İclâl Ar - Kızıl Saçlı Soprano

-
Aa
+
a
a
a

 

  1951 yılbaşı gecesi eşi Vedat Ar ile

İclal Ar ile 1989 yılında tanıştık. Ferhan Şensoy Ses Tiyatrosu’nu restore etmiş, İstanbul Belediyesi de bir multivizyon hazırlanması için benimle ilişki kurmuştu. Bu mekanda kimler oynadı, çalıştı diye araştırırken, 1930’lu yıllarda Şehir Tiyatrosu’nun dekorlarını yapmış olan Vedat Ar’la tanıştık. Röportaj yapmak için evine gittiğimde eşi İclal hanım da, günlük jimnastik çalışmasını yapmak için spor salonuna gidiyordu. Vedat beye laf arasında sordum. 1930'lu yıllarda İpek Film Stüdyosu'nda montajcı olarak çalışırken tanışıp evlendiklerini söyleyince ilgim iyice arttı. Aile albümlerindeki fotoğraflara baktığımda ise kararımı vermiştim. Vedat Ar’dan sonra İclal hanımla da röportaj yapacaktım. O dönemin bir kadın dergisinde yer alan bu röportaj “Kızıl Saçlı Soprano” başlığı taşıyordu. Aradan 15 yıla yakın süre geçti. Ar çiftiyle ilişkim hiç kopmadı. Vedat Ar’ın bana hediye ettiği “ex libris”li kitaplar kütüphanemin en değerli köşesini oluşturuyor. Onu bir kaç yıl önce kaybettik. İclal Ar ise her dönem olduğu gibi, yaşama sıkı sıkıya bağlı. Şu sıralarda, çektiği fotoğrafları Levent Tenis Kulübünde sergiliyor (23 Nisan-8 Mayıs).

İclal Ar, müzikle içiçe yaşamış bir aileden geliyor. Anne tarafından dedesi Kılıççı Osman Bey yıllar önce Selanik'ten gelip İstanbul'a yerleşmiş bir tüccar. Onun eşi Havva hanım ise bu kalabalık ailenin temel direği. En büyük çocukları Besime hanım çok iyi keman çalıyor. Besime'den sonra gelen kızkardeş Rabia Afet hanım (ki İclal Ar'ın annesi olacaktır), alaturkaya meraklı ve ut çalıyor. Neyyire ve Lebibe adlı ve aralarında sadece bir yaş bulunan diğer iki kızkardeş ise aile arasında güzel sesleriyle ünlü. Onlarla yıllar sonra, "Lale ve Nergis hanımlar" takma adlarıyla gramofon yıldızları olarak yeniden karşılacağız. Daha ufak kardeşleri de ablalarının yolundan yürüyecek. Ama gerçek adıyla, Belkıs hanım olarak plaklar dolduracak, radyo konserleri verecek.

 

 

İclal Ar; bu kızkardeşlerden Rabia Afet hanımla Edip Kalyoncu beyin çocukları olarak böyle bir müzik ortamında dünyaya geldi. Şişli'de bir apartman dairesinde oturuyorlardı. İclal on, onbir yaşındayken ilginç bir olay yaşandı. Kapıkomşularının ahbapları olan bir Macar karıkoca, Kücük İclal'ın içindeki sanatçı kişiliği keşfetti. İclal'in anne ve babasına, "Kızınız çok yetenekli, olağanüstü bir sesi var. Ayrıca çok güzel bir kız da olacak. Onu bize verin, Peşte'ye götürelim, bir sanat okuluna yerleştirip yetiştirelim," dediler. Edip bey daha ileri görüşlü olduğu için razı oldu ama Afet hanım teklifi duyar duymaz düşüp bayıldı. Böylece Budapeşte hayalleri dile getirildiği an toprağa gömüldü.

 Üç teyzesi ve iki kuzeni ile (resmi büyütmek için tıklatınız)

Bu arada İclal Nişantaşı Ortaokulu’nu bitirmişti. Ailesi o zamanın ölçülerine göre, bunu yeterli bir eğitim olarak kabul etti. Edip bey, giderek büyüyen kızının evde sıkıldığını farkederek onu yeni açılan İpek Film Stüdyosu'na yerleştirdi. İclal'in teyzesi Neyyire hanımın eşi Naci İpekçi'ydi. İşe başladığı gün onu stüdyonun müdürü Vahit İpekçi bey karşıladı. Ardından Nazım Hikmet'le, Muhsin Ertuğrul'la ve diğer oyuncularla tanıştı. İclal Ar o yılları şöyle anlatıyor:

 

Nâzım Hikmet: "İclal'i odama yollayın"

 

"Film montaj işlerini öğrenmeye başladım. Laboratuvar şefi Hoffman amirimdi. Bana üst katta bir montaj odası verdiler, burada çalışıyordum. Odama oyuncuların gelmesini Vahit bey yasaklamıştı. Beni küçük bir kız olarak kabul edip, korumasına almıştı! Ses mühendisimiz Morgen, Tobis-Klang firmasından gelmişti. Nâzım Hikmet o zamanlar İpek Film Stüdyosunda senaryo yazarı olarak çalışıyordu. Bana aşık oldu. Ünlü bir şair, çok etkileyici bir kişi. Ben de hoşlanıyorum ama, Nâzım evli. Bu nedenle duygularımı hiç belli etmiyorum. Ama o her fırsatta yalnız kalmak için zemin yaratıyor. Müdür Vahit beye, İclal'ı benim odama yollayın, diyor. İş gereği mecburen gidiyorum. Ama çalışmak ne mümkün, Nazım habire ilanı aşk ediyor, ben de başımı eğiyor öylece duruyorum. Filmlerde, operetlerde şarkılara söz yazarken ‘kızıl saçlı kız’dan söz ediyor, sonra bunları bana okuyup, benim için yazdığını söylüyor. Ama çok etkileyici olmasına ve ondan hoşlanmama rağmen hep uzakta tuttum kendimi."

 

 

 İpek Film Stüdyosu laboratuvar şefi Herr Hoffman (ortadaki) 

İclal Ar, daha sonra kocası olacak Vedat Ar'la da bu stüdyoda tanıştı. Yine kendi sözleriyle aktarıyorum: "Bir gün Paris'ten yeni bir genç dekoratör geldi dediler. Vedat'la böyle tanıştım. İpek Film'in dekorlarını yapıyordu. Ben bu arada projeksiyon makinesini kullanmayı da öğrenmiştim. Gelen misafirlere stüdyoda film gösteriyorum.  Sürekli çalıştığımız Muhsin Ertuğrul beni çok sevmişti: İclal'ciğim, bir senin, bir de Feriha Tevfik'in yüzüne bakınca içimi huzur kaplıyor, dinleniyorum, derdi. Beni film oyuncusu yapmak için çok uğraştı. Karım Beni Aldatırsa filminde, Bir Millet Uyanıyor'da oynatayım diye sürekli ısrar ediyordu. Ben de düşündüm ama biliyorum ki imkanı yok, aile izin vermez. Sormadım bile. Muhsin bey baktı ben sinema oyuncusu olamayacağım, o zaman seni evlendireyim, dedi. Böylece Vedat'la evlenmeye karar verdik. Evlilik töreninde Muhsin Ertuğrul bey benim şahidim oldu.

1933'de evlendik, stüdyodan ayrıldım. Zaten oradaki faaliyetler de yavaşlamıştı. Yaşantımız tamamen başka bir yöne çevrildi."

 

İclal Ar, İpek Film Stüdyosundan ayrılıp ev kadınlığına başladı. Ama içinde çocukluktan beri varolan sanat ve müzik aşkı hiç sönmemişti. Bu dönemde günler aile arasında toplantılar yaparak geçiyordu. Bu tür bir toplantıda Necip Celal’le tanışıldı. “Onunla kısa sürede arkadaş olduk, zaman zaman akordeonunu alıp o da bizim toplantılarımıza gelmeye başladı.  Bir gün yine yerlerde oturmuşuz. Romantik olsun diye herhalde, elektriği söndürüp mumları yaktık, birlikte şarkı söylüyoruz. Necip Celal'in gözleri kör ama, ışığı görebiliyordu. Çocuklar, şu mum ışığını da söndürün de, bu akşam hepimiz eşit olalım, dedi. Ağlamaya başladık."

 

Evlerdeki toplantılar giderek tango seanslarına dönüştü. Yine böyle bir gecede İclal Ar’ı İstanbul Radyosu Müdürü Mesut Cemil de dinledi ve radyoda tango okumasını istedi: "İstanbul Radyosunun, Galatasaray Postanesi'nin üstündeki ilk döneminde, Necip Celal'in bir tangosunu takma isimle, Kızıl Ay adıyla okudum. Saçlarımın kızıl oluşundan dolayı, Mesut Cemil beni öyle takdim etmişti."

 

Yıl 1950

 

 

Bu arada İstanbul Konservatuarı bir koro kurmak için çalışmalara başlamıştır. Koroyu Muhittin Sadak idare edecektir. Konservatuar öğrencileri ve dışardan insanlarla büyük bir koro kurulması amaçlanmaktadır. İclal Ar, “Bu koroda dokuz yıl çalıştım. Koroda solist olarak da görev alıyordum,” dedikten sonra ekliyor, “Muhittin Sadak'ın çok katkısı oldu yetişmemize. Onu hep saygıyla anarım bu nedenle. Bu arada Profesör Brancucci'den de özel ders almaya başladım. Birlikte resitaller verdik."

  Gavin Kardeşler ile Necip Celal'in evinde 

Konservatuar Korosu'nun 1950 yılındaki ilk konseri büyük ilgi ile karşılandı. Koro, 70 kişilik kadrosuyla Türkiye'nin bu konuda o güne değin gerçekleştirdiği en önemli atılımdı. Konserde Haydn, Brahms, Schumann gibi bestecilerin eserleri seslendirildi. Bu arada İclal Ar da bir parçada solist olarak görev aldı. Faruk Yener konser sonrasında şunları yazıyordu: "Veda Şarkısı'ndaki bariton ve radyomuzdan evvelce de dinlemiş olduğumuz soprano İclal Ar'ın ses kapasitesi ve diksiyonları ilerisi için çok şeyler vaadediyor."

 

Koronun 1951 yılındaki ikinci konserinde de İclal hanım dikkatleri yine üstüne toplardı. Akşam gazetesindeki makalede şu satırlar yer alıyordu: "İclal Ar, Schubert'in Ave Maria'sında, bu çok tanınmış ve o nisbette sevilmiş eserin ifadesinde haklı bir başarı kazandı. Bayan İclal Ar'ın ses  genişliği ve kuvveti ile müsavi değerde müzikalitesi var. Sesini hizmetine vakfettiği eseri anlayarak ve duyarak ifadelendiriyor. Bu güzel sesi daha başka eserlerde de dinlemeyi temenni ederim." Koronun üçüncü konserinde ise İclal Ar, Binnaz Fevzioğlu ile birlikte solist olarak görev aldı.

 

İclal Ar, aynı yıl içinde, piyanoda Prof. Italo Brancuccci'nin eşliğinde bir konser verdi. Küçük Sahne'de gerçekleştirilen bu konser sonrası olumlu eleştiriler alındı. Bunu diğer konserler izledi. 1954 yılında Ferdi Statzer'in piyanosu eşliğinde İstanbul Radyosu'nda bir konser verildi. Statzer'le bu beraberliği aynı yılın 19 Mayıs'ında Küçük Sahne'deki resitalde de sürecekti.

 

Bu arada Muhsin Ertuğrul'un teşebbüsüyle Ankara'daki Devlet Opera'sına bağlı olarak İstanbul'da da bir "Şan Stüdyosu" açılır. Şanla uğraşan müzisyenler ve solistler burada çalışmaya başlarlar. Her katında piyanosu olan, beş katlı bir apartmandadır bu stüdyo. Alman, İtalyan hocalar ders vermektedir. İclal Ar da bu çalışmalara katılır: "Ben buraya imtihanla kabul oldum. Dört yıl kadar çalıştım. Sonra İstanbul Operası'nın kuruluşu yapıldı. İmtihanları kazanarak Opera'ya girdim. Dört yıl kadar da Opera'da çalıştım. Menotti'nin Konsolos operasında, Mascagni'nin Cavalleria Rusticana'sında baş rolleri üstlendim."

 

 

  Namık İsmail'in fırçasından, son portresi

Ve bu noktada birden ortalığa bir sessizlik çöküyor. Bundan sonrası biraz hüzünlü. Ayrıntılarını anlatmak istemediği bazı çekemezlikler, anlaşmazlıklarla dolu. Bu huzursuzluklar İclal Ar'ı rahatsız ediyor ve emeklilik hakkını da kazanmış olduğu için ayrılmayı seçiyor. Artık o emekli bir sopranodur: "Sonra başka işlere verdim kendimi. Dekoratif mumlar yaptım. 1967 yılında Beyoğlu'nda Şehir Galerisi'nde bu konuda bir sergi açtım. Salonun dekorasyonunu da eşim Vedat Ar yapmıştı."

 

O dönemin eski bir kupürünü buluyorum Vedat Ar'ın dosyaları arasında. Vatan Gazetesi'nde Nihal Atamer bu sergiyi şöyle tanıtıyor:

 

"Eski sopranolarımızdan İclal Ar, renklerin bütün tonlarını kullanmış, 111 parça yuvarlak, dört köşe, dikdörtgen, silindir geometrik şekillerin tümü, maharetle iriden ufağına kadar iğrilmiş, bükülmüş, yuvarlanmış ve dekoratif mum olmuş.

Lamba şişesinden kalıplar, kadehler, bardaklar, kolaylıkla ama sanatçıya has bir buluşla içleri doluvermiş. Sonra Laleler, Hisar, Çeşmi Bülbül gibi güzel isimler alarak ince titrek, yana yana eriyecekler. Yakılmak için yapılan küçük heykelcikler başka bir sanat."

 

Bugün İclal Ar, duvarında Namık İsmail'in yaptığı o güzel portresinin önünde yıllara meydan okuyor. Gülüşü eski günleri hatırlatacak kadar güzel. Ve elbette müziği yine delicesine seviyor. Fotoğraf makinesi elinde dağ tepe dolaşıp resimler çekiyor. Hiç sönmeyen bir kızıl meşale gibi…

 

(Cumhuriyet Dergi'de 20 Nisan 2003 tarihinde yayınlanmıştır.)