Felsefe Light - XXXVII

-
Aa
+
a
a
a

Geldik metafizikten bir bilim yaratmaya.Bu bölüm pozitif bilime gönül vermiş bir adam için en çok zorlanılacak bölüm. İnanmadığım şeyin savunmasını basite indirgeyerek açıklamaya çalışacağım. Kusurum affola.Metafizik ancak doğa bilimleri gibi sentetik a priori yargılardan kurulursa bir bilim niteliği kazanabilir. Phainomenon - görünüş dünyası ile noumen - düşünceler dünyası arasında niteliksel anlamda bir farklılık vardır. Düşünceler dünyası bilgi açısından olumsuz bir değer taşır. Akıl ise mundus intellegibilis - anlayış yetisi dünyası ile ilgili bir şey bilemez. Bu alanda sentetik a priori algılar olanaksızdır çünkü kategoriler dünyası sadece tecrübeler ile sınırlandırılmıştır.Kısacası sadece düşünerek bilgi oluşturmaya tü-kaka diyor Kant. Düşünceler tecrübelerden oluşan algıların üzerine bina edilecek. Yani ne kadar kategori, o kadar ekmek.İşte bu noktada Kant'ın transandantal diyalektik incelemeleri devreye girer. Kitabı bu bölümünde Kant metafiziğin eleştirisini yapar ve gelecekte bir bilim olarak ortaya çıkıp çıkamayacağını araştırır.Kant dialektik kavramını boş bir kavram çatışması, yanıltan düşünce tarzı, yani insanın kendi kendini yanıltması anlamında kullanır. Peki nedeni nedir bunun? Bir miktar fısıldadık yukarıda. Akıl anlayış yetisini maalesef zaman zaman sollar. Amaç koşulsuz olana ulaşmak olunca akıl da anlayabileceğinden fazlasını akıl etmek ister elbet.

Aklın üç yüksek idesi vardır: Ruh, evren ve Tanrı. Hep bunları ve nedenlerini anlamak isteriz. İşte bu üç ideden ruh idesi bizi sürekli dialektik yanılsamalara götürür. Ben diyerek durup dururken üzerine bir takım anlamlar, özellikler, beceriler yüklediğimiz bir soyut varlık yaratırız. Yaratmakla kalmayıp bir de bunu severiz. Hadi kendimizi tanıyoruz diyelim. Bununla da kalmaz bir de tüm tanıdığımız insanlar için ayrı ayrı birer ''ben'' yaratır ve bunlara da özellikler kazandırırız. Sonra sadece sevmek ile kalmaz hoşlanmamak, aşık olmak, nefret etmek, ilgilenmemek gibilerinden bir sürü duyusal yüklem ile bu ''ben''leri yükleriz.İşte dialektik yanılsamalar da o zaman yaşamın bir gerçeği olur....Bu Kant bittiği gün kendime pasta ısmarlayacağım....Bir daha da filozof filan elleşmeyeceğim.

 

Bugün politika düşünürken aklıma Kant’ın felsefesi geldi. Kant’ın kendisini insanların gözünde ulaşılmaza çıkartan ancak gene kendi felsefesinin gereği olan dozajının artması ile birlikte çevresindeki zaten hep tetikte duran çoğunluğun da ikirciklenmesi başlatan felsefesi.

 

Bakın ne denmiş bu konuda;

 

Sürü, yığın "pek azlar"ın önünde hep secdeye varır. Onları kutsar. Ancak bu kutsamanın dialektiği sürüyü hep tetikte tutar. Hep o "pek az" olanın ayağının sürçmesini bekler. Zaten ilk sürçmede de o secdeye vardığının üstüne atlayıp onun kanı ile beslenir. Kalabalıklar Kant’a da aynı nedenler ile saldırdılar.

 

Biraz da kendimi bu komplekse kaptırarak politika düşünüyordum. Acaba yaşlı ve kurt bir politikacıya haksızlık mı ediyordum diye. Ancak fikrim değişmedi.

 

Ne o Immanuel Kant idi...

Ne ben sürü...

 

Kant’ın son sözlerinden bir tanesi "Hümanite beni terk etmedi" olmuştu.

 

Sonunda bize metafizik ile ilgili şu doğruları göstermişti:

 

Metafizik bir bilim değildir, ama metafizik temellerini insan aklında bulur. Akılda duyu verilerinin çok ötesinde, koşulsuz olana doğru bir sıçrama, yükselme özlemi, çabası vardır. İşte aklın bu özel yapısı metafiziği kaçınılmaz yapar.

 

Tamam, bunları kanıtlar kanıtlamasına da gönlü ne der üstadın acaba? İşte şu satırlardan da onu çıkartabilirsiniz:

 

"Bu yüzden, inanca yer açabilmek için bilmeyi bir yana atmak zorunda kaldım."

 

İnsanı soluksuz bırakır vallahi. Yani kısacası Tanrı vardır ancak bilmek ile ters orantılı olmak koşulu ile.

 

Tanrı saf aklın bir idesidir. Biz hiçbir zaman bu "kendi başına varlığı" bilemeyeceğiz; aklın bir idesi olarak Tanrı bizim için hep bir "sınır kavram" olarak kalacaktır.

 

Ve bu benim verdiğim sözü tamamlar.

Kant biter

Felsefe de biter

Bilgin için...

Kant ölünce aklı evvel filozof bozuntuları neden ayrı gayrı felsefe sistemlerini bir araya getirmiyoruz özentisine düşmüşlerdi.

 

Niyetleri neydi ki? Tabii ki ideali yakalamak. Ordan şu sistemin şusu, burdan bu sistemin busu...

 

Hatırlıyor musunuz; bizim zamanımızda özellikle Hayat mecmuasında (şimdi olsa Yaşam dergisi olurdu ismi herhal) her güzel kadının en güzel parçası alınır, yani Gina Lolobrigida'nın bacakları, Liz Taylor'un gözleri, Sophia Loren'in dudakları falan filan, ve de dünyanın en güzel kadını yaratılmaya çalışılırdı. Sonuçta hep bir ucube çıkardı ortaya.

 

Bu da o misal.

Alman idealizmi, haftaya...