Hamas'ın "Zaferi"

-
Aa
+
a
a
a

Hamas'ın Filistin seçimlerini kazanması, Filistin iç siyasetinin ve İsrail-Filistin sorununun boyut  değiştireceğinin bariz göstergesi olarak algılanabilir. Fakat asıl değişimin Ortadoğu'da iç siyaset dengelerinde yaşandığı, ABD'nin Ortadoğu politikalarının yarattığı -nereye yöneleceği belirsiz- tepkinin, Amerika'nın düşmanı konumundaki İslamcı hareketleri iktidara taşıdığını da görmek gerekir. Köktenci fikirlere sahip ve görece küçük bir hareket olan Hamas'ın iktidarda varolabilmesinin kimi zorlukları olduğu aşikâr. Ancak kısa ve orta vadede ne olacağını kestirebilmek ise gerçekten zor. Bundan sonra ne olacağı, geçmişte yaşananlardan çok daha önemliyse de, kanımca, bu tahmini projeksiyonları bir kenara bırakıp, Hamas'ı iktidara taşıyan süreci iyi anlamak gerekiyor. Durumu algılamak, eğer taraflarca arzu ediliyorsa, barışa giden yegâne yolu açabilir.

Bu başarının ardında birbirini etkileyen pek çok dinamiğin olduğunu görmek mümkün. Açıkladığım sebepler dolayısıyla okumakta olduğunuz metin, Hamas başarısının temel etkenlerini hatırlamaktan öteye gitmeyecektir. Hamas'ı şu anki şekliyle var eden etkili eksenlerin şunlar olduğu söylenebilir:

 

ABD'nin soğuk savaş süresince Sovyetleri bölgeden uzak tutma isteği. Petrol sahibi müttefiklerinin politikaları.

 

İsrail'in bölgedeki askerî varlığı ve milliyetçi Filistin hareketlerine karşı, İslamcı hareketleri kullanma stratejisi.Bölge ülkelerinin izlediği siyasetler. Çevrede yetişen kimi benzer örgütler arası koordinasyon sonucu oluşan yeni sistemler.Filistin Yönetimi'nin kurulmasının ardından, El Fetih'in üst düzey kadrolarının izlediği kayırmacı, yolsuz siyaset, İsrail'in baskısının Filistin'de hissedilmeye devam etmesi ve savaşla birlikte devam eden yoksulluk-işsizlik. Bu süreç içinde Hamas'ın, 'kirli siyaset' alanının dışında yer almış ve tampon kurumlar oluşturmuş olması. İsrail-Filistin sorununun El Fetih'in siyasetiyle çözümlenemeyecek olduğuna dair çeşitli emarelerin ortaya çıkmasıyla oluşan umutsuz ortam.

Hamas'ın başarısını sadece Filistin'in iç sorunlarına ve İsrail'le ilişkilere bağlamak yetersiz olacaktır. Sadece geçtiğimiz yıl içinde Suudi Arabistan, Lübnan, Mısır ve Irak'ta gerçekleşen seçimlere bakacak olursak, İslamî hareketlerin benzer bir söylemle güçlendiğini görmek mümkündür. Bölgede İslamî hareketlerin kuvvetlenmesi doğal olarak Hamas'ın da meşruiyetini arttırmaktadır. George W. Bush hükümetinin bölgeye dair politikaları bu noktada temel dinamo gibi görünse de bugün iktidara oynayan bu hareket/partilerin soğuk savaş sırasında ortaya çıktıklarını ve yaşamaları için uygun bir ortam oluşturulduğunu unutmamak gerekir. Güncel örneğimiz Hamas, Mısır merkezli Müslüman Kardeşler Örgütü'nün bir koludur. Uzun yıllar temel desteği ABD'nin yakın müttefiki Suudi Arabistan olan örgüt Nasır'ın ölümüyle birlikte Mısır'da iktidara geçen Enver Sedat tarafından resmen Mısır'a davet edilmiş, böylece Ortadoğu'da etkin bir konum edinmişti. 70'li yıllar soğuk savaşın tüm hızıyla sürdüğü, ABD'nin komünist veya milliyetçi hareketlere karşı dinî akımları kullandığı yıllardı. Müslüman Kardeşler'in ideolojisi tüm Ortadoğu'da yayılırken, örgütün militanları İsrail, ABD ve Kral Hüseyin'in bilgisi dahilinde Ürdün ve Lübnan'da konuşlandırılmış kamplarda eğitildiler. Bölgede iç savaşlar yıllar boyu süreklilik arz etti. Aynı yıllarda İsrail, milliyetçi Arafat grubuna karşı manevî lider Şeyh Ahmet Yasin'in rahat hareket etmesini, hızla örgütlenmesini desteklemekteydi. FKÖ'nün Filistin'de çalışmasının yasak olduğu yıllarda Hamas serbestçe örgütlenebiliyordu. Yıllar sonra Oslo süreci sırasında İzak Rabin, Arafat'a en büyük hatalarının Hamas'ı desteklemek olduğunu bizzat itiraf etmişti. Bu politika, Ortadoğu'nun ideolojik kontrolünü sağlamanın yanı sıra, enerji kaynaklarının güvenliğine de hizmet etmekteydi. O zamanlar temel tehlike olarak görülen milliyetçi hareketleri kıracak her örgütlenme mubahtı. Örneğin 1953'te İran petrollerini millileştiren Musaddık'a karşı gerçekleşen Şah darbesi de ABD destekliydi. CIA, Ayetullah Humeyni'nin bağlı olduğu Ahmed Kaşanî'yle bağlantıya geçmişti. Kaşanî'nin örgütü Müslüman Kardeşler'in bir başka koluydu. Şah'ın, Şii hareketinin her zaman şüpheyle baktığı, 25 yıllık iktidarının ardından Ayetullah Humeynî iktidarı ele geçirdiğinde dahi, Brzezinski gibi önemli şahin stratejistler İslamcı rejimlerin Sovyetler için ABD için olduğundan daha tehlikeli olduğunu düşünüyordu. Amerika, Afganistan'da da İslami örgütleri aynı sebeplerle destekledi. Plâna göre, Mücahitler işgâli sona erdirmekle kalmayıp, hareketi komşuları Sovyet cumhuriyetlerine yayacaklardı. Bu plânın sonuçları bugün ortadadır... İran-Irak savaşı başladığında dahi bugün iktidarı ele geçirmiş olmasına rağmen, o günlerde büyük bir etkiye sahip olmayan neoliberal kanat, ABD'nin Irak'ın değil İran'ın yanında yer alması gerektiğini iddia etmekeydi. 80ler'de İsrail'in İran'ın çeşitli askerî ihtiyaçlarını karşılamış olması da işin bir diğer ilgi çekici boyutudur. O dönemde "özgür dünya" ülkeleri o ya da bu şekilde, kendilerine yakın buldukları silahlı İslami hareketleri desteklemişlerdir.

 

Şaron'un stratejisi

 

İsrail bölgede gerçekleşen olumlu ya da olumsuz tüm olaylarda pay sahibidir. Gelecekte Filistin devleti olacak bölgenin yönetimi fiilî olarak bu devletin elindedir. Kısacası, İsrail devletinin oluşan/oluşacak her yapıda payı olduğunu peşinen kabûl etmek gerekir.

Son yıllarda İsrail, devlet politikasını dönüştürmektedir. Yerleşimlerin babası olarak da tanınan Ariel Şaron, İkinci İntifada'nın ardından, İsrail sağının "Büyük İsrail" projesine bağlılığı sonucu başarıyla ortaya koyduğu geleneksel militer dinî/milliyetçi politikaların ciddî bir çıkmazla karşı karşıya olduğunun farkındaydı. Bu politik kırılmanın altında, coğrafî olarak Büyük İsrail'in bir gerçekliğe dönüşmesiyle birlikte "Yahudilerin yaşadığı bir devlet idealinin tehlikeye girmesi" yatıyordu. Aslına bu problem uzun süredir göz ardı edilmekteydi. 1967'de savaş sonrası oluşan "nüfus dengesi tehdidi" sebebiyle İsrail, geçici çözüm olarak, yönetimi altındaki Filistinli nüfusun vatandaşlık haklarını Gazze Şeridi ve Batı Şeria'da oluşturulan askeri yönetim aracılığıyla yok saymak zorunda kalmıştı. Bu bölgelerde biri Yahudiler, biri de Filistinliler için olmak üzere iki farklı sistem uygulamaya konuldu. Ariel Şaron, apartheid benzeri bu rejimin gittikçe kuvvetlenen çeşitli siyasî ve ekonomik baskılara rağmen, sonsuza kadar devam ettirilemeyeceğinin, bölgenin eninde sonunda sivilleşeceğinin farkındaydı. Bu durum gerçekleştiğinde, Filistinli nüfusun İsrail sınırları içinde kalması en nihayetinde Yahudi Devleti fikrinden vazgeçmek sonucunu doğuracaktı. Çözüm kendini dayatmadan bazı kazanımlardan feragat edilecek, böylelikle daha uygun koşullarda yeni bir çözüm yaratılabilecekti.

 

Şaron, stratejiyi değiştirmeye karar verdi. Her ne kadar Filistin'le İsrail'i birbirinden ayıran "çit" başlarda "geçici bir önlem" olarak tanımlandıysa da daha sonra iki devletli çözümün kalıcı sınırı olarak ilân edilecekti. Şaron, geçmiş tüm anlaşmaları bir kenara iterek dikenli teller, elektronik tertibatlı izleme mekanizmaları, nöbet yolları ve devasa beton duvarlardan oluşan bir sistem inşa etmek üzere tek taraflı politika izlemeye başladı. Plân, ince bir nüfus hesabına dayanıyordu. Batı Şeria duvarı 171 bin yerleşimcinin yaşadığı 56 Yahudi yerleşkesini İsrail'e katarken, Doğu Kudüs'te inşa edilen duvar Doğu Kudüs'ün İsrail toprağı olması ve burada yaşayan 183 bin yerleşimcinin vatandaşlığını garantiliyordu. Bu plânın başarıya ulaşması, yasadışı konumdaki yerleşimcilerin %87'sinin yasal statüye kavuşması demekti. Geriye kalan 52 bin yerleşimciyse Gazze Şeridi'nde tanık olduğumuz üzere zorla göç ettirilecekti. Ödenmesi gereken bedel ancak bu kadar düşürülebilirdi. Duvar, Filistin topraklarını, genel kanıya göre (duvar tamamlanmadığından çeşitli rivayetler mevcut), 16 bölgeye ayırmaktaydı. İsrail gerekli gördüğü durumlarda sınırlarını kapatıp bölgeleri, neredeyse tamamen, birbirinden ayrılabiliyordu. Özellikle 11 Eylül'den sonra hakim devletler açısından, İslamî hareketlerin silahlı ve kuvvetli olduğu Filistin'de, pek çok şeyin görmezden gelineceği gerçeği, Şaron'a yaratacağı tepkiyi düşünmeden hareket edebilme imkânını tanıdı. Uygulanan politika sonucu ortaya çıkan durum, Filistin Otoritesi için ekonomik felaket demekti. Fakat İslami bir yeraltı örgütü olarak kaynakları bağışlara dayanan Hamas, alternatif bir sosyal ağ örerek, tampon kurumlarını yarattı. Yaşayan bir sosyal hareket olarak, poliklinikler, çocuk yuvaları, çocukların beslenme masraflarını üstlenen okullar, spor klüpleri ve gençlik dernekleri kuran örgüt, evleri İsrail ordusunca yıkılan ya da mültecî olarak yaşayan Filistinlilere yardım ederek popülaritesini arttırdı. Süreç boyunca El Fetih sürekli taraftar kaybederken Hamas güç kazanmaya devam etti.

Şaron'un stratejisi Hamas'ı güçlendirirken, kuvvet kazanan "terörist örgüt" sebebiyle endişelenen ABD ve AB ülkelerinin uygulanan tek taraflı plânı ve doğurduğu hak ihlâllerini görmezden gelmelerine yol açtı. Sürecin bu şekilde devam etmesi beklenilebilir.

Bu plân sonucu Hamas'ın, hükümet kurmayı başarması durumunda dahi, örgütün vaatleriyle uluslararası politik gündemin arasına sıkışacağı aşikârdır. Hamas yasal siyasî sorumluluk üstlenecek olursa, sokak hareketlerinin büyük olaylara dönüşmemesine dikkat etmek zorunda kalacaktır. Hükümet olması durumunda bir yandan yeni siyasetini tabanına anlatırken çeşitli zorluklar yaşayacak, öte yandan geçen süre içerisinde gerçekleşecek olan her tür şiddet eylemi, Filistin'i uluslararası kamuoyu nezdinde marjinalleştirecek, işgal altındaki topraklarda tek taraflı uygulanan plâna karşı kayıtsızlığı arttıracaktır.

 

Tarihi seçim

 

Öte yandan, her şeyden önce, seçimlerin adil ve düzenli geçmesi ve hareketli, çok sesli bir politik ortamın oluşmuş olması dahi Filistin demokrasisi açısından başlı başına "tarihî" sayılabilir. 1996'da gerçekleşen ilk parlamento seçimlerinde El Fetih'in hükümet, parlamento ve tüm bürokratik yapıyı ele geçirmesinin üzerinden sadece 10 sene geçmiş olmasına rağmen büyük yol kat edilmiş gibi görünüyor. Çeşitli görüşlere sahip partilerin katıldığı canlı ve politik bir seçimi başarı saymamak mümkün değil. Fakat seçim öncesi durum biraz daha karmaşıktı. İkinci İntifada başlaması, İsrail'in operasyonlara girişmesi ve Batı Şeria'da yoğun nüfuslu bölgelerin tekrar işgâl edilmesiyle sonuçlanmıştı. El Fetih'te ciddî fikir ayrılıkları bu dönemde ortaya çıkmaya başladı. Örgütün bir kısmı silahlı mücadeleye destek verirken (El Aksa Şehitleri Tugayı vb.) diğer militanlar görüşmelerin devam etmesini hayatî önemde buluyorlardı. Arafat'ın 2004'te gerçekleşen ölümüyle birlikte El Fetih'i bir arada tutan liderlik de sona ermiş oldu. Davayı satmak ve yolsuzlukla suçlanan "yaşlı" kadroya karşı cezalandırma suikastları ve adam kaçırma eylemlerinin başlaması, işlemez durumda olan sistemi çökertti. Mahmud Abbas sorunu çözmekte fazlasıyla yetersiz kaldı. Hamas mantıklı bir karar vererek iç çatışma ortamının dışında kalmayı tercih etti. Yaptığı iç barış çağrılarının yanı sıra kaçırılan kişileri kurtarmak üzere arabuluculuk da etti. Filistinliler'i, sosyal programlara, eğitim çalışmalarına destek veren, disiplinli örgüt imajıyla etkileyen Hamas, belediye seçimlerinde gösterdiği varlıkla, silahlı örgüt olmaktan öte politik bir hareket olarak kendini meşru kıldı. Diğer yandan İsrail'in Hamas'ın üst düzey liderlerine karşı giriştiği suikast eylemleri de Hamas'ın popülaritesinin artmasına yol açmaktaydı. İsrail belki de örgütün çözüleceğini düşünerek başta Ahmed Yasin olmak üzere pek çok üst düzey Hamas yetkilisini öldürdü. Ancak, taban örgütlenmesini tamamlamış olan örgüt bu eylemleri maddî anlamda büyük zarar görmeden atlatarak, halka güven telkin etmeye devam etti. İsrail'in örgüt üzerinde artan baskısı, ABD'nin Ortadoğu politikalarıyla birlikte Hamas'a destek olarak geri dönüyordu. Filistin halkı yıllardır süren savaşın çürüttüğü ortamda, gittikçe daha fazla insanı etkileyen açlık, yoksulluk ve yolsuzluklara karşı Hamas'ı bir alternatif olarak algıladı. Bu atmosfer içinde girilen seçimlerde 'yeni' tek umut Hamas olarak görüldü.

 

Hamas'ı dengeli bir politik araç haline getirmenin tek yolu, elindeki politik sebepleri geçersiz kılmaktır. Silahsızlandırmanın İsrail'in güvenliği için etkili olacağını düşünmek mantığa aykırıdır. Hamas'ın adını uluslararası kamuoyuna duyuran 60 intihar saldırısı eyleminde kullanılan patlayıcıların dışında, 15-20 bin arasında olduğu söylenen hafif silahlı militanı bulunmaktadır. Bu silahların İsrail'e karşı kullanmak üzere hazırda tutulduğu düşünülebilir olsa bile, ağır silahlara sahip, hava kuvvetleri olan bölgeye hakim düzenli bir ordu karşısında işlevsiz oldukları açıktır. Bu hafif silahlar, başka şekilde dile getirilse de 'iç siyaset' aracı olarak algılanmalıdırlar. Çeşitli sebeplerle şiddete yatkın Filistin iç siyasetindeki gerginlik azımsanamayacak boyutlardadır. Seçim sonuçlarının açıklanmasının ardından dahi birçok Filistin şehrinden iki grup militanlarının çatıştığı haberlerinin geldiği unutulmamalıdır. Hamas'ın, kulağa hoş gelmese de, içeride meşruiyetini sağlamak için bu silahlara ihtiyacı olduğunu düşünmek için sebepleri vardır.

 

Önümüzdeki günlerde, Oslo Süreci'ni kabul etmediği için, süreç sonucu oluşan yapıyı kabul etmeyen, bu sebeple de daha önceki seçimlere katılmayı reddeden Hamas, kendi iç çelişkilerini  gündeme taşımak zorundadır. Hamas'ın bu seçimlerin ardından kendi önceliklerini ve değerlerini hayata geçirebilmek için İsrail'le masaya oturmak zorunda olduğunu bilerek seçimlere katıldığını düşünecek olursak, Hamas'ın değişmediğini düşünmek imkânsız görünmektedir. Değişen şartların onlara dayattığı bu yapıyı henüz retoriğine dahil etmemiş olsa da örgütün barış görüşmelerini devam ettirmek isteyeceği akla yatkın olasılıktır. Bu durumda kanımca, barış yolunda atılacak iyi niyetli adım, soğukkanlı bir şekilde Hamas'a zaman tanımaktan geçmektedir.

 

Herkesin mantıklı davranacağını ümit etmek dışında önümüzde işe yarar bir seçenek görünmüyor...