Irak izlenimleri 2: 'Zin zin Türkiye!'

-
Aa
+
a
a
a

Ömer Madra: Uluslararası Af Örgütü Türkiye temsilcisi Özlem Dalkıran’la tekrar beraberiz. Kendisiyle başladığımız röportajın ikinci bölümüne de geçme fırsatını buluyoruz. Hoşgeldin Özlem.

 

Özlem Dalkıran: Hoşbulduk. Tefrikaya döndü bu iş.

 

ÖM: E, tefrikaya meraklı bir radyodasın zaten, bu çok daha uzun bir tefrikaya olacağa da benziyor. Robert Fisk’in dün Independent’ta “Irak çalışmıyor, arızalı” diye bir yazısı çıktı ve “Görünürde, cilada bir normalleşme var yeni Irak’ın hayatında. Fakat bu cilayı biraz kazırsanız Amerika’nın bütün sözünü verdiği vaatlerin hiçbirinin yerine getirilmemesinden doğan bir ciddi cinayet ve anarşi durumu ortaya çıktı; epik boyutlarda bir trajediye de dönüşebilir” diyor ve tek tek petrol meselesini, Bağdat havaalanı meselesini, üniversitelerin açılmasını, sağlık hizmetlerinde, cep telefonlarında, geçici konseyin çalışmalarında neler olup bittiğini anlatıyor. Senin genel gözlemlerin ne şekilde?

 

ÖD: Fisk söylemişse doğru söylemiş. Herkes geldiğimden beri aynı soruyu soruyor: İnsanlar ne durumda? Dün akşam orada yaptığım çekimleri izledim, sokakta insanlarla konuşmuştum ve şunu sormuştum: “Ne hissediyorsunuz? Şu anki Bağdat size ne anlatıyor?” Herkesten aynı yanıtı almıştım: “Hiçbir şey... Bu ülkede artık yaşanmaz, gitmek lazım, parçalandık” diyorlar, dün söylediğim gibi güvenlik yok, hiçbir şey çalışmıyor, sürekli bir ümitsizlik ünlemleri vardı.

 

Dolayısıyla doğru söylüyor Fisk; mesela üniversite öğrencileri ile konuştuğumda “Tamam, eğitim yapıyoruz ama” -ben gittiğimde sınav dönemi idi ama şundan yakınıyorlardı- “biz bir savaş atlattık, bir travma yaşıyoruz, eğitimimiz aksadı, buna rağmen hayat normal gidiyormuş duygusu yaşatmak için bize hiçbir erteleme yapmadan, travmayı atlatmamız için bize herhangi bir izin verilmeden bütün ağırlığı ile bu sınavlara girdik, ama okulumuzun kantinlerinde askerler dolaşıyor, canları sıkıldığında öğrencileri arıyorlar” vs. çok ciddi hoşnutsuzluklar yaşıyorlardı. Sokaktaki insan artık günü geçirme kaygısına düşmüş durumda, “Bugünü de kazasız belasız nasıl atlatayım? Eve yiyecek götürebilecek miyim? Hadi yiyeceği götürdüm, evde elektrik yoksa bu yiyeceği nasıl saklayacağım? Acaba eve hırsız girdi mi? Acaba eve arabayla giderken birisi silahı doğrultup beni arabadan atıp, arabamı çalabilir mi?” İnsanlar bütün bu korku ile yaşıyor. Konsey, bu geçici hükümet zaten herkesin gülüp geçtiği bir şey.

 

ÖM: Alay konusu olduğunu da söylüyorlar. Üniversitelerle ilgili olarak da mesela; özellikle Baas partisine bir şekilde mensup olan üniversite üyelerinin, profesörlerinin 436’sını kovmuş Bremer. Bunun da doğru olduğu söyleniyor. Yalnız gerçek bir Baassızlaştırma politikasının sonunda birdenbire yeterince profesör elde olmadığını keşfediyorlar ve oldukça büyük sayıda geri alınıyor. “Bunların çoğu da aslında Baas’la bağlantılı olmayan ama mecburen girmiş olanlardı” diyor. Mesela Mustansiriye üniversitesinde atılan profesörleri olduğu gibi yeniden almışlar, sadece “Biz Baas’ı sevmiyoruz’ diye bir kağıt imzalayın” demişler.

 

ÖD: Doğru.

 

ÖM: “Prokonsül vali Bremer’in şöyle bir alışkanlığı var: kendi kararlarını geri alıyor” diyor. Mesela bütün Irak ordusunu da dağıtma kararı aldıktan sonra tekrar tayın bağlamış onların hepsine, ‘ya bize saldırırlarsa’ diye.

 

Özgürlük Iraklılar için anarşi ve baskı

 

ÖD: Tabii bu debaasifikasyon ya da baassızlaştırma meselesi daha çok başına çorap örecek gibi, çünkü halkın % 99.9’u. Baas üyesi olmamak mümkün değil, çünkü bir işte çalışıyorsan, terfi almak istiyorsan Baas üyesi olmak zorundasın. Üniversite öğrencisi isen ve mezun olmak istiyorsan mesela; öğrencilerden çok duydum, sınavlardan hemen önce Baas’tan insanlar geliyor ve “Eğer üye olmazsanız nasıl mezun olmayı düşünüyorsunuz?” diye hafif bir tehdit yollu... yani herkes Baas üyesi. Biz Tesfirat diye bir cezaevine gitmiştik, orada peşine düştüğümüz 17 yaşındaki gençlerden birini buldular, “ama Baas üyesiymiş, o yüzden içeride tutuluyormuş” dediler. Tercüman çocuk döndü “E, ben de Baas üyesiyim, nasıl olmayacaksın ki?” dedi. Yani bu, yanlarında çalışan tercüman. Ondan bu öyküyü dinlemiştim.

Dolayısıyla mecburen alacak. Bu üniversitelere eğitmen alma konusunda, ben gelmeden birkaç gün önce uluslararası bir televizyon kanalında çalışan bir Iraklıdan duymuştum. Akrabası Bağdat üniversitesinde üst düzey bir kürsü başkanıymış sanıyorum. Hiç bilmedikleri, tanımadıkları bir öğretim üyesini “bunu alacaksın” diye Amerikalılar getirmiş. O da, kimdir, nedir, sertifikası nedir diye itiraz ettiğinde, bayağı kemikleri kırılıncaya kadar dövmüşler.

 

ÖM: Bu geçici konsey gülünç durumda demiştin, onun da enteresan hikâyelerinden bahsediyor (Fisk). Bir kere Yüksek İslami Şura’nın bürosunu basmış ama aynı zamanda onun başkanını da geçici yönetime alıyor. Bir de ilk karar olarak, bütün üyelerine yeni arabalar alınması kararı çıkmış ve zaten eski başkanlık Saddam’ın saraylarından birinde çalışma kararı da ikinci. “Ahmet Çelebi’nin akılalmaz saçmalıktaki kararıyla da 9 Nisan’ı Saddam’dan kurtuluşun bir simgesi olarak bayram ilan etti” diyor. “Zaten haysiyetine düşkün, sayısız istila görmüş, işgal görmüş ve bunlara da karşı çıkmış bir ülkede bu yeni bayramın, tatilin işgalin ilk gününe denk gelmesi bir tuhaf oluyor...”

Enteresan bir şey daha: Atatürk usulü bir otokratik, otoriter demokrasi kurulması gerektiğini söyleyen Daniel Pipes diye bir akademik adamın görüşleri var. Yani demokrat zihniyetle otokratlar, zorbalar kurmalı ülkeyi... Bu nasıl olacak? Yani politik bakımdan ılımlı ama operasyonlarda sert olmalı diye bildirge yayınlamışlar. Ama demokrasiler bildiğimiz kadarıyla pek otokratlar tarafından yönetilmez, değil mi?Mustafa Arslantunalı: Hele işgal altında?

 

ÖD: Tam onu söyleyecektim; işgal altında olunca başka şansları yokmuş gibi düşünüyorlar herhalde? Zaten Irak’ta bu demokrasi masala dönüştü, hiç kimse... tamam başta özgürlük, demokrasi sözcükleri çok dolaşıyormuş ortada ama ben gittiğimde bu sadece bir espri olarak kullanılıyordu. “Özgürlük buysa mersi almayalım, biz özgür olmamayı tercih ediyoruz” diyor insanlar. Çünkü özgürlük anarşi anlamına ve baskı anlamına gelmeye başladı Iraklılar için.

 

MA: Ama Rumsfeld bunu söylemişti zaten.

 

ÖD: Tabii, yağma özgürlüktür...

 

ÖM: Bu hanımların durumuyla ilgili epey haberler geliyor. Kaçırılan kızlar, ırza geçmeler, vs. bu konuyla Uluslararası Af Örgütü ilgilendi mi?

 

ÖD: Özellikle kadınların durumuyla ilgili epey bir peşlerine düştük, çünkü çok sayıda rivayet var ama Af Örgütü’nün çalışma ilkeleri nedeniyle biz doğrudan birinci elden tanık ya da mağdur arıyoruz, doğrulamak için. Tabii konu çok hassas, çok muhafazakar bir toplum. Dolayısıyla da kimse konuşmak istemiyor. Ama mesela komşusunun başına gelmiş olanlar ya da yakın çevresinden bir kadının başına gelmiş olanlar aracılığıyla duyduğumuz var. Kaçırmalar konusunda çok sayıda rivayet duyuyoruz, ama bunların ne kadarı tecavüz amaçlı, ne kadarı fidye amaçlı çok ayırt edemiyorsunuz, çünkü kaçırmaların pek çoğu aslında paraya dayanıyor. Böyle bir şey var. Eğer kız kaçırıldıysa ve bir şekilde tecavüze uğradıysa bunun sonucunda namus cinayetleri olabiliyor. NY Times’dan bir arkadaşla konuşmuştuk, o mesela morgda bir hemşirenin ifadesini bize okuttu, “Çok sayıda genç kız veya kadın cesedi geliyor buraya ve bunlar belli ki töre cinayeti ama hiçbir şekilde bulamıyoruz” diye. El Muhacehe gazetesi 9 yaşında bir çocuğa tecavüz olayını ortaya çıkardı. Kadınlar son derece terörize olmuş durumda, yani iki misli panik yaşıyorlar. Mesela kocası şehir dışında diye 40 gün evden çıkamayan kadınlar var. Bu kadın daha önce çalışan bir kadın, eğitimli bir kadın, eve hapsedilmeyi bilmeyen bir kadın. Kız okullarının önünde çok sıkı güvenlik tedbirleri alınmaya başlandı, çünkü kaçırılıyorlar.

 

“Amerikan ordusunda size düz atmayı öğretemiyorlar mı?”

 

Koalisyon hükümeti benim gittiğimin ikinci günü, uluslararası sivil toplum örgütlerini toplayıp bir yardım talebinde bulunmuştu. “Fuhuş sektöründe çalışan ya da zorla çalıştırılan kadınları biz yakalamak istiyoruz, yani onları kurtarmak istiyoruz” diyerek yardım istediler. Ama şema şöyleydi, “Biz kurtaralım, onları araçlara dolduralım, bunlara barınağı siz bulun, rehabilitasyonu siz yapın, çünkü bizim uzmanlık alanımız bu değil ve bunu hemen yapalım.” Oraya gelen yardım örgütleri, sivil toplum kuruluşlarının şeyi bu değildi, dolayısıyla oradan da kaçırmalar ve fuhuş sektörünün hızla büyüdüğüne dair ipuçları almıştık.

 

ÖM: Bu tarzdaki şeylerin ilginç bir örneğinden daha bahsediyor Fisk. Amerikalılar, ya da işgalci güçler koalisyonu adına muhbir olarak çalışan insanların da başına bazı şeyler geliyormuş. Duluya diye bir yerdeki bir olaydan bahsediyor; orada bir operasyon yapılmış ve iki kişiyi öldürmüşler. Sonradan masum olduğu çıkmış Iraklıların fakat ondan sonra da orada kimliği belli olamayan, başına bir şey geçirilmiş bir ihbarcı, muhbir de teşhis edilmiş. Daha sonra hemen arkasından babası bizzat oğlunu öldürmüş tespit...

 

ÖD: Bunu Fisk anlatmıştı.

 

MA: Fisk’le karşılaştınız, değil mi?

 

ÖD: Evet, karşılaştık. Fisk sonuçta iyi haberin kokusunu çok güzel aldığı için bizim heyetimiz geldiğinde bu memorandumu sunmamızdan 3 gün önce karşılaştık, bizimle konuşmaya geldi. O zaman 2-3 gün üst üste bayağı yoğun muhabbet ettik.

 

ÖM: Benim anlamakta güçlük çektiğim şeylerden biri, mesleki bir merak olarak soruyorum sadece bunu, olup bitenlerde bir koku alırsa, ki çok kuvvetli bir haber kokusu alma hassası var herhalde, gidiyor, hatta Afganistan’da bir kez daha başına gelen şeye benzer bir şey gelmiş, “tek yabancı muhabir bendim orada” diyor, halkın üstüne ateş açılmış, vs. “bütün öfkelerini benim üstüme kustular, linç eşiğinde dolaşmak benim kaderim oldu galiba” diyor. Bütün bunları topluyor, Uluslararası Af Örgütü gibi kuruluşlarla da temas ediyor, basın toplantılarına gidiyor ve ondan sonra da sayfalarca çok ayrıntılı yazılar yazıyor.

 

ÖD: Ben onu daha tanımadan önce oturup, sakin sakin gidip dolaşıp, sonra da masasında yazı yazan biri zannediyordum. Hayır, pire gibi adam, inanılmaz hiperaktif bir adam, durduğu yerde duramıyor ve hakikaten nerede en ufak bir koku aldığında, herhangi bir sohbet arasında bir cümleden, satırarasından bir şey yakalıyor ve hemen “adresini ver bakayım onun bana, bu çok iyi bir hikaye” diye fırlıyor gidiyor. Bizim vakalardan birinin adını aldı, gitti onunla konuştu. Bizim mesela sadece vaka olarak yazdığımız bir şeyi inanılmaz bir öyküye dönüştürdü: “Amerika’nın utancı” diye. Başına da gelmeyen kalmıyor tabii dediğin gibi. Bir kere de askerlerle bir ev baskınına girmiş, o da, askerlerin “aslında bakın biz nizami arama yapıyoruz”u göstermek için. Fakat iş tam tersine dönmüş. Bir tane içeride kadın elinde bir av tüfeği ile –çünkü aniden kapı açılıp haldur huldur girildiği için panik yapmış...

 

ÖM: Evin namusunu koruyacak.

 

ÖD: Hırsız mı, arsız mı, asker olduğunu kimse bilmiyor ki, elinde tüfek ve tüfeği doğrultmuyor, bayağı yan tutuyor, pasif tutuyor tüfeği. Fisk de hemen kapının kenarında ama askerler bu arada “silahı bırak, silahı bırak!” diye bas bas bağırıyorlar. Kadın da şok olmuş bırakamıyor silahı ve Fisk’e “çekil oradan, yoksa sen de yanlışlıkla vurulabilirsin” diyorlar. Fisk bunlara dönüp “Amerikan ordusunda size düz atmayı öğretemiyorlar mı? Nasıl olacak da 45 derece eğimle... burada bir kasıt ararım” diyor.

 

“Hangi STK yapacak, birisi bu işi alsın!”

 

ÖM: Öyle bir anda da bunu söyleyecek cesareti var? Tecrübe denen şey bu olsa gerek, 27 senedir oralarda olursa...

 

ÖD: “Sonunda artık kadın o kadar şok ki, ben de bağırmaya başladım: ‘Kadın, bırak silahı, bırak silahı!”

 

MA: O Arapça bağırıyor herhalde, çünkü Amerikalılar İngilizce bağırıyorlar?

 

ÖD: Tabii. Hakikaten çok şık bir şekilde, sizin yazdığınız bir haberi bile alıp bambaşka bir habere dönüştürme becerisine sahip. Aradan bir satırını alıp oradan yeni bir öykü yaratıyor. Çok ciddi araştırma yapıyor tabii.

 

ÖM: Tüm bunları oturup sayfalarca yazabiliyor, hepsinin de referansını vererek. Bu çok acayip bir iş. Bir yerde Amerikan askerleriyle konuşurken “ya, ailemden çok uzakta kaldım” deyince “al şu telefonu ara nişanlını” deyip kendi telefonunu da verebiliyor. Böyle insani sahneler var...Nereye doğru gideceğini bekliyorsun? Bir ay oldukça iyi bir dönem, değişmeleri de gözlemleme imkânı var. Biraz da projeksiyon şeklinde konuşalım. Nasıl bir izlenim var sende?

 

ÖD: Bende şöyle bir izlenim var: Belki de Iraklılarla çok haşır neşir olduğum, yarı Iraklı ruh haline büründüğüm için belki, pek ümitsiz görüyorum durumu. Yapılmaya çalışılan “iyileştirmeler” bir yere varmıyor. Herhangi bir plan olmayınca anında plan değişikliği oluyor, günlük planlar üzerine bir şeyler inşa edilmeye çalışılıyor. Ondan sonra da Bremer’ın yaptığı gibi geri adımlar atılıyor. Koca bir ülkeyi Baas’tan arındırma politikası güdüp ondan sonra Baaslandırma herhalde Amerika’ya mahsus bir şey. “Altyapı çalışmaları yapıyoruz, elektrik sistemi, su sistemi yapıyoruz” diyor, ondan sonra bir STK brifing toplantısında bakıyorsunuz “hangi STK bu konuda bize destek vermek ister, birisi bu işi alsın” diye sürekli bir ihale etme ruhundalar. STK’ları çok seviyorlar, çünkü onların yerine çalışıyorlar nasılsa, böyle garip bir durum var ortada. Bilemiyorlar ne yapacaklarını. Karşı karşıya bulundukları toplum çok parçalı, puzzle gibi bir şey Irak.

 

ÖM: Etnik, din, vs.

 

ÖD: Herşey var, mahalleden mahalleye farklılaşan gelenek var, mahalleden mahalleye farklılaşan kültür var. Ve unutulmaması gereken; çok ciddi bir Mezopotamya kültürünün üstüne büyümüş. Biz hep Anadolu medeniyetlerin beşiği diyoruz. Sonuçta aynı şey, aynı coğrafyanın uzantısı.

 

ÖM: Yalnız daha eski, ilk medeniyetler...

 

ÖD: Tabii, yine eski medeniyetler deyince, Iraklıların yakındıkları şeylerden biri “Irak atlarımız 91’den sonra kaçtılar, bize küstüler, gelmiyorlar” diye üzülüyorlar. Bu kadar şeylerine bağlılar. Savaş sırasında atların çoğu telef olmuş, diğerleri de kaçmış ve “artık eskisi gibi Irak atı yok” diye hayıflanabilen, bütün bu açlığın, yoksulluğun, perişanlığın arasında buna hayıflanıyorlar. Müzedeki eşyaların gelmemesine, geri gelememiş olmasına hayıflanabilen bir toplum var orada. Bu dengesizliği –onlara göre bir dengesizlik bu çünkü- algılayamıyorlar, yani bir yandan kendi toprağına, kendi kültürüne sıkı sıkıya bağlı, öte taraftan çok ciddi kendi günlük hayatında travmalar var. Şimdi siz bu altyapıyı çözemezseniz, bu insanları tanıyamazsanız, bu halkla ilgili yapmaya çalıştığınız herşey geri tepecektir. Çünkü halk tarafından benimsenmeyen her türlü iyileştirme havada kalır. Dolayısıyla çok Amerikan usulü çalışıyorlar, mesela ihalelerin hep Amerikan ve İngiliz şirketlerine gidiyor olmasından çok kolay bir resim çıkarıyorlar. Biraz salak yerine konmaktan da mustaripler.

 

ÖM: Evet, çok acayip bir şey bu. İki şey sormak istiyorum; “sağlık hizmetleri düzeliyor” diye Paul Bremer’ın yaptığı açıklamalar var, fakat esrarengiz bir Amerikan şirketi çıktı, ABT Associates diye. O gelmiş sağlık bakanlığına ve “teknik yardım artık bizden sorulur” diye o devreye girmiş. US Aid var ya, yardım temel kuruluşu, “bütün şeylere bizim şirket üzerinden yapacaksınız diye peydan olan bir şirket var” diyor ve çok enteresan bir şey var; “tıpkı cep telefonlarında olduğu gibi, bütün tıbbi malzeme Amerikan standartlarına uygun olacaktır” diye Bremer’dan bir kararname çıkmış.

 

Bağdat havaalanında 2-3 bin tutuklu

 

ÖD: Minik bir eyalet yapmaya çalışıyorlar herhalde?

 

ÖM: Bütün yeni alınacak malzemeler, röntgen cihazı, emar, vs. Amerikan standartları olacak. Dolayısıyla Avrupalılar işin içine girmeyecekler. Aynı şekilde cep telefonlarında da Amerikan sistemi. Amerikalılar kapattırmışlar orada çalışan bir operatör şirketini, Bahreyn’i.

 

ÖD: Evet. Ben gelmeden iki gün önce çalışmaya başlamıştı, çok sevinmiştik, nihayet uydu telefonlarından kurtulacağız diye. Kapattırmışlar mı?

 

ÖM: Evet. Bremer onun kapatılması kararını almış. Fazla erken devreye girdi, hazırlıklar tamam değil diye.

 

ÖD: Tabii, çünkü ihale açtılar.

 

ÖM: Evet. Fisk’in dünkü yazısında ama diğer ihaleye girecek bütün şirketlerin çok büyük çoğunluğunun Amerikan olduğunu söylüyor. Bir de 2000’den fazla tutuklu insan var Bağdat havaalanında, değil mi?

 

ÖD: El rivayet, 2000-3000 arası.

 

ÖM: Onları görme imkanı yok değil mi?

 

ÖD: Yok tabii, mümkün değil. Bir tek Uluslararası Kızılhaç komitesi görebilir. Bize Bremer’ın ofisinde yaptığımız toplantıda da bir kez daha çok net altını çizerek söylediler ki, biraz da küstahça tavırla “Biz zaten tutuklu ve gözaltındakilerle ilgili, savaş esirleri ile ilgili Uluslararası Kızılhaç Komitesi ile görüşmeler yapıyoruz, dolayısıyla size pek ihtiyaç duymuyoruz” babından bir yorum yaptılar. Sadece Uluslararası Kızılhaç Komitesi’ne izin var.

 

ÖM: Peki bu kötü muamele, kemik kırmalar, dövmeler, tokat, vs. onlar oradaki raporda, Uluslararası Af Örgütü raporunun o Bağdat havaalanındaki hapishanede mi yoksa?

 

ÖD: Muhtelif; o da var, Abu Graib de var, iki tane daha var, Kambukka’dan gelen haberlerde benzer şeyler var. Dolayısıyla daha yaygın bir şey. Başka iddialar da var bizim rapora koyamadığımız -çünkü doğrulama imkanı bulamadık- ama güvenilir kaynaklardan aldığımız: Mesela kadın askerler kullanılarak onur kırma. Mesela kadın askerlere dövdürme, tuvalete giderlerken yanlarında kadın asker eşliğinde ihtiyaç gidermeye zorlama gibi ekstra bir onur kırıcı davranış olduğuna dair bilgiler geldi.

 

ÖM: Peki bu neden kaynaklanıyor? Kör gözüm parmağına bir haysiyetine de iyi kötü düşkün bir halk, oldukça geleneksel, neden? Kasten mi yoksa kültür farkının fark edilememesinden mi?

 

ÖD: Bence kasten, çünkü aramalarda bile kadınları erkekler aradığında isyan çıkaran bir toplum, bunu gördüler; bunu gördükten sonra hâlâ ısrarla erkeklerin yanına kadın asker verip şey yapıyorlarsa, burada ben kasıt ararım. Çünkü tamam, ilk başta belki bilgisizlik diyelim. Bu da çok inandırıcı değil ama, eleman eksikliği yok diyelim, yeterince kadın asker yok diyelim aramalarda. Bütün tepkileri aldıktan sonra bunda ısrar etmek kasıt ve yıldırma politikası. ‘Bizim demir yumruğumuz var’ diye gösterme olarak anlıyorum.

 

ÖM: O zaman da tabii bu kalpleri ve zihinleri kazanma kampanyasının süratle tam tersine, yani ‘winning hearts and minds’ diye dillerden düşmeyen, batı medyasında dillerden düşmeyen bu klişe lafın tam tersine bir nefreti, yani tam bir işgalci kuvvet, bildiğimiz işgal kuvveti gibi davranıyorsa, kalpler ve beyinler nasıl kazanılacak diye sormadan edemiyor insan.

 

ÖD: Bir tek çocukların kalplerini kazanabiliyorlar çünkü klasik Amerikan askeri, şeker çikolata dağıtıyor. Eğer bir meskun mahalde ise çocukların İngilizce derslerine yardımcı oluyor. Ama sistemli, hükümet anlamında, işgalci kuvvetin sorumlulukları anlamında bir kalp ve beyin kazanma –beyin kazanma ihtimali daha da düşük üstelik- mümkün olmuyor. Biz artık dalga geçmeye başlamıştık bir süre sonra; “emir gelmiş, bugün iyi davranma günü” diye. Bir takım check point’lerden geçerken “good morning mam” derler, fakat o gün daha iyi davranmak istiyorlarsa, “günaydın, bugün nasılsınız, hava çok sıcak mı, bir şey ister misiniz, yardıma ihtiyacınız var mı?” gibi 4-5 soruyu arka arkaya soruyorlar. O zaman diyoruz ki, bugün özel emir var, bir yerlerde bir şey olmuş ki bunlar bize iyi davranıyor.

 

Af Örgütü ne yapıyor?

 

ÖM:  Çok umut verici bir tablo ortaya çıkmıyor. Bu arada bir dinleyicimiz, Sinem Yavuz şöyle bir soru soruyor: “Çok sayıda insan hakları ihlaline rastlandığını gözlemlediğinizi söylediniz. Peki bunun karşısında Amnesty International ne yapıyor?”

 

ÖD: Af Örgütü’nün normal çalışma çerçevesi içinde olmayan ve yaptığımız bir işi dün anlatmıştım. Bize gelen ailelerin yakınlarının izini bulmaya çalıştık onlarla birlikte orada. Af Örgütü öncelikle araştırma yapıyor ve ihlalleri tespit etmeye çalışıyor. Ondan sonra bu ihlallerin sona ermesi için neler yapılması gerekiyor? Uluslararası insan hakları standartlarına uygun davranılması için nelere özen gösterilmesi konusunda tavsiyelerde bulunuyor. Bütün bu anlattıklarım, gözaltında kötü muameleler, aramalar, aşırı güç kullanımı gibi yaptığımız tespitler ve tavsiyelerimizi bol miktarda vaka örnekleri ile birlikte, 30 sayfalık bir memorandum haline getirdik ve 23 Temmuz’da Bremer’in yardımcısı ve hukuk danışmanları ile yaptığımız uzun bir konuşmada kendilerine sunduk.

Daha önce de birkaç kez gidip konuştuk zaten yasal danışmanları ve avukatlarla. Bir veri bankası oluşturulması için çok ısrar ettik ve oluşturuldu. Bizim sayemizde mi oluşturuldu? Hayır, zaten yapılacaktı ama belki çabuklaştırdık. Bunları dünyaya duyuruyoruz, BM’ye sunuyoruz, bütün bunların yerine getirilmesi için dünya devletlerinden yardım istiyoruz. Biz işgal başlamadan çok önce “İnsan hakları gözlemcileri Irak’a yerleştirilsin” dedik. Bunun nedeni biraz bu işgali önlemek, orada bağımsız gözlemciler olduğunda bu insan hakları ihlalleri iddiaları belki savaşın temel nedenlerinden biriydi, bunu önlemenin bir yolu da buydu, BM’yi devreye sokmaktı.

 

ÖM: Yani Af Örgütü gibi uluslararası ve geniş tecrübeye sahip sivil toplum kuruluşlarının, hükümet dışı kuruluşların en büyük faydası da bir kamuoyu baskısı, bilgiyi yaymaktan öteye bir şey...

 

ÖD: Tabii, bir yaptırım yok ki. Biz sonuçta hükümet dışıyız, bir hükümet gibi yaptırım zaten sözkonusu değil.

 

ÖM: Buna karşılık bunlardan ne kadar rahatsız olduklarını gösteren yeni ve çok önemli belirtiler var ABD’de. Bush yönetimi, Wolfowitz ve American Enterprise Institute diye adlandırılan o en sağcı ve baskıcı kuruluşun, “Bu uluslararası örgütler de çok oluyor, bunlara hiçbir şekilde yardım edilmemeli. Bunlar kendi başlarına bir terör kaynağı olmaya varıyorlar” demeye kadar gelen çok acayip iddiaları da vardı. Bu da etkili olduğunu gösteriyor aslında.

 

ÖD: Tabii etkili. Sonuçta bu memorandum açıklandıktan sonra BBC Today’da Jack Straw’la görüştü bizim heyet başkanımız 23 Temmuz sabahı ve bu iddiaları Jack Straw’a da iletti yayın sırasında. Jack Straw “Eğer bu iddialar Af Örgütü tarafından söyleniyorsa ciddiye almak gerekir ve araştırmak gerekir” dedi. Bundan 4 gün sonra da Basra’da 4 asker soruşturma altına alındı işkence ve kötü muamele iddiasıyla. Sonuç alıyoruz, evet tabii toplu halde ihlalleri, dünyanın hiçbir tarafında, hiç kimse, BM de dahil, devletler de dahil değiştiremiyor. Af Örgütü’nün temel misyonu bunu kamuoyuna duyurmak, devletlere duyurmak ve gerekenin yapılması için baskı oluşturmak.

 

ÖM: Bu soruşturmanın sonucunu da takip edecektir herhalde; bu askerler gerçekten yargılanıp disiplin cezasına çarptırılacak mı, uluslararası standartlara uymuyor diye?

 

ÖD: Tabii. Mesela dün Bağdat’taki arkadaşım beni aradı. Peşine düştüğümüz ve izini bulamadığımız vakalardan birini daha bulmuşlar, yine Ummukasır’daki Kampukka’da çıkmış.

 

ÖM: O kayıp adam?

 

ÖD: Evet. Gözaltına alınmış ve nerede olduğu bilinmeyen adam orada çıkmış. Peşindeyiz, bir aydır arıyorduk, sonunda bulduk.

 

Medya ile insan hakları örgütleri yakın ilişkide

 

ÖM: Tabii iğneyle kuyu kazmak gibi. Benim kişisel izlenimimi aktarmama izin verirsen: Buradaki genel tablo, tüm dokusu dağılmakta olan bir toplumun içinde, gazetecilik, gerçek anlamda, objektif gazetecilik yapmak muazzam bir efor gerektiriyor. Sivil toplum kuruluşlarının işi de çok ağır, iğneyle kuyu kazmak gibi. Fisk nasıl haber için hem pire gibi hem de iğneyle kuyu kazar gibi, sizden, şuradan buradan aldığı bilgilerin peşinden koşturuyorsa, sizinki de aynı şekilde çok belalı bir iş. Savaş böyle bir şey anladığım kadarıyla.

 

ÖD: Tabii. Dün “Savaş bitti mi?” diye konuşuyorduk; bir düzen yok, düzen olmayınca da siz de paramparça çalışıyorsunuz. Mümkün olduğu kadar organize çalışmaya çalışıyorsunuz ama Irak’ta bizim araştırmalarımıza, bizim çalışmalarımıza son derece büyük destek veren, yardım eden iki temel kaynak vardı; bir Irak halkının kendisi, ikincisi de medya.

 

MA: Irak medyası mı?

 

ÖD: Uluslararası medya da. Mesela bu kayıp arkadaşı bulan The Guardian, çünkü öyküyü dinledikten sonra son derece etkilendi ve biz 20 gün çalıştık, o 10 gün bilfiil bir tek bakanın peşinde koştu. Bunun gibi kendilerine ulaşan vakaları mutlaka bize iletiyorlar peşinde koşmamız için. Orada sınırlar bayağı birbirinin içine girmiş durumda, medya ile insan hakları örgütleri çok yakın ilişki içinde orada mecburen. Çünkü herkesin amacı aynı, önce düzenin oturması.

 

MA: Biz izlenim sormak istiyorum: Bir gerilla savaşının başladığı söyleniyor. Amerikan askerlerine saldırılar var. Daha ileri giderek bir direnişin örgütlenmekte olduğu söyleniyor, hatta kurtuluş savaşı gibi terimler kullananlar da oldu basında. Böyle bir örgütlü direnişin izi var mı orada?

 

ÖD: Varsa bile bunu görmek hiç kolay değil.

 

MA: Ya da hissetmek.

 

ÖD: İki tercümanın öldürülmesinden söz etmiştim. Mesela o tercümanlardan birini öldürenler hasbelkader başka bir arkadaşa neden ve nasıl öldürdüklerini anlatırken “Amerikalılarla işbirliği yapıyorsun diye ben onu uyarmıştım zaten. Beni dinlemedi. Ben de gittim arkadaşlara söyledim, karar aldık.” Organize bir durumdan söz ediyor ama böyle topyekün bir şey o denli hissedilmiyor.

 

ÖM: Babası, Amerikalılar hesabına çalışan o muhbir çocuğu öldürdükten sonra, şunu söylemiş: “Bunu öldürmek zorundaydım, ama kalbimin bir bölümünü de götürdü, kalbim hâlâ onunla beraber” diyor. Çok feci yani.

 

ÖD: Tabii, yoksa zaten başkaları çok daha beter işkencelerle öldürecek; bir de öyle bir tarafı var.

 

ÖM: Onlar da görünmeyen tarafları işte. Yemekler güzeldi; iyi şeylerle bitirelim bari...

 

Bağdatlılardan Türkiye’ye tezkere teşekkürü

 

ÖD: Çok güzel bir şeyle bitireyim o zaman. Ben aslında Türkiye halkına Irak halkından teşekkür getirdim. Bunu söylemeyi hep unutuyorum, çünkü oraya gittiğimde -biliyorsun ben aynı zamanda Barış Girişimi ile, savaş karşıtı hareketle de ilgili çok çalıştım- Türkiye’den gittiğimi duyan herkes “Zin, zin, Türkiye zin” diye bağırıyordu, “İyi, iyi, Türkiye çok iyi” diye. “Neden?” dedim. “Dürüst davranan tek ülke oldu, savaşa karşı önümüzde durdu, bize kalkan oldu. Türkiye halkına çok teşekkür ederiz, bizim için çok çalıştınız” diye bayağı bir duygusal dakikalar geçirdim orada.

 

ÖM: Ve bu genel kanaat öyle mi?

 

ÖD: Genel kanaat tabii. Ben altını çizeyim, hep Bağdat’taydım; yani kuzeye ya da güneye gitmedim, dolayısıyla oradaki halkın ne düşündüğünü bilmiyorum. Ama Bağdat halkından büyük teşekkürler, büyük kucaklamalar ve öpücükler getirdim Türkiye halkına.

 

ÖM: Şimdi oraya asker göndermeyelim diyorsun yani?

 

ÖD: E, yani bunu bana sormak ayıp olmuyor mu Ömer? Tabii ki.

 

ÖM: Bu şakaydı, aslında son derece önemli bir şey, iyi bir notla bitirdin. Bunun batıda görüldüğünü biliyorduk, Avrupa ülkelerinden çok önemli düşünürler ve yazarlar bunu yazdılar, Türkiye’de bu tezkerenin reddedilmesinin ne kadar önemli bir adım ve karar olduğunu. Ama Irak halkının, en azından Bağdat halkının, ahalisinin...

 

ÖD: İstisnasızdı yani, bir tane kötü yaptınız duymadım.

 

MA: Bu herhalde çok yaygın bir şey. Yakınlarda bir arkadaşım İtalya’ya gitmişti, “İlk defa Türk olduğum öğrenilince böyle tepkiler gördüm” diye anlattı. “Siz aslansınız, kaplansınız, şunu yaptınız, bunu yaptınız” diye hep böyle normalde “Sizin ülkede askerler ne yapıyor?” diye sorulurken “aniden böyle bir tepkiyle karşılaştım” dedi.

 

ÖD: İyi hissediyorsun Türkiye’den gittiğin için, güzel bir duygu.

 

ÖM: Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmaktan gurur duyuyorsun, değil mi? Çok enteresan bir şey, “Zin Türkiye” öyle mi?

 

ÖD: Evet.

 

(1 Ağustos 2003 tarihinde Açık Radyo’da Açık Gazete programında yayınlanmıştır.)

 

Irak izlenimleri 1