Herkes Bu Yalanların Farkında

-
Aa
+
a
a
a

Ömer Madra: Stüdyomuzda yazar, pek çok ödül sahibi, genç yaşında önemli bir düşünür olan Arundhati Roy’la başbaşa bulunmanın heyecanı içindeyiz. Irak Dünya Mahkemesi’nin vicdan jürisi sözcülüğünü yapmak için İstanbul’a geldi. Kendisini epey zamandan beri takip ediyoruz, Eylül 2001’den beri. ‘The Algebra of Infinite Justice’ adlı makalesini burada tamamiyle okuduğumuz günden bu yana ben bir hesap yaptım, Açık Radyo içinde 19 makalesine ve konuşmasına yer vermişiz bugüne kadar kendisinin... Dolayısıyla, bizim için büyük bir keyif ve onur oluşturuyor. Hoşgeldiniz. Burada olmanızdan ne kadar mutluluk duyduğumu anlatamam.

 

Arundhati Roy: Teşekkür ederim, ben de burada bulunmaktan mutluyum.

 

ÖM: Belki de bu Irak Dünya Mahkemesi ile başlayalım. Buradaki en önemli konulardan biri, anlaşıldığı kadarıyla, bazı insanların şunu soruyor olması: Neden bir savunma makamı yok? Amerikan Başkanı Bush ve Blair için neden bir savunma yeri ve makamı oluşturulmamış? Her ne kadar, kendilerine Konsolosluklardan “resmen” çağrı gönderildiğini, bu çağrıların görevlilerce resmen teslim alındığını ve bir de, Irak Dünya Mahkemesi salonunda savunma için koltuklar bırakılacağını biliyorsak da... Bazı insanlar Bush ve Blair gibi baş sorumluların savunmalarının yapılmıyor olmasının hukuktaki “silahların eşitliği” ilkesine uymadığını iddia ediyorlar. Acaba bu konuda siz birşeyler söylemek ister misiniz?

 

Roy: Herhalde artık kara mizaha ihtiyacımız yok böyle görüşler ortalıkta dolaştığı zaman!... Yani, sayın Bush’un ve sayın Blair’in kendilerini savunmak için bir platforma sahip olmadıkları gibi bir görüş ya da onların sayısal olarak dışlandığı gibi bir görüş.

mp3973KB

Bence bugün öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, bütün bu tür kurumlar, ana akım medya olsun, bütün şirketlerin sahip olduğu kurumsal yapılar, demokraside varolan kurumlar olsun, bir çeşit şirketleşmiş dünya pazarında yaşıyoruz, işte ona da hakimler. Irak Dünya Mahkemesi’nin yapmaya çalıştığı da aslında bütün bunlara karşı bir savunma. Savunmanın ta kendisi bu mahkeme. Çünkü, bu tür bir savunma, sözünü ettiğim düzen tarafından  dışlanmaya çalışılıyor. Elbette bizi bombardımana tutanlar da oldu Irak savaşını savunmak için. Tabii bu da muhakemenin öbür yanı. Sanki biz bunlara hiç yer vermiyormuşuz gibi. Biz bunları zaten biliyoruz. Herkes bunları biliyor. Herkes bu yalanların farkında. Burada biz ayrı bir mekân yaratmaya çalışıyoruz ve bu mekânda farklı bir görüşün dile getirilmesine çalışıyoruz. Eğer kof ise, sahte ise, gerçek olgulara dayanmıyorsa, bu görüşlerden hiçbiri zaten ayakta duramaz. Çünkü, dünyanın bütün parasını, bütün silahlarını, bütün medyasını zaten buna seferber etmiş bir başka yer var. Biz, o yerin yanısıra küçücük başka bir yer oluşturmaya çalışıyoruz.

 

ÖM: Bu bizatihi bir savunmaydı. O zaman çok daha “basit” bir soruya geçebiliriz. Sizce dünya nereye gidiyor?

 

Roy: Acaba tek yönde mi gidiyor? Bence değil, sorun da zaten oraya buraya çekiştirilip farklı yönlere gitmesinden kaynaklanıyor. İlle de tek bir noktaya parmak basmam gerekirse basit bir şekilde şöyle diyebiliriz, insan uygarlıkları çok imparatorluklar görmüştür, imparatorluklar gelmiş geçmiştir, imparatorluklar da adeta bir fizik kanunu gereği çok yayıldıkları zaman artık kendi içlerinden patlamayla yokolmaya gitmişlerdir. Ancak şunu da bilmek gerekir, tarihteki imparatorlukların hiçbiri bir öğleden sonralık vakit içerisinde dünyayı havaya uçaracak bir imkâna sahip değillerdi, dünyayı berhava edecek bir durumda değillerdi ve galiba bugün yüzyüze olduğumuz en büyük tehdit de bu. Esas olarak insan zekâsı, insanın varolma içgüdüsünün üstesinden gelmekte. Tsunami olduğunda insanlar aslında neyin geldiğini görme yetisini kaybetmekten de çok kaybettiler. Hayvanlar bunu fark ettiler ve hepsi kurtuldu ama insanlar artık bunu fark edemiyorlardı.

 

ÖM: Belki şunu da ekleyebiliriz, artık şunu biliyoruz ki, mesela Andaman adalarında sözümona ilkel denilen halkların tamamen hayatta kalmayı başardıklarını biliyoruz, tıpkı hayvanlarda olduğu gibi...

 

Roy: Evet, çünkü onların içgüdüleriyle teknoloji vasıtasıyla çok fazla oynanmadı da ondan. Yani bir çeşit teknofob, teknoloji düşmanı gibi algılanmak istemem ama bir şeyler kazandığımızı zannederken, bir şeyler de kaybediyoruz. Bir çeşit zekâyı yitiriyoruz başka bir zekâyı kazanırken, bunun için de çok ağır bir bedel ödüyoruz.

 

ÖM: Bu kitle imha silahları gibi korkunç bir tehdit ve tabii en başta da nükleer silahlarla ilgili olarak acaba bunlara eşit ölçüde tehdit edici bir perspektiften de, yani küresel ısınmadan da söz edebilir miyiz? En son gelişmelerden, gizli belgelerden de anlaşıldığı üzere ABD hükümeti her türlü bilimsel kanıtı bu bağlamda tahrif ediyor ve bunun insan faaliyetiyle ilgisi olmadığı yönünde bilgiler yayıyor.

 

Roy: Topyekûn hegemonya için bu arayış içerisinde burada hem geçmişi kaybetmek hem de gelecekle ilgili bir şeyleri yitirmek söz konusu, iktidarın bugün için konsolide edilmesi gerekiyor çünkü. Dolayısıyla iklim değişikliği, topyekûn tahakküm, ki buna uzay da dahil, her türlü bilginin manipülasyonu. Bugün en büyük bilgi bankası, bilgilerin toplandığı yer Dünya Bankası’nda, ilaç şirketlerinde, tıp alanındaki araştırmalarda herşeyin manipüle edildiğini görüyoruz ve tabii ki medya da bunun içinde. Bir seferinde hatırlıyorum, birisiyle konuşuyordum, paranoid şizofrenik birisiydi, aynaya baktığında en dehşet verici şeyin kendisini görmemesi, başkası olarak görmesi ve canavar birisini görmesi olduğunu söylemişti. Ben de o zaman şunu düşünmüştüm: Peki insan nasıl başa çıkar böyle bir durumla? Amerika’da olsun, Hindistan’da olsun, herhalde Türkiye için de aynı şey söz konusudur, gazeteleri okuduğunuzda, televizyonu seyrettiğinizde sokağa çıkıp da bir takım elektronik imajların sizin üzerinize üzerinize geldiğini gördüğünüzde, bu bir anlamda içinde yaşadığınız toplumun size gönderdiği ayna görüntüsü tamamen sahte ve tamamen büyütülmüş bir sahtelik. Bu adeta bir şizofrenik bir insanın aynaya bakıp kendisini görememesi gibi. İşte botokslar, sahte bilgiler, bütün bunlar da aynı etkiyi yaratıyor. Diyelim ki bir yere gidiyorsunuz, Keşmir’e gidiyorsunuz ve orada kendi gözlerinizle görüyorsunuz ne olduğunu, ondan sonra da uluslararası gazetelerde ne olup bittiğini okumaya çalışıyorsunuz. Hiçbir ilgisi yok olup bitenle, gerçekte olup bitenle yazılanlar arasında. Sanki bu birbiri ile bağdaşmaz iki gerçekliği birarada tutmak zorundayız, çünkü acaba televizyonda olup bittiğini gördüğümüz şey mi gerçek, yoksa gerçekte olup bitenler mi? Çünkü gerçekliğin artık parçalanmış bir görüntüsü ile yaşamak zorundayız.

 

ÖM: Şunu düşünecek olursak, Oliver Sacks’ın kitaplarından birini okurken ufak bir dip notu vardı hatırlıyorum: Otistik hastaların bulunduğu ve tedavi gördüğü bir koğuşta, bir televizyon ekranı var, onu seyrediyorlar. Ekranda hangi Amerikan başkanı olduğunu hatırlamıyorum, belki Nixon, o konuşuyor. Gayet ciddi bir vaaz veriyor dünya meseleleri ile ilgili, dünyada olup bitenlerle ilgili, ABD ile ilgili... Bütün otistikler yaklaşık 15 kişi galiba, hepsi de televizyonu seyrediyorlar, başkanlarını seyrediyorlar, hepsi de gülüyor! İstisnasız hepsi gülüyor! Bunun nedenini çıkaramamış Dr. Sacks, dolayısıyla tek tek hastalarla bu açıdan görüşme yapmış. Sonunda şunu keşfetmiş, bir otistiğe hiçbir zaman yalan söyleyemezsiniz. Televizyondaki başkan da sürekli yalan söylüyormuş anlaşılan, onlar da işte bu yüzden sürekli gülüyorlarmış. Zaman zaman kendim ve çevremdeki insanlar, dostlar, hatta dünyada bir çok insan da bu otistik konumdaymışız gibi geliyor bana. Siz buna ne dersiniz?

 

Roy: Evet, bir anlamda böyle bir yere vardırabiliyor insanı, otizm de çok derin bir travmanın sonucu zannediyorum. Biz de çok derin bir travma durumu yaşıyoruz. Çünkü, öyle bir yerde yaşıyorsunuz, çıkışlar artık kapanıyor ve ne yapacağınızı bilmiyorsunuz. Mesela Hindistan gibi bir ülke de bir anlamda en “cool” yer olarak pazarlanıyor, Hindistan’la ilgili herşey çok “cool”. Thomas Friedman “Dünya Düzdür" başlıklı kitabında şunu yazıyor: Hindistan’a bakın, oradaki şirketlere bakın, oradaki zavallı şirketlere bakın ne kadar iyi performans gösteriyorlar” diyor. Ondan sonra insanların aslında solucanlar gibi en olmayacak yerlerde, sokaklarda, mazgalların başında uyuduklarını görüyorsunuz. Aynı zamanda beyninize bir filtre koymanız lazım bunları görmemek için. Böyle bir ortamda sağ kalabilmek için biraz aklınızı kaçırmanız lazım. Nasıl yaşarsınız bununla? Keşmir’de sürekli bir aşağılanmayla nasıl yaşayabilirsiniz, sürekli üst araması, kimlik sorulması, bir yerden yakalanıp işkence görmek gibi şeylerle sürekli bir aşağılanma içerisinde yaşıyorlar. Ama tabii ki bunun çok ciddi psikolojik sonuçları oluyor. Pek çok anlamda bizler aşağılanmadığımızı düşündüğümüz zaman bile her gün aşağılanıyoruz. Çünkü en azından bize söylenen yalanlara boyun eğmek gibi bir aşağılanmayı kabul etmek zorunda kalıyoruz. Öyle bir propaganda ki, her düzeyde işliyor. Hatta coşku ve neşe fikrini dahi kendine mal eden bir yaklaşım bu, yazılarla, kitaplarla, filmlerle, müziklerle sürekli... Bunların yakıtı para. Paranın nerede olduğuna bakmanız lazım. Para öbür  tarafta, bu tarafta değil. Dolayısıyla bir an geliyor, birilerinin bunu kabullenmesi gerekiyor.

 

ÖM: Bir anlamda herşeyin üzerine bir marka konmuş durumda.

 

Roy: Evet. Bazı yerler var ki bu sizi kıskaca alan durumdan kurtulmak için adeta aklınızın dışına çıkmak ve farklı bir yaşayış bulmanız gerekiyor. Ama bu da ne istediğiniz konusunda herşeyi bulmak demek. Yani gerçekten bütün bu göz alıcı, kamaştırıcı kabarcıklardan, incik-boncuktan kurtulup farklı bir yere gitmek demek. Mesela Hindistan’a bakalım; o kadar ürkütücü ki, belki de Hindistan’ı tehdit eden en büyük şeylerden biri siyasetin yeni idealizasyonu. Muazzam STK’lar var ve bunlar aslında kamu harcamalarını kısıtlamaya yol açan bir takım kuruluşların sponsorluğunu yaptığı STK’lar. Ve toplumdaki en ufak bir kıvılcım bunların tahakkümü altında bastırılıyor. Yani inanılmaz bir elektrikli süpürge var sanki, biraz kafasını kaldıran, belli bir düzeyin üstüne çıkan her şeyi yutuyor. Oldukça sofistike bir makina bu ve sürekli çalışıyor ve bunun çalıştığını görmek de insanı neredeyse deli ediyor.

 

ÖM: Herhalde bunun kökünde bu çok bilinen güç (kudret/iktidar) konusu var. Siz de bu konuda pek çok defa, çok etraflıca yazdınız, gücü, gücün kaynağını, niteliğini keşfetmek, onu daha iyi anlamak ve teşhir etmek için her birimizin hayatının merkezinde var olan güç sorununu enine boyuna irdelediniz. Peki zaman zaman bir iktidarsızlık hissetmiyor musunuz böylesine inanılmaz bir güç odaklanması karşısında?

 

Roy: Evet, kendini iktidarsız hissetmek, güçsüz hissetmek mümkün çünkü bu kadar sofistike bir makinanın tam bir işlerlik halinde olduğunu görüyorsunuz, onu anlamak için çaba gösteriyorsunuz ve artık bunun karşısında nasıl bir tavır alınacağı kesin değil, kimse bağışıklığa sahip değil. Nükleer bombalar, büyük silahlar yapıp insanları öldürmek için kullanılan vergilerin nereye gittiğini biliyorsunuz. Ben sanki hiç bunlardan muafmışım gibi davranmak istemiyorum, ancak bu iktidarsızlık duygusundan bahsederken iktidarın ve iktidarsızlığın ne olduğunu anlamak çok önemli. Hep iki tür insan var, iktidarla kendini hep çok rahat hisseden insanlar var, doğal olarak ona yatkın olan insanlar, bir de doğal olarak ona karşı olanlar var. Bu da iktidarsız olanlarla ilgili olarak çıkabiliyor ortaya. Mesela orta sınıflara ait olan insanların çoğu, dile olan erişimi bir çeşit sermaye olarak görüyor. Ben iktidarsız olduğum zehabını yaratamam, bu sahte bir şey olur. Ben ilk kez Türkiye’ye geliyorum örneğin ve benim için çok ilginç bir şey var, buradaki kurulu iktidar düzeni bir anlamda fundamental diyebileceğimiz şekilde bir seküler düzen, yani laik bir yapı var burada. Köktenci bir laik diyebiliriz buna. Hindistan’da ise çok farklı bir durum var; Hindistan’daki sağ güçlerin hakim olduğu farklı bir durum var. Mesela burada insanların başörtüsü örtmemeye zorlandığı bir durum konusunda tartışma olabilir, bizde ise tam tersine insanların dini ifadeleri taşımaya zorlandığı bir durumla karşılaşabilirsiniz. Yani bu neyi nasıl taşıdığınızla ilgili bir konu değil, bayrak olsun, başörtüsü olsun, burada iktidarı nasıl dile getiriyorsunuz ve bunu yaparken kime şunu, kime bunu yasaklıyorsunuz? Mesela ‘ben burada bir baraj inşa edeceğim ve 30 bin insan burada yerinden edilecek!’ gibi bir şey söylediğiniz zaman, burada bir devlet iktidarını ifade ediyorsunuz. Bu olaylara tek tek bakmak yerine iktidar ve güç kavramının kendisini kavramak önemli, buna bakmak önemli. Nedir insanlarda bu tutkuyu ateşleyen? Bence bunlar çok büyüleyici konular. Çoğunluğu oluşturan insanlarla birarada durmanın zamanı nedir? Çoğunluğun haksız olduğunu söyleme zamanı nedir? Yani böyle bir durumda olabilirsiniz, zamanlar birbirinden ayrılabiliyor, farklı konumlarda farklı tutumlar alabiliyorsunuz; çünkü her seferinde aynı görüşte olmayabiliyorsunuz ve demokrasinin tehlikelerinden biri de kolaylıkla çoğulculuğa kayabilmesi, tabii bu da bir tür faşizme gidebiliyor.

 

ÖM: Demokrasinin belki özü de azınlık haklarının korunması...

 

Roy: Ama yapısal olarak bakacak olursanız, esas erozyona uğrayan bu bir elit azınlık sınıfi içinde olmadığı takdirde. Ne oluyor bugün demokrasiye? Neden 70’lerde, 80’lerde Amerika dünyanın her tarafında, Latin Amerika’da demokrasileri devirip duruyordu, bugün ise demokrasinin promosyonunu yapıyorlar, çünkü anlamı nasıl tahrif edeceklerini ve demokratik kurumları nasıl tahrif edeceklerini çok iyi biliyorlar ve artık gerçek bir demokrasi söz konusu değil. Bu, yeni dünyanın dehşeti. Hindistan’da bunu gayet açık görebiliyorsunuz, demokrasinin insanları nasıl bölmeye, toplulukları birbirine düşürmeye yaradığını ve bunun için kullanıldığını görüyorsunuz. Bu tür temsili  demokrasinin doğası gereği böyle oluyor. Dolayısıyla, bu gerçekten dehşet verici. Gucerat’ta 2003’te olanlara bakacak olursanız sağ kanat Hindu hükümeti polis tarafından desteklenen bir takım kitleler müslüman mahallelerine daldılar, 2000 kişiyi öldürdüler, kadınlara tecavüz ettiler, onları yaktılar, insanları evlerinden sürdüler, ondan sonra da hemen bir seçime gitmek istediler. Neden? Çünkü biliyorlardı kazanacaklarını, ne kadar bu olaylara yakın bir zamanda seçim yaparlarsa o kadar çok kazanma şansları olduğunu biliyorlardı. Bütün bu yağmalama olaylarının yapılması da artık hükûmetin sallanmaya başladığını, tehlikeye düştüğünü ve Gucerat’ta Hindistan’a özgü bir gururu okşaması gerektiğini biliyordu. Bugün demokrasi 1970’lerdekinden ya da 60’lardakinden çok farklı. Bir anlamda habis bir şey haline geldi demokrasi ve bu papağan demokrasisini çok iyi anlamamız gerekiyor.

 

ÖM: Yani duyarlı, bilgili yurttaş artık çifte bir yük taşıyor omuzlarında. Yani demokrasi kavramını bile yeniden inşa etmek gerekiyor mevcut iktidarlara karşı.

 

Roy: Kesinlikle öyle. Bu Hindistan’dan gelen bir şey, son derece karmaşık bir demokrasi ve ne şekilde yoldan çıkarıldığını görüyorum. Tamamen yanlıştır demiyorum, ama çoğunlukla yanlış bir konumda bugün. Bir anlamda federal bir yapı içerisinde yaşanıyor, her eyaletin kendi hükümeti ve bir de merkezi hükümet var. Artık bunun nasıl bir ironi olduğunu dahi görmüyor insanlar. Eğer bir eyalette hükümet varsa, kendisini mutlaka şirketleşmeye, özelleştirmeye itiyor, eğer muhalefetteyse buna karşı çıkıyor. Ama merkezi hükümette, muhalefetteyse tam tersi bir tutum alabiliyor. Sağcılarda da komünist partilerde de aynı şeyi görebiliyorsunuz. Güney Afrika gibi ülkelere baktığınızda, herkes bu tür bir düzen içerisinde ve insanlar artık ne düşündüklerini de bilmiyorlar, nasıl düşüneceklerini de bilmiyorlar.

 

ÖM: Mandela’nın inşa ettiği Gökkuşağı Ulusu'ndan sonra bunun gerçekten trajik bir durum olduğunu söyleyebilir miyiz acaba?... Son bir soru olarak, verdiğiniz demeçlerden birinde söylediklerinize dayanarak şunu da sormak isterim size, bütün bu merkezlerin kıskacından nasıl kurtulmayı başardınız? Çünkü hep merak etmişimdir, çok sevilen ve satılan bir romanın yazarı olarak siz mesela buna filme alma hakkı vermediniz Hollywood için. Başka romanlarla devam etmek yerine bazı çevreler açısından son derece rahatsız edici olan siyasi, sosyolojik makaleler yazmayı seçtiniz. Sadece Hindistan’da değil, yerinden yurdundan olan baraj insanları için, Dünya Sosyal Forumu gibi daha pek çok yerde de genel olarak ezilen kitleler için varlık gösteriyorsunuz. Peki nasıl koruyorsunuz kendinizi?

 

Roy: Sanırım herkes için kendiniz hakkında öğrenmeniz gereken en büyük derslerden, en büyük sırlardan biri de mutluluğunuzun kaynaklarını anlamak. Kıskaca alınmak eğer gerçekten benim için vazgeçilmez, dayanılmaz bir çekim gücü olsa ve beni mutlu edeceğini bilsem, çok eğleneceğimi bilsem belki de bırakırdım kendimi buna. Ben seyyar bir cumhuriyet gibi yaşıyorum, ‘Sweetheart International Network’ (SIN) “örgütü üyesiyim”. Bunun karşılığı ‘Günah’ ve ‘uluslararası sevgililer ağı’ anlamına geliyor, böyle bir örgüte bağlıyım. Mesela L.A.'da iken bir gazeteci bana soruyordu, kitabımla ilgili yayın hakkını almak istiyorlardı. “Herhalde burada pek çok film prodüktörü size baskı yapıyordur” demişti bana. Biraz düşündüm. “Evet, ama,” dedim. “Burada prodüktörlerin bana verebileceği hiçbir şey yok.” Bu gerçek. Bu ‘başarılı’ olan insanlarla birliktelikten rahatsız olmamdan kaynaklanıyor. Hep böyle olmuşumdur zaten. Başıma hasbelkader gelmiş bir takım şeyler nedeniyle bu böyle. Mesela kitaplarımla ilgili telif hakları gelmeye başladığında, birdenbire şaşırdım, sanki “Küçük Şeylerin Tanrısı” adlı romanımdaki herşey bir para karşılığı verilmiş, satılmış gibi geldi bana. Böyle “soğuk ve gümüşten bir kalbi olan varlık” haline gelmekten nasıl koruyabilirsiniz kendinizi? Şunu söylediler, “sizin kitabınızı para verip alan herkesin içerisinde sıcak bir yürek var”, bu tabii beni biraz teselli etti. Bütün bu olup bitenlerden tabii ki rahatsız olduğum da oluyor, bu kadar kuşkuyla baktığım bir dünyada ‘başarılı’ olmaktan bir anlamda rahatsızım ve kıskaca alınmaktan da mümkün olduğu kadar uzağa kaçmayı tercih ediyorum. Belki bunun çocukluğumla bir ilgisi var... Çok küçüktüm, 3 yaşındaydım, doğum günümdü, herkes bana öğütler veriyordu ve amcalarımdan bir tanesi bana çok güzel parlayan bir şey gösterdi, “bunu ister misin?” dedi, ben de tabii ki açgözlülükle “isterim” dedim. “Tamam, sana bedava veririm o zaman” dedi, “ama başarısız olman şartıyla!”

 

ÖM: Hangi amcanızdı? Romanınızdaki Chacko Dayi mı?

 

Roy: Evet. Chacko Dayı'm. İşte o zaman ilk kez fark ettim, belki de yenilgi elde edilmesi gereken bir şeydir. Bir başarıya belki bu şekilde de bakmakta yarar var. Belki de periferiden başka bir yerde olmak istemedim ben öteden beri.

 

ÖM: Rivayete bakılırsa büyük Hollywood prodüktörleri ile bir süre oynamışsınız, sanki onlara telif hakkı verecekmişsiniz gibi davranmışsınız?

 

Roy: Hayır, bu bir şakaydı. Çünkü harika bir edebiyat menajerim var ve Delhi’ye geldiğinde, dünyaya kitabın yayılmasını sağlayan kişi de o oldu tabii. Aslında tüm bu teklifler Hollywood’dan ona geliyordu ve neden buna tepki vermediğimi anlayamadı. “Lûtfen bana izah eder misin? Ne istiyorsun. Bu adamlar sana herşeyi vermeye hazır.” Dedi. “Peki David, biraz sürünsünler ondan sonra ben onlara ‘hayır’ diyeyim, ben bunu istiyorum” dedim. Tabii şakaydı.

 

ÖM: Kitabınızın asla filme dönüşmesini istemiyorsunuz; çünkü insanların hayal gücünü mü öldüreceğini düşünüyorsunuz?

 

Roy: Hayır. Aslında ondan değil, ben sinemayı çok seviyorum ve eskiden sinemada da çalışırdım, senaryo yazardım ve yazdığım senaryolarda tasarımcıydım aynı zamanda. ‘Küçük Şeylerin Tanrısı’nı yazdığım zaman, ısrarla görsel olan ama filme çekilemeyecek görsellikte olan bir kitap yazma konusunda çok iddialıydım. Yani görülebilen bir nehiri anlatmaktan ziyade bir nehir tanımlaması yapmak istiyordum. Ancak, benim yazdıklarımdan iyi bir film çıkaramazlar düşüncesi ile reddetmedim Hollywood’u. Mesele bu değil, bence herşey mümkün. Ben öyle birisi değilim, bu asla filme gelmez diye baştan önyargılı, kesip atan biri değilim. Şunu düşünüyorum: Böyle bir kitap var, 40 dile çevrilmiş, milyonlarca satmış ve milyonlarca insanın her birinin zihinlerinde zaten ayrı ayrı oynuyor. Bunu bir tek aktöre, bir tek senaryoya ve bir tek görülür şekle indirgemek, bence hazin bir şey olurdu. Çünkü bu artık benden çıkmış ve benim olmayan bir şey, insanlara ait bir şey. Dolayısıyla çok indirgeyici bir şey olurdu bunu yapmak.

 

ÖM: Ama kitaplarınızı bizim için imzalarsınız değil mi?

 

Roy: Tabii.

 

ÖM: Başka bir roman hazırlıyor musunuz?

 

Roy: Teorik olarak bir şey söyleyemem, çünkü ‘Küçük Şeylerin Tanrısı’nı yazdığım zaman bir öyküm vardı, bu bir roman olacaktı ve bunu yazacaktım, bunu biliyordum. Ama şimdi bu sorunuzun cevabı nedir bilmiyorum, bilmek de istemiyorum. Bir tek şunu biliyorum, bence sürekli kendiniz için bir ilgi alanı olmanız önemli, işte bu nedenle ben kendime eylemci diyecek kadar gururlu biri değilim. Çünkü öyle demek, sürekli orada olmayı ve sürekli aynı şeyi yapmayı gerektiriyor, ben bunu yapamam. Ben değişmek istiyorum, ben başka bir şey olmak istiyorum ve biraz kendimi eğlendirmem gerekiyor. Aynı zamanda siyasi stratejiyi de değiştirmem gerekiyor. Biliyor musunuz, bir yazar için en tehlikeli olan şey nedir? Başka insanların olmanızı istediği şey olmak. İnsan son yıllarda kendi başına çok uzun yolculuklara çıkabiliyor, ben böyle yaptım ve çok şey öğrendim. Ama bundan sonra ne yapacağımı söyleyemem, ancak bugüne kadar ya da bir süredir yaptığım şeyin aynını yapacağım da diyemem.

 

ÖM: Arundhati Roy, çok teşekkür ederiz gerçekten. Büyülenmiş durumdayız.

 

Roy: Benim için de çok hoş burada olmak. SIN’e hoş geldiniz.

 

 (Simültane çeviren: Nur Deriş Ottoman)

 

(20 Haziran 2005 tarihinde Açık Radyo’da Açık Gazete programında yayınlanmıştır.)