Gri Alanda

-
Aa
+
a
a
a

Makalenin İngilizce aslını okumak için tıklayın.

Türkçe çeviri için kaynak: Dünyadan Çeviri

“Ben şuyum” (veya “Hepimiz şuyuz”) şeklindeki acıklı özdeşleşme formülü ancak belirli sınırlar dâhilinde iş görüyor; bu sınırları aştığındaysa müstehcen bir hal alıyor. “Je suis Charlie” (Ben Charlie’yim) diyebiliriz fakat “Hepimiz Saraybosna’da yaşıyoruz!” ya da “Hepimiz Gazze’deyiz!” gibi örnekler verildiğinde iş karışmaya başlıyor. Hepimizin Saraybosna veya Gazze’de yaşamıyor olduğumuzu hatırlatan acımasız gerçek, acıklı bir özdeşleşme ile üstü örtülemeyecek kadar güçlü hale geliyor. Söz konusu olan Muselmänner, yani Auschwitz’deki yaşayan ölüler olduğunda böyle bir özdeşleşme müstehcenleşiyor. Şunu söylemenin mümkünatı yok: “Hepimiz yaşayan ölüleriz!” Auschwitz’de, kurbanların insanlıktan çıkarılması öyle bir raddeye varmıştı ki, onlarla herhangi bir anlamlı özdeşleşme kurmak olanaklı değildir. (Ve, tam zıddı yönde, “Hepimiz New Yorkluyuz!” diyerek 11 Eylül kurbanları ile dayanışma beyan etmek de saçma olur. Milyonlarca insan şöyle der: “Evet, New Yorklu olmayı çok istiyoruz, bize vize verin!”

Aynısı geçtiğimiz ay yaşanan katliam için de geçerli: Charlie Hebdo’nun gazetecileri ile özdeşleşmek görece kolaydı, ancak şöyle bir açıklama yapmak çok daha zor olacaktı: “Hepimiz Baga’lıyız!” (Bilmeyenler için Baga, Boko Haram’ın iki bin kişiyi infaz ettiği, Nijerya’nın kuzeydoğusundaki küçük bir kasabadır.) “Boko Haram” adı, kabaca “Batı tarzı eğitim yasak” şeklinde tercüme edilebilir – özellikle de kadınların eğitimi. Ana hedefi cinsiyetler arasındaki ilişkilerin hiyerarşik olarak düzenlenmesi olan kitlesel bir sosyopolitik hareketin mevcut olması şeklindeki tuhaf olguyu nasıl değerlendirmek lazım? Sömürüye, tahakküme ve sömürgeciliğin diğer yıkıcı ve aşağılayıcı yanlarına maruz bırakılmış olan Müslümanlar, tepkilerinde neden Batı mirasının (en azından bizim için) en iyi kısmını, yani eşitlikçiliğimizi ve – tüm otoritelerle dalga geçme özgürlüğü de dâhil – kişisel özgürlüklerimizi hedef alıyorlar? Yanıtlardan biri hedeflerinin bilinçli seçilmiş olduğu: Liberal Batı, yalnızca sömürdüğü ve şiddet yoluyla tahakküm kurduğu için değil, aynı zamanda bu zalim gerçekliği tam zıddı bir kılıkta, yani özgürlük, eşitlik ve demokrasi olarak sunduğu için de bu kadar katlanılmaz.

Paris katliamının kurbanları ile dayanışma içinde el ele tutuşmuş olan, Cameron’dan Lavrov’a, Netanyahu’dan Abbas’a kadar dünyanın büyük politik isimlerinin sergilediği piyese geri dönersek: eğer ikiyüzlü sahtekârlığın bir resmi olsaydı, işte bu olurdu. Kimliği bilinmeyen bir vatandaş, tören alayı penceresinin altından geçerken, Avrupa Birliği’nin gayri resmî marşı olan Beethoven’ın “Mutluluğa Övgü”sünü çalarak, içinde bulunduğumuz karmaşadan en fazla sorumlu olan insanların sahnelediği bu mide bulandırıcı piyese politik bir zevksizlik de kattı. Rus Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, onlarca gazetecinin öldürüldüğü Moskova’da böyle bir yürüyüşe katılsa hemen gözaltına alınırdı. Ve gerçekten de bir piyesti sergilenen: medyada gösterilen fotoğraflarda siyasi liderler sanki bir caddedeki büyük bir kalabalığın önündeymiş izlenimi veriliyordu. Fakat yukarıdan tüm sahneyi alan başka bir fotoğrafsa, politikacıların arkasında yalnızca yüz kadar insanın durduğunu, geri kalan alanın bomboş olduğunu ve gruba arkadan ve etraftan polisin eşlik ettiğini gösteriyordu. Esas Charlie Hebdo jesti, kapağında bu olayla acımasızca ve tatsız şekilde dalga geçen koca bir karikatür olurdu.

“Je suis Charlie!” yazılı dövizlerin yanı sıra, “Je suis flic!” (“Ben polisim”) yazılı olanlar da mevcuttu. Kalabalık kamusal toplanmalarda kutlanan ve sergilenen ulusal birlik, yalnızca etnik grupların, sınıfların ve dinlerin ötesine geçen halkın birliği değildi; aynı zamanda halkın, düzen ve denetim güçleri – yalnızca polis değil, gizli servis CRS de (Mayıs 1968’in sloganlarından biri “CRS-SS” idi) – ve tüm devlet güvenlik aygıtı ile birleşmesiydi. Snowden veya Manning’e bu yeni evrende yer yoktu. “Yoksul Arap veya Afrika kökenli gençlik hariç, polise kırgınlık artık eskisi gibi değildi,” diye yazdı Jacques-Alain Miller geçen ay. “Bu kuşkusuz ki Fransa tarihinde hiç görmediğimiz bir şey.” Kısacası, terör saldırıları imkânsız olanı başarmıştı: Vatanseverlik Yasası’nın, insanların gözetime kendiliğinden teslim olduğu bir Fransız halk versiyonunda, 68 kuşağını, baş düşmanı ile barıştırmak.

Paris gösterilerinin esrik anları, ideolojinin galebe çalmasıydı: cezbedici varlığıyla tüm antagonizmaları bir anlığına ortadan kaldıran bir düşmana karşı insanları birleştirmek. Kamuoyuna kasvetli bir seçim sunuldu: ya polissiniz ya da terörist. E peki Charlie Hebdo’nun hürmetsiz mizahı bunun neresinde? Bu soruyu yanıtlamak için, “Dekalog” ile (Kenneth Reinhard ve Julia Reinhard Lupton’ın savunduğu üzere, en nihayetinde On Buyruğu ihlal etme hakkı olan) insan hakları arasındaki bağlantıyı akılda tutmamız gerek. Özel yaşamın gizliliği hakkı, zina yapma hakkıdır. Mülkiyet hakkı, çalma (ve başkalarını sömürme) hakkıdır. İfade özgürlüğü hakkı, yalancı şahitlik yapma hakkıdır. Silah taşıma hakkı, öldürme hakkıdır. Dini inanç özgürlüğü, sahte tanrılara ibadet etme hakkıdır. İnsan hakları, Buyrukların ihlal edilmesini doğrudan tasvip etmez elbette fakat (ister dini ister seküler olsun) iktidarın erişimi dışında olması gereken marjinal bir gri alanı açıkta tutar. Bu loş alanda, buyrukları ihlal edebilirim ve iktidar bunu gözetleyip beni pantolonum inik yakalarsa şöyle feryat edebilirim: “Temel insan haklarıma saldırılıyor!” Esas nokta, burada kesin bir ayrım çizip, insan haklarının, gereğine uygun şekilde, örneğin Buyrukları ihlal etmeyen kullanımını zedelemeden, yalnızca suiistimalini önlemenin, iktidar için yapısal olarak imkânsız olmasıdır.

Charlie Hebdo’nun acımasız mizahı bu gri alana ait. Dergi 1970 yılında, General De Gaulle’ün ölümü ile dalga geçtiği için yasaklanan Hara-Kiri’nin halefi olarak yayın hayatına başladı. Bir okur mektubu Hara-Kiri’yi “ahmak ve edepsiz” (“bête et méchant”) olmakla itham ettikten sonra, bu ifade derginin resmi sloganı olarak benimsendi ve günlük dile girdi. Paris’te yürüyen binlerce kişi için “Je suis bête et méchant” demek, “Je suis Charlie” demekten çok daha uygun olurdu.

Charlie Hebdo’nun “bête et méchant” duruşu, kimi durumlarda ferahlatıcı olabilse de, bizatihi kahkahanın özgürleştirici falan olmayıp, derin şekilde müphem oluşu ile kısıtlı. Antik Yunan’a popüler bakışa göre, vakur aristokrat Spartalılar ile şen demokrat Atinalılar arasında bir karşıtlık mevcuttur. Fakat ciddiyetleri ile övünen Spartalılar, kahkahayı ideoloji ve pratiklerinin merkezine yerleştirmişlerdir: komünal kahkahayı devletin görkemini artırmaya yardımcı olan bir güç olarak kabul etmişlerdir. Sparta kahkahası – aşağılanan bir düşman veya köle ile acımasızca dalga geçmek, onların bir iktidar konumundan duydukları korku veya acı ile eğlenmek – yankısını, “hainlerin” panikleyip ne yapacağını şaşırmasıyla alay eden Stalin’in konuşmalarında buldu ve ta bugüne kadar geldi. (Yeri gelmişken şunu da söyleyeyim ki bu, iktidardakilerin kahkahasının başka bir türünden, kendi ideolojilerini kendilerinin bile ciddiye almadığını gösteren sinik istihzadan ayırt edilmelidir.) Charlie Hebdo’nun mizahındaki sorun, saygısızlıkta fazla ileri gitmesi değil, ideolojinin toplumlarımızda yerine getirdiği hegemonik sinik işleve mükemmelen uyan zararsız bir aşırılık olmasıydı. İktidardakilere en ufak bir tehdit oluşturmuyordu; yaptığı şey iktidarın aşırılıklarını daha katlanılır hale getirmekten ibaretti.

Batılı liberal-seküler toplumlarda, devlet iktidarı kamusal özgürlükleri korur, ama sözgelimi çocuk istismarından şüphe duyulduğu anda özel alana müdahale eder. Fakat Talal Asad’ın 2009 tarihli Is Critique Secular? Blasphemy, Injury and Free Speech’te (“Eleştiri Seküler Midir? Küfür, İncinme ve İfade Özgürlüğü”) belirttiği gibi, “İslami yasada ‘kamusal’ davranışa uyum sağlamak çok daha katı olabilse de, ev alanına davetsizce girilmesine, ‘özel’ alanların tecavüzüne cevaz verilmez … cemaatin gözünde mühim olan husus Müslüman öznenin, içeriği ne olursa olsun içsel düşünceleri değil toplumsal pratiğidir – bu pratiğe sözel duyuru da dahildir. Kur’an’da şöyle denir: ‘Bırakın dileyen iman etsin, dilemeyense reddetsin.’” Gelgelelim, Asad’ın kendi sözleriyle devam edecek olursak, bu “dilediğini düşünme hakkı… insanları sahte bir bağlılığa inandırmak maksadıyla kendi dinsel veya ahlaki inançlarını alenen ifade etme hakkını içermez.” Bu yüzdendir ki, Müslümanların nazarında, “küfür karşısında sessiz kalmak imkânsızdır … küfür ne ‘konuşma özgürlüğü’dür ne de yeni bir hakikatin meydan okumasıdır; bilakis, canlı bir ilişkiyi kesintiye uğratmayı hedefleyen bir şeydir.” Batılı liberal bakış açısından bakıldığında, bu ne o/ne o formülasyonunun her iki tarafı da sorunludur: İfade özgürlüğünün canlı bir ilişkiyi kesintiye uğratabilecek edimleri de içermesi gerekiyorsa ne olacaktır? Peki ya “yeni bir hakikat”ın da aynı kesintiye uğratıcı etkisi varsa? Veyahut yeni bir etik farkındalık canlı bir ilişkinin göze adaletsiz gelmesine sebep oluyorsa?

 

Eğer Müslümanlara göre hem “küfür karşısında sessiz kalmak” hem de edilgen kalmak imkânsızsa –ve bir şey yapma baskısı şiddet içeren ve hatta birilerini katletmeye varan edimleri de içerebilir– bu durumda yapılacak ilk şey bu tavrı günümüzdeki bağlamı içinde tespit etmektir. Aynı husus Hıristiyanların kürtaj karşıtı hareketi için de geçerlidir; onlar da her yıl yüz binlerce fetüsün ölümü karşısında “sessiz kalmayı imkânsız” bulmakta ve bunu Holokost’u andıran bir katliam diye değerlendirmektedir. Esas hoşgörü işte burada başlar: katlanılması-imkânsız (Lacan’ın deyişiyle, “l’impossible-a-supporter”) diye deneyimlediğimiz şeye karşı hoşgörüden bahsediyorum ve tam bu noktada liberal sol, tüm o “karşısında sessiz kalmanın imkânsız olduğu şeyler” (cinsiyetçilik, ırkçılık ve diğer hoşgörüsüzlük türleri) listesiyle, dinsel köktenciliğe yakınlaşır. Diyelim ki bir dergi Holokost’la alenen dalga geçseydi ne olurdu? Sol-liberal duruşta bir çelişki vardır: İster manevi ister siyasi olsun tüm otoritelerle alay eden evrensel ironi ve istihzaya dayalı liberter konum (Charlie Hebdo’da tecessüm eden konum tam da budur) karşıtına kaymaya, ötekinin acısına ve yaşadığı aşağılanmaya yönelik artmış bir duyarlılık hissetmeye meyleder.

 

Paris katliamına verilen sol tepkilerin çoğunun gayet kestirilebilir ve hatta acınası bir kalıbı izlemesine işte bu çelişki sebep olmuştur: Liberal mutabakat ve kurbanlarla dayanışma temaşasında son derece derin bir yanlışın olduğu konusunda haklı bir şüpheye düşüldü, ama katliamı ancak uzun uzun ve sıkıcı şerhler düştükten sonra kınayabildiklerinde yanlış bir yola girmiş oldular. Katliamı dosdoğru kınarsak, öyle ya da böyle İslamofobi suçu işlemiş olacağımız korkusu, gerek siyaseten gerekse etik açıdan yanlıştır. Nasıl ki İsrail’in Filistinlilere reva gördüğü muameleyi kınamanın anti-Semitik bir yanı yoksa, Paris katliamını kınamanın da İslamofobik bir yanı yoktur.

 

Paris katliamını bir bağlamın içine yerleştirmemiz ve onu “anlamamız” gerektiği kanısına gelecek olursak, bu da hepten yanıltıcıdır. Frankenstein’da Mary Shelley canavarın kendisi adına konuşmasına izin verir. Yaptığı bu tercih en radikal haliyle ifade özgürlüğüne yönelik liberal tavrı ifade eder: Herkesin görüşüne kulak verilmelidir. Frankenstein’da canavar hepten öznelleşmiştir: Canavar katilin, başkalarıyla birlikteliğe ve muhabbete özlem duyan, içten içe incinmiş, ümitsiz bir birey olduğu ortaya çıkar. Fakat bu yordamın da açık bir sınırı vardır: Hitler’i ne kadar çok bilir ve “anlarsam”, o bana o kadar bağışlanamaz görünür.

Buradan hareketle, İsrail-Filistin çatışmasını ele alırken, amansız ve soğukkanlı ölçütlere bağlı kalmamız gerektiği de söylenebilir: (Nerede karşımıza çıkıyorsa) Arap anti-Semitizmini Filistinlilerin hal-i pür melaline verilen “doğal” bir tepki diye veya İsrail’in aldığı tedbirleri Holokost hatırası üzerinden verilen “doğal” bir tepki diye anlama ayartısına kayıtsız şartsız direnmeliyiz. Birçok Arap ülkesinde Hitler’in hâlâ bir kahraman olarak görülmesini, ilkokuldaki çocuklara anti-Semitik mitler öğretilmesini, mesela Yahudilerin kurban için çocukların kanını kullandığının söylenmesini “anlamak” söz konusu olmamalıdır. Bu anti-Semitizmin, yerinden edilmiş bir kiplik içinde, kapitalizme direnişi ifade ettiğini iddia etmek, onu asla ve k’ata meşrulaştırmaz (aynısı Nazi anti-Semitizmi için de geçerlidir: O da enerjisini anti-kapitalist direnişten almıştır). Yerinden etme burada ikincil bir işlem değil, bilakis ideolojik mistifikasyonun temel jestidir. Bu iddia, uzun vadede, anti-Semitizme karşı mücadele etmenin tek yolunun liberal hoşgörüyü vaaz etmekten değil, temeldeki anti-kapitalist saiki dolaysızca, yani yerinden edilmemiş şekilde ifade etmekten geçtiği fikrini beraberinde getirir.

İsrail Savunma Güçleri’nin Batı Şeria’da sergilemekte olduğu eylemler Holokost’u arka planda tutarak değerlendirilmemelidir; Fransa’da ve Avrupa’nın başka yerlerinde sinagoglara yapılan saldırılar İsrail’in Batı Şeria’da yapmakta olduklarına karşı verilen uygunsuz, ama anlaşılabilir tepki diye görülmemelidir. İsrail’e karşı yapılan herhangi bir kamusal protesto basbayağı anti-Semitizmin bir tezahürü diye görülüp kınandığında – yani, İsrail’in askeri ve siyasi harekâtlarına yöneltilen her türlü eleştiriyi etkisiz hale getirmek için devamlı Holokost’un gölgesine sığınıldığında – anti-Semitizm ile İsrail devletinin belirli politikalarına yapılan eleştiriler arasındaki farkın altını çizmek yetmez; bir adım daha ileri gitmek ve bu bağlamda, Holokost kurbanlarının kutsal hatırasına saldıranın, onu halihazırdaki siyasi tedbirlerini meşrulaştırmanın bir yolu olarak araçlaştıranın İsrail olduğunu söylemek gerekir. Bir başka deyişle, Holokost ile İsrail-Filistin gerilimi arasında mantıksal veya siyasal bir bağ olduğu kanısını dosdoğru reddetmeliyiz. Bunların ikisi de baştan aşağı farklı fenomenlerdir: Birisi Avrupa tarihinde sağın modernleşme dinamiklerine direnişinin bir parçasıdır; diğeri ise sömürgeleştirme tarihinin son fasıllarından biridir.

 

Avrupa’da anti-Semitizmin yükselmekte olduğu inkâr edilemez. Örneğin İsveç’in Malmö kentindeki saldırgan Müslüman azınlığın Yahudileri sokakta geleneksel kıyafetleriyle gezmekten korkacak kadar taciz etmesi dosdoğru ve tereddütsüzce kınanmalıdır. Anti-Semitizme karşı verilen mücadele ile İslamofobiye karşı verilen mücadele aynı mücadelenin iki veçhesi olarak görülmelidir.

Ruth Klüger 2001’de yazdığı Still Alive: A Holocaust Girlhood Remembered adlı kitabının hatırda kalan bir pasajında, Almanya’daki bazı “ileri düzey doktora adaylarıyla” yaptığı bir sohbeti anlatır:

Auschwitz’ten sağ kurtulan yaşlı bir Macar Yahudisiyle Kudüs’te tanıştığını, ama bu adamın yine de Araplara küfrettiğini ve onları hakir gördüğünü söylemişti biri. Auschwitz’den gelen biri nasıl olur da böyle konuşabilir diye soruyordu bu Alman. Sohbete dahil olup belki gerektiğinden çok daha hararetli bir şekilde konuşmaya başladım. Ne bekliyordu ki? Auschwitz bir öğretim kurumu değildi … Orada hiçbir şey öğrenilmezdi, hele insanlık ve hoşgörü hiç. Toplama kamplarından hiç ama hiç iyi bir şey çıkmamıştı diyordum ve sesim yükseliyordu; o ise katarsis, arınma, hani şu tiyatrodan murat ettiğimiz şeyleri bekliyordu. Bu kamplar akla hayale gelebilecek en faydasız, en manasız tesislerdi.

Uç noktadaki deneyimlerde özgürleştirici bir şey olduğu, bu deneyimlerin gözlerimizi bir durumun nihai hakikatine açtığı fikrini terk etmek zorundayız. Terörden çıkarılacak en bunaltıcı ders belki de budur.

 

İngilizceden çevirenler: Serap Güneş ve Erkal Ünal

 

Bağlı olduğu dosyalar