Haftanın Sergisi 9

-
Aa
+
a
a
a

Haftanın Sergisi  - 9

 

Şerif Erol: Geçen hafta bir basın bülteni vardı, onun üzerinde konuşmuştuk, bu hafta yeni basın bültenleri var mı?

 

Haldun Dostoğlu:Geçen hafta bu basın bülteni sohbetimizin dinleyiciye ulaştığı sinyalleri, bilgileri gelince bundan arada bir söz etmenin faydalı olduğunu düşünerek bugün birkaç tane basın bülteni, tanıtım broşürü, katalog alıp bunlar üzerinden birer ikişer cümle ile geçelim istedim.

 

ŞE: Geçen haftaki konuşmamızı belki dinleyicilerimiz hatırlamamış olabilirler ya da kaçırmış olanlar olabilir: sen bir basın bülteni okudun, hatta ben anlamamıştım ve onun üzerine biraz sohbet etmiştik. Sen “birkaç kere okumak gerekiyor” demiştin, öyle hatırlatalım.

 

HD: Sözü şuraya getirmek istiyorum, basın bülteni basına, oradan da okuyucuya yönelen sanatçı ve yapıtları üzerine bir metin. Dolayısıyla okuyucunun, izleyicinin okuduğu metinden algıladıkları, sergiye dair bir ipucu elde etmek için bir fırsat oluyor. Bu fırsatı iyi kullanmak lazım, seyirciyi zor durumda bırakmamak, ona taşıması gerektiğinden fazla bir yük taşıtmamak, yanlış bilgilendirmemek gerekiyor.

Bugün, bence çok önemli olmayan ama bir küçük hata ile başlayacağım, Kare Galeri’de 1 Kasım’da Sabri Berkel’in gravür, lito, desen sergisi açıldı. Bunu tanıtım bülteninde şöyle diyor ilk cümlede: “Sabri Berkel, Türkiye’de soyut sanatın öncülüğünü yapmış ve 50’lerden bu yana soyut resmin Türkiye’deki en öncü temsilcisi olmuştur. Türk resminde soyutu başlatan ressamın Berkel olması da, hem onun sanatındaki öz hem de yenilikçi tavrı açısından doğaldır.” Mesela buradan soyut resmi başlatanın Sabri Berkel olduğu izlenimine kapılabiliriz, ki bu gerçek değil. Türkiye’de ilk soyut resmin 1947 yılının sonunda 48 yılı başında yapıldığını biliyoruz; Sabri Berkel’in de soyut resimlerine 1950’lerin başlarında başladığını da biliyoruz, demek ki burada birkaç yıllık bir hata var. Başka bir şey daha, bugün gezdiğim bir sergiden sana bir şey okuyayım, biraz eğlenceli gelebilir. Şebnem Aras’ın yeni açılan bir galerideki sergisinin broşüründen okuyorum, galerinin adı Anjelik. Anjelik isminin bir de alt başlığı var, "Anjelik Fine Arts Yerden Göğe Kadar." Eğlenceli değil mi?

 

ŞE: "Yerden göğe kadar" serginin ismi mi?

 

HD: Galerinin alt başlığı. Sergi için de Cahit Cihat Zafer –tanımıyorum- şöyle bir tanıtım yazısı yazmış “Sözcüklere baktım Şebnem Aras için, lisanım aşk diyordu, dualarının rüyasını gören resimler için. Harfleri gördüm tek başına da durabilen, başlıbaşına birer gelenek. Osmanlıca-Türkçe lügata baktım, memleketine, yuvasına gittim kelimelerin...” Daha devam etmeyeceğim ama bir satır daha okuyacağım: “Şebnem Aras dualarının rüyasını gören resimler, 23 ayar altın, onu 24’e rüyaları tamamlıyor...”

 

ŞE: Çok etkileyici.

 

HD: Bir de koleksiyon sergisi var, Nahit Kabakçı adlı bir işadamı var. Bir zamanlar 80’lerin sonundaydı sanıyorum galerisi vardı Nahit Kabakçı’nın. Sonra galeriyi kapattı, işadamlığına devam etti, hatta Türki ülkelerde, yanılmıyorsam Azerbaycan’da, Bakü’de iş hayatını sürdürürken, bir yandan da sanat eseri toplamaya, koleksiyonculuğa da devam ediyor. Şimdi koleksiyonunu Atatürk Kültür Merkezi’nde sergiliyor ve kendisi de koleksiyonunun sergilenmesi ile ilgili bir broşürde şöyle diyor: “Koleksiyoncu, koleksiyonunu korumak ve geliştirmek için her türlü fedakarlığa katlanmaya hazır olan insandır.” Arkasından da “Koleksiyoncu sanatçıların aksine materyalist olmak zorundadır, manevi değerlere fazla üstünlük vererek kendi sanat tutkusuna yenilir ve parasız kalırsa koleksiyonunu yaşatmayı sürdüremez..."

 

ŞE: Çok doğru.

 

HD: Aslında bu okuduğum metinler arasında en içten, en samimi olanı da, en gerçek olanı da bu.

 

ŞE: Sadeliğe ulaşmak kolay bir şey değil tabii.

 

Hâlâ Bienali görmeyen İstanbullular var!

 

HD: Dolayısıyla bugünkü metinlerimiz bu kadar olsun, birazcık da sergilerden söz edelim. Yine de her hafta hatırlatmamızda yarar var, iki haftasonu kaldı ve biliyorum ki hâlâ 8. Uluslararası İstanbul Bienal’ini görmeyen İstanbullular var, dinleyiciler arasında. Bu haftasonu ya da gelecek haftasonu son bir fırsat olabilir. Ayağımıza kadar gelen bu uluslararası etkinliği görmeden geçmemek lazım.

 

Onun dışında Cumartesi günü Borusan Kültür ve Sanat merkezindeki sergi bitiyor, “Kopyala, Çal, Paylaş” adlı serginin son günü. Cumartesi günü biten bir diğeri, Bir Kültür Merkezinde, Nişantaşı’nda Şevket Sönmez’in sergisi. Yeni açılan sergiler var, Leyla Gediz’in sergisinden geçen hafta söz etmiştik, Abidin Dino’nun “Acıyı çizmek” adlı sergisi Milli Reasürans Sanat Merkezinde. Yapı Kredi Kazım Taşkent Sanat Galerisinde Ömer Uluç’un “Gözler, iyi, kötü ve aşık gözler” sergisi var. Fransız Kültür Merkezinde Muammer Yanmaz’ın “40 istasyon” adlı 40 Parisli Türkün fotoğraflarını sergiliyor. Feridun Oral Galeri Nev’de, Galeri Apel’de 1 Kasım’da –aslında bu sergiyi görmedim, enteresan olduğunu zannediyorum, davetiyeden öyle anlaşılıyor- Cem Aydoğan’ın “My old friend Atatürk” adlı bir sergisi var. Kare Sanat Galerisinden az önce söz ettim, Sabri Berkel’in gravür, lito ve desenleri. Nahit Kabakçı’nın koleksiyonu AKM’de. Maçka Sanat Galerisinde Seyhun Topuz çok uzun bir aradan sonra heykellerini sergiliyor. Artisan’da Avni Arbaş’tan sonra Nejdet Öksüz, dün açıldı bu sergi. Bugün açılacak olan bir sergi de Ebru Uygun “Şeyler” adlı sergisini CAM'da (Contemporary Art Marketing) sergiliyor.

 

Ben bu haftanın açık olan sergilerinden Ömer Uluç sergisini ve Seyhun Topuz’un sergisini enteresan olarak tespit ettiğimi söyleyebilirim. Seyhun Topuz yıllardır alıştığımız saç levhaları kıvırarak, bükerek oluşturduğu heykellerinin yerine bu kez hepimizin çocukluktan beri bildiği legoyu hatırlatan son derece alışkın olduğumuz geometrik formlarla, küp, prizma ve piramide yakın formları sadece çerçevelerini oluşturduğu metal, son derece temiz bir işçilikle ve –o renklere ne denir bilmiyorum, ana renkler mi denir?- sarı, kırmızı, yeşil, mavi renklerinden oluşan bir sergi bu.

Sergiye giden, izleyen o galeri salonunu dolduran bu geometrik formları kendi istediği gibi yeniden dizip, yeniden kurgulayabiliyor; böyle hoş ve eğlenceli bir tavrı var bu serginin. Ömer Uluç’un sergisi de aslında enteresan fakat Ömer Uluç’un sergilerinde genel olarak hep rastladığımız gibi, kendisine bir türlü vazgeçirtemiyoruz ya da sergiyi düzenleyenler vazgeçirtemiyor, eğer yapmış olduğu, bitirmiş olduğu herşeyi sergilemek zorunda olmadığını bir hissetse açtığı sergiler çok daha iyi duracak. Yani, orada 100 parça iş sergileniyorsa onun 30 tanesi sergilenmiş olsa etkili olacaktı.

İkincisi, Ömer Uluç’un kendi kuşağı arasında şöyle bir özelliği var: yeni malzemeye çok açık ve yeni malzemeyi deneyerek sanatını riske sokacak kadar cesur. Zaman zaman tabii bu tür cesaret tutabilir, tutmayabilir de. Belki biliyorsunuzdur, görmüşsünüzdür, hortumlarla oluşturduğu heykeller vardı. Bunları ilk denediğinde doğrusu fazla cesur bulmuştuk ama şimdi son sergisini izlerseniz görürsünüz, neredeyse bu hortumdan yaptığı heykelleri resmiyle aynı izleğe getirdi. Yani resmini hortum heykellerle oluşturmaya başladı ki bunu başarı olarak görüyorum. Ama onda da Seyhun Topuz sergisinin aksine bir mükemmel bitiş, bitirme, temiz bitirme gibi bir çaba hiçbir zaman olmuyor. Bu da Ömer Uluç’un bitmeyen bir kusuru; ama onu da herhalde öyle kabul etmek lazım.

 

(Açık Radyo'da yayınlanmıştır.)