinden bile daha rahatsızlık verici bir soru vardır: Ya bizim iyiliğimiz uğruna işkence yapılan kişi suçluysa?

Ya biz sevgi ve uyum dolu bir geleceği, bizzat kendi kitle katliamı yapmış, o çocuklara işkence etmiş birinin ebedi acıları üzerine kurabilecek olsaydık; ya biz Adem'le Havva'nın cennet bahçesinin keyfini en başından bir kez daha sürmeye davet edilirken tek bir alçak insan, başkalarına çektirmiş olduğu korkunç acılara sürekli kendisi de maruz bırakılıyor olsaydı?

Daha da acili: Ya cinsel organları ezilen, derisi dağlanan kişi, patlamak ve milyonları öldürmek üzere olan bir bombanın yerini biliyor olsaydı?

'Evet, razıyım' der miydik? Çok kısıtlı ve belirli koşullarda, işkence kabul edilebilir mi? Irak'ın karanlık odalarında acı çeken bedenlerin resimlerinin insanlığın önüne attığı asıl soru bu, tanrısal ellerinde yaşam ve ölümün gücünü tutan bir insan tümüyle savunmasız ötekine yaklaşırken, kederli, sahipsiz gezegenimizin dört bir yanında pek çok cezaevinde bugün ve yarın -unutmayalım, tekrar tekrar yaşatılacak- bir büyük acı. O kadar mı korkuyoruz? Başkalarının karanlıklarda bizleri sonsuza dek yiyip bitirecek ve darmadağın edecek terör eylemleri işlemesine, bilerek ve isteyerek izin verecek kadar mı?