Havada Uçuşan Bir Harf Gibi Hissedince

-
Aa
+
a
a
a

Hasan Ali Toptaş, yazmanın anlamı üzerine...

“Yazmanın, benim yazın serüvenimdeki ilk anlamı kaçmaktı aslında. Ben o yıllarda Ege’de bir kasabada yaşıyordum ve benim bedensel bir özrüm vardı, keldim, çok küçüktüm ve sürekli benimle alay ediyordu arkadaşlarım; kasabadaki yetişkinler de alay ediyordu. Ve ben herkese küsmüş durumdaydım. Sürekli kitap okuyor, kitapların dünyasına kaçıyordum. Daha sonra aynı kaçışı yazarak da yaşayabileceğimi düşündüm, belki de okuduğum kitaplar beni bir şekilde yazmaya itti.

O kelimelerden oluşmuş dünyayı kendi ellerimle yaratmak istedim ve böylece yazmaya başladım. Yazmanın benim için ilk anlamı kaçmaktı aslında; kendi gerçekliğimden, kasabanın gerçekliğinden, o sevmediğim insanlardan kaçmaktı.”

Okumayla ilk tanışma ve o günlerinden hatırladıkları...

”Okumak. Galiba ilkokul yıllarımda masal kitaplarıyla başladım. Hatta ilk okuduğum kitabı hatırlıyorum: Kasabamızda kitapçı yoktu tabii, ama emekli bir PTT memurunun getirdiği küçük masal kitapları vardı. Kasaba pazarında manavlarla birlikte o, domates marulların yanına kitapları yere yayar, üzerlerine küçük küçük taşlar koyar ve biz öğrencilere satmaya çalışırdı. Oradan aldığım ilk kitap Konuşan Katır diye bir kitaptı. Sanıyorum, 1001 Gece Masalları içinden küçük bir masaldı. İlk öyle okumaya başladım ve o ilk kitabın tadı hala zihnimdedir.”

 

Yazarın kendi sesinden dinlemek için tıklatınız

Kitaplarının çıkış öyküsüne dair...

“İlk öykü kitabımı ve ardından gelen öykü kitabımı kendi paramla bastırdım, maliyetini kendim karşıladım. Hatta ikinci öykü kitabımın ortaya çıkması, şimdi o dönemdeki arkadaşlarla andığımız çok güzel bir dayanışmaydı. Biz o yıllarda, 1988-1991, Özcan Karabulut, Cemil Kavukçu, ben ve İzzet Kılıçlı diye bir arkadaşımız, dört öykücü, Ankara’daYazıt diye bir dergi çıkarıyorduk. Öykü ağırlıklı bir dergiydi bu. Hatta burada çok kısa bir şey de söylemeden edemeyeceğim; Faruk Duman’ın, -günümüzün iyi öykücülerinden ve Sait Faik öykü armağanını alan Faruk Duman- o yıllarda lise öğrencisiydi ve ilk öyküleri bizim Yazıt dergisinde çıkmıştır. İkinci öykü kitabımı Cemil Özcan’la birlikte bir dayanışma sayesinde çıkardık: Her ay para topladık, birimizin öykü kitabını çıkardık. Sonraki ay para topladık, ötekinin öykü kitabını çıkardık.

Sanıyorum, Özcan Karabulut’unHüzünle Bazı Günler, benimYoklar Fısıltısı, Cemil Kavukçu’nun da Temmuz, Suçlu adlı öykü kitapları böyle güzel bir dayanışma ile çıktı. Daha sonra ben, edebiyat dünyasına küstüm. Kendi paramla kitap çıkarmaktan da bıktım. ‘Yazdıklarım anlaşılmıyor, ben hep böyle maaşımdan para verip kitap mı çıkartacağım’ diye düşündüm ve yazmamaya karar verdim. Ama yazmak denen hastalık, tutku, yazmak denen aşk, sevda öyle bir şey ki, karar vererek başlayamıyorsunuz da, karar vererek vazgeçemiyorsunuz da. İşte hiçbir şey yazmayacağım dediğim dönemdeUzaklar, Atların Topukları Da Zonklar ve Biz Uzaklarda diye başlayan ve 64 sayfalık bir kitap boyutunda, Yalnızlıklar adı altında şiirsel metinler yazdım. Kendim için yazmıştım onları ve yazmayacağım bir dönemde çıkmıştı. Tesadüfen, kitaplaştı, şiir diye adlandırıldı ama, benim gözümde hala şiir değil onlar; tek tema üzerine yazılmış şiirsel metinler. Öyle bir dönemde yazıldı onlar.”

Biçim ya da içerik, hangisi öne çıkar?

”Tabii ki önce biçim. Gerçi ilk öykülerimi yazdığım dönemde, 20-25 yıl öncesinde, öykü yazmanın önemli bir olayı, kimsenin bilmediği ilginç bir olayı anlatmak olduğunu sanmıştım. Bu tür yanılgıyı çok kişiyle birlikte ben de yaşamıştım. Günümüzde bazı gençler hala yaşıyorlar. O gençler sanıyorum bir zaman sonra asıl önemli olanın biçim olduğunu kavrayacaklardır. Benim için sanat yapıtı biçim demektir. Öncelikle biçim.”

Biçim neye göre biçimlenir sorusu üzerine...

“Çok güzel. Biçim neye göre biçimlenir? Şöyle bir söz vardır, romana dair ama öyküye de, şiire de uygulanabilir bence. ‘Roman yazmanın üç kuralı vardır ama, bunu kimse bilmez’ diye bir espri vardır. Onun gibi bir şey. Biçim, neye göre biçimlenir, nasıl biçimlenir, bunu ben de bilmiyorum doğrusu. Ben yazdığım metinleri, o metinlerin kendisi ile birlikte yazıyorum. İlk cümleyi belki eskaza yazıyorum, ikinci cümle birinci cümle ile Hasan Ali Toptaş’ın işbirliği ile yazılan cümle ve böyle ardışık olarak devam edip gidiyor. Metin aslında kendini kendisi biçimlendiriyor. Ama ben de bir etkenim orada tabii. Tümüyle egemen değilim yani metne. Ya da şöyle de diyebiliriz:

Tümüyle esir almıyorum. Metnin kâh önünde yürüyorum, kâh arkasında kalıyorum. Biçimin nasıl olacağını bilemiyorum. Hatta şunu da söyleyebilirim: Ben hiçbir romanımı, tasarladığım şekliyle yazmadım, yazamadım. Mutlaka 20’nci, 30’uncu, ya da 100’üncü, 120’nci sayfalarda metin beni kışkırtmıştır, zorlamıştır ya da şeytana uymuşumdur. Bu ‘şeytana uymak’ bana büyük keyif veren bir şey ayrıca. Şeytana uymuşumdur ve metnin emrine girmişimdir bir süre sonra. Doğrusu, biçim neye göre biçimlenir, bilen yok gibi geliyor bana. Ama ille deşöyle biçimlendireceğim diye bir şey dayatılırsa, o kalıpların, o şablonların içinde yaratılmaya çalışılırsa bence pek tatlı bir şey olmaz. Hatta o yapıt, baştan sona tasarlanabilmişse tümüyle zedelenmiştir, diye bakıyorum.”

Kazara yazılan başlangıç cümleleri...

“Okuduğumuz, yaşadığımız, tanıklık ettiğimiz bir şey ya da bir kelimenin çağrıştırdığı öteki kelimeler ya da bizim zihnimize ansızın çakıveren bir ışıltının kelimeler haline gelmiş şekli. Tasarlanmasını yine de istemiyorum. Çünkü sanat yapıtı biraz da tesadüftür. Bence öyledir.”

Roman karakterlerinin yaratılış süreci...

“Benim yaptığım, yazarken kim olduğunu unutmak. Tüm sosyal konumunu, cinsiyetini, adını, günlük hayatta seni bağlayan şeyleri, o yazdığın şeyin yayınlanıp yayınlamayacağı kaygısını, eleştirmenlerin bu konuda ne söyleyeceği düşüncesini ya da devletin koyduğu yasaların içinde senin yazdığın metnin bir suç teşkil edip etmeyeceği konusunu, buna benzer daha sayabiliriz, bir yığın şeyi unutmak gerekiyor. Aslında kendini gökyüzünde havada uçan bir harf gibi hissetmek, bu tür şeyleri yazabilmek için yeterli gibi geliyor bana. Doğrusu ben unutuyorum, kim olduğumu unutuyorum yazarken. Zaten unutabileyim diye yazıyorum ayrıca.”

Yaratıcı olmanın çizgisi...

"Ben, yaratma sürecinin bir tür ‘bilgisizlik’ alanında olduğunu düşünüyorum. Ama bu ‘bilgisizlik’ iki tür bilgisizlikten oluşuyor bana göre. Birincisi bilgiden sonra gelen bilgisizlik: Roman ya da öykü diyelim; o türlerin ayrıntılarını bileceksin, yeryüzünde, dünyada roman nereye gelmiş, roman kuramı hakkında neler yazılmış, öykü hakkında neler yazılmış tümünü bilecek ve bunları unutacaksın. ‘Bilgiden sonra gelecek olan bilgisizliğe’ geçmiş olacaksın. Artı bir de doğadan gelen ‘bilgisizliğimiz’ var. Bu ikisinin oluşumundan meydana gelen bir ‘bilgisizlik alanında’ yazdığımı söyleyebilirim.”

Masallardan sonra etkilendikleri, beslendikleri...

“20-30 yıl öncesinde, sözünü ettiğim o Ege kasabasında, ortaokul 2.-3. sınıf öğrencisi iken, Hemingway’in ‘Silahlara Veda’sını, Yaşar Kemal’ın ‘İnce Memed’ini, Orhan Kemal’in romanlarını okul kitaplığında bulabiliyorduk ve ben tam anlamıyla bir kitap kurduydum. Şimdiki okullarda da aynı zenginlikte kütüphaneler var mı, bilmiyorum. Ben kütüphaneden hiç çıkmazdım, hatta Balzac’ı ortaokul yıllarımda okudum. Aslında besleyen şey herşey. Bizi besleyen şeylerin tam olarak farkında da değiliz. Etkileyen yazarlar anlamında malumdur; Kafka beni en çok etkileyen yazar, Borges de öyle. Ancak genel anlamda bizi etkileyenlerin tam olarak farkında olduğumuzu sanmıyorum. Yani adlandırabiliriz, ama bunlar, yalnızca adlandırmak çabasından doğan birşeyler olur.”

Çalışmalarına hayatın kattıkları...

“Belki, hayatı sürekli yeniden yorumlama, hayata sürekli yeni bakışlar ekleme, yeni pencerelerden, farklı pencerelerden bakmayı getiriyor yazmak, bu tür yaratmak. Ama, aynı zamanda tabi acıyı da getiriyor. Daha önce de söylediğim bir şey, geçenlerde Adam Öykü’deki söyleşide söylediğim bir üst başlık var orada: “Yazmaya başlarken yalnızsın”. Gerçekten yalnızsın. Ama, bitirdiğinde, daha da yalnız, yalnızlığını derinleştirmiş oluyorsun. Getirdiği hazlar, acılardan çok daha az. Ama hayatımın tek anlamı yazmak. Ben kelimelerden daha sıcak bir şey düşünemiyorum. Gerçi, hem cennetimi hem cehennemimi yaratmış oluyorum, ama hayatımın tek anlamı yazmak.”

MÜ İletişim Fakültesi öğrencileri geçen yıl “Bin Hüzünlü Haz” (Adam Yayınları) adlı romanını “en iyi roman“ seçti...

“Beni en çok şaşırtan ödül, Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrencilerinin ödülü oldu. Gerçekten çok şaşırdım. Daha önce çeşitli ödüller aldım ama, bir yanlışlık olduğunu bile düşündüm bu ödülü aldığımda. ‘Bin Hüzünlü Haz’ çok deneysel bir roman, hiçbir yayınevi okuyamadı, geri çevirdi ve onun yayınlanabilmesi için iki yıllık bir mücadele verildi. Bir söyleşide de sözünü ettiğim gibi, neredeyse ‘Affedersiniz, ben böyle bir şey yazmış bulundum, bağışlayın beni. Kalemime hakim olamadım’ diye bağırasım geldi. Demek ki yayınevlerinde daha ne güzel dosyalar geri çevriliyordur. Ama gençler bunu sahipleniyor, gençler anlayabiliyor. ‘Bu metni okur sevmez’ diyor yayınevi, ama İletişim Fakültesi öğrencileri o metni en iyi roman seçebiliyor. Edebiyatımızın, ortamımızın çarpık işleyişine bir örnek bu. Öğrencilere çok teşekkür ediyorum, beni çok şaşırttılar ve büyük bir güç verdiler bana."

Hasan Ali Toptaş kimdir?

Hasan Ali Toptaş 1958 yılında Denizli’nin Çal ilçesinde doğdu. 1987’de, o güne dek çeşitli dergilerde çıkan öykülerini “Bir Gülüşün Kimliği” adlı kitapta topladı. 1988’de İzzet Kılıçlı, Cemil Kavukçu ve Tamer K. Bilgin’le birlikte Yazıt dergisinde yer aldı. 1990’da ilk kitabında olduğu gibi, yine maliyetini kendisi karşılayarak “Yoklar Fısıltısı - I" "Ölü Zaman Gezginleri” adlı öykü dosyası ile Çankaya Belediyesi ile Damar Edebiyat dergisinin düzenlediği yarışmada birincilik ödülü aldı. Aynı yıl yazar, “Sonsuzluğa Nokta” adlı yayınlanmamış romanı ile Kültür Bakanlığı’nın düzenlediği yarışmada mansiyon aldı. Yazar, 1994 yılında “Gölgesizler” adlı yayınlanmamış romanı ile Yunus Nadi Roman Ödülü’nü aldı. "Gölgesizler”in yayınlanmasından sonra, 1996’da “Kayıp Hayaller” adlı romanı yayınlandı. Ardından yazar, “1000 Hüzünlü Haz” adlı romanını yazdı ve gene yayınlatacak yayınevi bulamadı. Her kapıdan geri çevrilen geri çevrilen bu romanı, sonunda Adam Yayınları (diğer kitaplarını da Adam 'dan bulabilirsiniz) tarafından yayınlandı ve roman 1999 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’nü aldı. Ertesi yıl aynı roman, Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrencileri tarafından “En İyi Roman” ödülü ile ödüllendirildi.

(Soruları Açık Radyo'da Açık Dergi'den Eşber Güvenç hazırladı)