Felsefe Light - XXXIV

-
Aa
+
a
a
a

Materyalizm hoş geldi sefa geldi.

 

Geldi ama öyle hop diye baş köşeye de oturamaz tabii. Objelerden, nesnelerden oluşan bu evreni insan ruhunun algıları yaratmamıştır. Onların varlık nedeni, benim sonlu ve sınırlı ruhumun algılama ve duyumlama yeteneğini aşar. Peki neyi aşmaz? Onların varlık nedeni sınırsız ve sonsuz ruh olan Tanrıdır. Dış dünyanın varlığının ve gerçekliğinin biricik nedeni, Tanrı’nın ideleri olmalarıdır. İşte burada tehlikeli beyin sarsıntıları başlar;

 

‘’Tanrı’nın benim ruhumda yarattığı, idelerden oluşan bu evrende determinizme ve mekanizme yer yoktur.’’

 

Kısacası; her an her şey olabilir. Yaratıcı gücü ve bilgisi sonsuz olan Tanrı sınırsız özgürlüğünü dilediği gibi ve dilediği an kullanabilir. Mucize mümkündür.

 

Eh tabii bu felsefe şaşkınlık ve tepkiyle karşılandı. İnanılmaz basit çözümler öneriyordu. Evreni anlamak için filozof olma şartını ortadan kaldırıyordu. Ancak hiç kimse, duyu verilerinin dışında ‘’bir şey’’ var mıdır, problemine Berkeley'in aksine bir kanıt henüz getiremedi. (Berkeley, önceki bölümdeydi)

 

Newton’un olanca şöhreti, o müthiş Principia’sı ve yadsınamaz ‘mutlak uzam’ kavramı bir tarafta, Berkeley’in mütevazı şöhreti ve duyu verileri, yoksa yoktur dediği obje ve maddi töz yokluğu öbür tarafta.

 

Önce hafif materyalizm kokan Berkeley’in bu 180 derecelik dönüşü tabii 19. yüzyılın harbi materyalistlerini fena kızdırdı. Ancak Newton fiziğini hırpalayan bu görüşlerin ne kadar doğru olduğunu Albert Einstein’ın çalışmaları çok sonraları ortaya çıkartacaktı. Herneyse zaten materyalizmin a babalarından Vladimir İlyiç Lenin ağabeyimiz Berkeley’i eleştirirken tek bilimsel laf olarak onu ‘Burjuva Filozofu’ olmakla suçlayabilmiştir. Bu eleştiriyi ortaya koyduğu Materyalizm ve Ampriokritisizm adlı kitabının da XX. Yüzyıl entelektüelleri (bu tanımlamayı alay olarak alınız lütfen) arasında on yıllarca bilim eseri olarak kabul edilmesi de saçmalığın bu tür entelektüelliğin ayrılmaz bir parçası olduğunun kanıtıdır.

 

Kısacası özellikle Kartezyenlerin töz ikiliği (ruh ve madde) ve bunların doğurduğu problemler ve sonuçta da ister istemez üreyen içi boş spekülatif bilgi birikimleri, yani kısacası felsefik saçmalamalar Berkeley ile sona ermiştir dersek, Berkeley üstadın hakkını Berkeley üstada vermiş oluruz.

Aydınlanma çağına devam

Yüzdük yüzdük nerdeyse kuyruğuna vardık. Bir de modern çağların felsefesi var ama, ben oraya dokunmak pek istemiyorum. Biz Aydınlanma çağına devam edelim. Sıra epey ilginç bir adama geldi. Filozofumuzun adı David Hume. İskoç asıllı ve 12 yaşında üniversiteye girip 15 yaşında mezun olmuş. Hayatının tamamı 25 yaşında yazdığı bir kitabın dayanılmaz baskısı altında geçmiş. Kitabın adı "A Treadise of Human Nature – İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme." Yayınladığına da bin pişman olmuş çünkü anında ateist olmak ve dinsizlikle suçlanır olmuş. Sonunda zaten kendi kendini de yargılayarak ihtiyatsızlık ve toylukla suçlamış. Bakın bir mektubunda ne diyor: "Şu mahut eseri yayınlamakla çok büyük bir davranış hatası işlediğimi itiraf ederim. Hele bu eserde hakim olan ve ancak gençlik

 David Hume (1711-1776)

ateşine bağışlanabilecek olan iddialı eda beni o kadar sinirlendiriyor ki... bu, adhuc sub justici lis est – daha çözüm yok, uyuşma yok.’’

 

Yani aslında üzülüyor ama fikrinden de, geliştirdiği çözümlerden de caymış değil. Sonunda epey badireler atlatır ve kendine bir düzen kurunca bu kitabı yeniden ele alıp gerekli değişiklikleri yapar ve dilini sadeleştirir. Adını da değiştirip ‘’Four Dissertation – Dört Tez’’ yaparak yeniden yayınlar. İşte bu elleşilmiş eski kitap ona inanılmaz bir ün sağlar. Bu sayede Paris elçiliğine sekrete olarak atanır ve hayatının en büyük değişikliğini burada Rousseau ile tanışarak yaşar. Sonra beraber İngiltere'ye giderler, ancak sonunda üzerine kitap yazılacak kadar büyük bir anlaşmazlık yaşayıp kavga ederler. Tabii Rousseau gerisin geri Paris'e döner. Bundan sonra bir de ‘’Din Üzerine’’ diye bir diyalog kitabı yazar ama artık akıllanmıştır, ölümüne kadar yayınlanmasına izin vermez.

 

Gelelim hazretin felsefesine.

 

Geleneksel İngiliz felsefesinin bir devamıdır. Temel problem ‘bilgi’, ‘ahlak’ ve tabii ki ‘Tanrı’ ve ‘din’ konularını içerir. Hume için de tüm bilgilerimizin kaynağı iç ve dış duyumlardır elbet; kısacası "düşünmenin tüm malzemesi ya dış duyumlardan ya iç duyumlardan türetilir. Zihin ve iradeye ait olan ise sadece bu malzemeyi karıştırıp düzenlemektir.’’

 

Bunun felsefik dille açıklamasını da yapayım da eksik kalmasın, der Hume;

 

‘’Tüm fikirlerimiz, yani nispeten daha zayıf olan algılarımız, izlenimlerimizin, yani nispeten daha canlı olan algılarımızın, kopyasıdırlar.’’ 

 

Niye fikirler daha zayıf algılardır peki? Zira onlar daha canlı algılar olan izlenimlerin sonra zihnimizde işlem görmesi sırasında ister istemez canlılıklarını yitirmiş halleridir de ondan. Hem sonra fikirlerimiz birbiri üzerine eklenerek inşa edilen tuğla duvarlar gibidirler. Bir fikrimiz ister istemez ondan önceki fikirlerimizden yani daha basit fikirlerin birlikteliğinden ortaya çıkar. Tanrı fikrimiz de aynen böyledir. Önce kafamızda iyilik ve bilgelik kavramlarını oluşturur sonra daha önce oluşturduğumuz sonsuz kavramı ile bu kavramları birleştirir ve Tanrı fikrini oluştururuz.

Kilisenin ölüleri soldan sağa, dirileri sağdan sola bir dönmüşlerdir bunu okuyunca.

 

Tanrının varlığı kuşkuludur

 

Madem tüm bilgilerimizi algılarımız oluşturuyor, o zaman şu algıları bir inceleyelim. Bilincin algıları iki sınıftır. Birincisi izlenimler, ikincisi ise fikirler. İzlenimler ilk elden yani doğrudan temin edilen algılar. İdeler ise izlenimlerin anımsanarak bir miktar da hayal gücüne dayandırılarak oluşturulan algılar. Yani ideler ister istemez izlenimlere bağlılar. Eh o zaman Tanrı idesi de izlenime dayanır. Tanrının doğrudan duyumu ve bu duyumun bir algısı yoktur. Bu nedenle de varlığı kanıtlanamaz. Yani varlığı kuşkuludur.

 

Eh adamı dinsiz ve ateist ilan etmeleri kadar da varmış hani.

 

Peki objeleri nasıl algılayacağız? Elbette her nesneden elde ettiğimiz duyumlar var. Bu duyumları aşarak objeye doğrudan erişemeyiz biz. Sonra bilincimiz bu duyumları ve bizdeki benzer duyumların oluşturduğu fikirleri kullanarak objeye ait yeni fikirler oluşturacaktır. Bunun içinde bilincimiz çağrışım yöntemini kullanacaktır. Peki çağrışım yöntemi nelerden oluşur? İşte çağrışımın ilkeleri; Benzeyiş, zamanda ve uzamda bitişiklik ve neden-sonuç. Bu ilkeler bütün bilinçlerde ortak ilkelerdir.

 

Asırlardır tüm felsefe sistemleri ‘’töz’’ ve tözlerin çeşitlilikleri üzerinde konuşmaya alışmışlardır. İlk defa Berkeley töz sayısını Descartes’in iki töz’ünden (madde ve ruh) tek töze, yani ruha indirgemişti. Hume Berkeley'i de geçer ve töz kavramını kökten yadsır. "Ruhun bilincimizde bir izlenimi yoktur. İzlenimi olmayan şeyin kendisi de yoktur" der ve ruhu da töz olmaktan kurtarır.

 

Gelelim bilincimize. Bilincimizin objeleri de ikiye ayrılır:

 

a)       İdelerin İlişkileri (Relations of Ideas)

b)       Somut Olgular (Matters of Fact)

 

Birinci tür bilgilerimiz matematiğin bilgileridir. Bunlar tümel bir önermeden, yani bir aksiyom veya postulattan analitik yöntem ile elde edilirler ve kesinlikleri ispat ile sağlanır. Bunlar evrende var olan herhangi bir şeye bağlı olmaksızın keşfedilebilir önermelerdir. Bir kere açıklandılar mı sonzuza kadar da değişmezler. Hipotenüsün karesi üçgenin diğer iki kenarının karelerinin toplamına hep eşit olacaktır.

 

İkinci tür bilgilerimiz, yani somut olgular, bize karmaşa yaşatırlar. Artık  bu bilgiler analitik değil sentetiktirler. İspatlanamazlar. Bunlar tamamen neden – sonuç ilişkisi üzerine kurulu akıl yürütmelerdir ve bu nedenle bilimlerin bilgileri açısından çok önemlidirler. Bilimlerin tüm bilgileri ise temel bir aksiyom olan nesnelerin oluşumları ve devinimleri determinizm ilkesine bağlıdır. Nedir bu ilke?

 

Evrenin uzay-zaman boyutu içerisindeki varlığının herhangi bir andaki durumu çok yüksek bir olasılıkla evreni oluşturan parçacıkların koordinatları ve refleksleri tarafından belirlenmiştir.

 

"Bilgi yalnızca deneyime dayanır"

 

Somut olguya dayanan tüm akıl yürütmeler sonunda elde edilen önermelerin karşıtları da her durumda olasıdır. Bunlar bir çelişki içermezler ve bilinç bunları da aynı açıklık ve kolaylıkla kabul eder. Örnek mi? Güneş yarın doğmayacaktır önermesi, doğacaktır önermesinden daha az anlaşılır ve ondan daha çok çelişkili bir önerme değildir. Güneş herhangi bir yarın hakikaten doğmayabilir.

 

Peki bu olguların bilgileri ile yapılan akıl yürütmeler bir izlenim sonucu mu yoksa doğuştan – a priori olarak mı mevcuttur bilincimizde. Hume doğuştan bilgileri tamamen yadsır. Herşey tecrübe ile kazanılır. Hepimiz ateşin yakacağını, suyun boğacağını biliriz ancak Adem bunları sadece ateşin ışığına ya da suyun akıcılığına bakarak bilemezdi.

 

İşte bu neden-etki ilişkisinin bilgisini yalnızca deneyim ile temellendirince koskoca Newton’un bilim anlayışında ve bilim dünyasının şekillenmesinde hiç de küçümsenmeyecek bir depreme neden oldu Hume.

 

Böylece yalnız doğa bilgilerimiz değil olgular üzerine bilgilerimiz de güvenilir olmaktan çıkmıştı. Peki bu kuşkuculuk nereye kadar varacaktı ki? Immanuel Kant imdada yetişti o zaman. Bir zamanlar Platon Sofistlerin elinde kesin ve geçerli bilgiyi oyuncak olmaktan kurtarmıştı, şimdi ise Kant Hume skeptisizminden bilgiyi kurtarma görevini üstlendi.

 

Hume nerdeyse felsefe tarihinin en çok eleştirilen filozofudur. Ama çoğunlukla anlamayanlar tarafından eleştirilmiştir. Bir tek Thomas Reid ciddi yaklaşmış ve şu örneği ortaya koymuştur.

 

Tamam neden – sonuç ilişkisi tıpta uygun bir yaklaşım olabilir. Bir doktor bir hastalığı tedavi için birinci hastaya bir yöntem uygular ve buna devam edip iyi sonuçlar alırsa sonuncu hastada kuşkular dağılır. Hastalığın nedenleri ve bu nedenlerin etkileri konusunda salt tecrübeye dayanan bir ilişki kurulabilir. Ancak gelin bir de gece – gündüz olgusuna bakın. Biz biliriz ki geceyi hep gündüz takip eder (ya da tam tersi), ancak ne gece gündüzün nedeni ne de gündüz gecenin sonucudur. Bu iki algı birbirine yapışıktır, bitişiktir. Bu ilişkinin (neden – etki) kaynağı apaçık biçimde tecrübe değil, bilinçtir.

 

Immanuel Kant bu eleştirilere pek kızmış ve eleştirenleri Hume’u anlayamamakla suçlamıştır.

 

"Intentat angues atgue intonat ore – Yılanlar ağızlarını açmış her yandan saldırıyorlar" der.

 

Haftaya: Immanuel Kant