Felsefe Light - XXXIII

-
Aa
+
a
a
a

Onsekizinci yüzyılı genelde batı kültürü Aydınlanma Çağı olarak kabul eder. Artık Ortaçağın körü körüne inançları ya da baskı altında insanın kendi aklını kullanma hakkından bilerek veya bilmeyerek vazgeçmesi bu çağ ile sona ermektedir.

 

Aklını kendin kullanmak cesaretini göster

                                           Immanuel Kant

 

Yani olan olmuş ve "Credo qui absurdum est – akla aykırı olduğu için inanıyorum" anlayışı iflas etmiştir. 

 

Aslında aydınlanma çağına girildi ifadesi müthiş beyinler olan Newton, Descartes, Spinoza, Locke ve Leibniz gibi filozoflara hakaret gibi gelebilir ancak, bu filozoflar tüm aydınlık görüşlerine rağmen Hıristiyanlığın hegemonyasından santim oynayabilmiş insanlar değildirler.

 

Peki değişikliğe neden olan nedir?

 

Hıristiyanlığın bizzat kendisi. Zaten her kötülük eninde sonunda kendi başını yer. Dikkat edin, bugünlerde de bir başkası kötülüklerini zirveye çıkartmakla meşgul.

 

Özellikle Haçlı seferleri, bu seferlere katılan aristokrat ve bazı beyni sulanmamış papazların Yahudi ve Müslüman kültürlerle tanışıp dünyanın Kiliseden ibaret olmadığı gerçeğini görmelerini sağladı. Bu insanlar doğrudan doğruya Kilisenin içinde Kilisenin baskısına karşı örgütlenmeler oluşturdular. Özellikle Tapınak Şövalyeleri, Sion Manastırı Tarikatı ve Rose Croix adlı örgütler bu başkaldırının öncüleri oldu. Tapınak Şövalyeleri örgütünü özel mülkiyet, bireyin özgürlüğü ve serbest pazara dayanan çalışmaları ile liberalizmin öncüsü saymak bile mümkündür. Bu örgütlerin bireyleri dünyada Hıristiyanlardan başka insanlar olduğunu ve onların da Hıristiyan olmamalarına rağmen dürüst ve iyi insanlar olabildiklerini gördükleri gibi Arapça'ya tercüme edilmiş ancak batı dillerinde tercümeleri olmayan Eski Yunan filozoflarını da tanıdılar. Halbuki bu sıralarda Kilise o kadar gemi azıya almış haldeydi ki nerdeyse tüm bilimsel çalışmaları yasaklıyor, sonra yasaklı kitaplar kataloğu çıkartıyor, daha sonra hızını alamayıp bu kataloğu da yasaklıyordu. Niye mi? Bu katalog artık okunması gerekli kitaplar listesi olarak elden ele dolaşır hale gelmişti de ondan.

 

Bu örgüt ve Sion Manastırı Tarikatı büyük gizlilik içinde çalışan, özel ritüellere sahip ve Büyük Üstad denilen gizli kişilerce yönetilen örgütler olup, idealleri öncelikle özel mülkiyet hakkının sağlanması idi. Bu örgütler bir süre sonra özellikle Kilisenin yanında toprak egemenliğini ellerinde tutan kralları da rahatsız ettiği için dağıtıldılar. Tapınak Şövalyeleri'nin büyük üstadı Jacques de Moley yakılarak öldürüldü. İşte bu çok daha büyük ve güçlü bir örgütü fena halde rahatsız etti. Kimi mi?

 

Mason örgütünü.

 

Mason örgütü Yahudi Diasporasının elinde bulunan bir örgüttü ve daha sonra defaeten ispatlanacağı üzere Yahudi kısmı ile oynaşmak kimseye hayır getirmiyordu. Değneğin ucu bu örgüte de dokununca ufak bir eylem düzenlendi;

 

Fransız İhtilali.

 

İhtilal sırasında yüksek sesle "Jacques de Moley’in öcü alındı" diye bağırıldığı tarihçiler tarafından kaydedilmiştir. Mirebeau, Bastille düşünce, "Monarşi, Tapınakçılar örgütünün torunlarından öldürücü bir darbe aldı" demiştir. Sonunda bu örgütler tümüyle İskoç Mason örgütünün önderliğinde birleşti ve Mason örgütü Yahudi hegemonyasından uluslararası bir hüviyete dönüştü.

 

Kilise için Yahudiler İsa’yı çarmıha geren şeytanın çocukları idiler. Bugün Müslümanlar da Yahudilere aynı gözlükle bakmakta devam ediyorlar. İşte bu bakış açısı önce Kilisenin batmasına neden oldu, şimdi Müslümanlığı tehlikeye sokuyor. Halbuki olay bir Yahudi-Hıristiyan çatışması değil bir çıkar çatışmasıydı. Bugün de zavallı Müslüman topluluklar bu çatışmanın altında yatan çıkarları gözardı ederek işi dini boyutlara hapsetmeye çalışmaktadırlar.

 

Neyse biz gelelim sonuçlara. Ama bir ufak nokta daha var, öncelikle söylememiz gereken. Tarihin gördüğü en büyük hiyanet gerçekleşmektedir bu sıralarda. Irk itibariyle özel mülkiyet haklarına ve ticaret serbestisine bütünüyle dayanan ve inanan Yahudi halkı bir büyük hain çıkartır içerisinden;

Karl Marx.

 

O ve onun çömezi Friedrich Engels ateşle oynamaya başlarlar.

 

Önce aslında özel mülkiyet savunucularının kontrolünda yapılan Fransız İhtilaline daha sonra İran Humeyni ihtilalinde olduğu gibi sahiplenme arzusu gösterirler. Diyalektik Materyalizmi kendilerine bayrak yaparak bilim ve felsefeyi kendi felsefelerinin bazı haline getirme gayreti içerisine girerler. Yani Kilisenin binlerce yıldır uyguladığı, "benimse, iyi değilse kötü" oyununa dahil olurlar. Oynaşa oynaşa ‘diyalektik’ kavramını deli saçmasına çevirirler.

 

Onlara göre tarihi süreci kökünden değiştiren ve kendilerini bu felsefeyi imal etmeye zorlayan tek neden "üretim tarzı"dır. İşin garip yanı da budur zaten. Tüm felsefik sistemler birbirleri üzerine inşa edilirler ya da birbirlerine tepki olarak çıkarlarken bu felsefik sistem, yani Marksizm yoktan imal edilmiştir. Bugüne kadar yapılan tüm devrimler yani Amerikan, İngiliz ve Fransız devrimleri birer burjuva devrimleridir. Artık devrimci sınıfın değiştirilmesi gerekmektedir. İşin ilginç yanı, burjuvaların yaptığı devrimler halka hizmet ederken Marksizminin yapacağı devrim sadece bu devrimi yapanlara hizmet edecektir. 

 

Karl Marx bilerek ve isteyerek nifak tohumlarını insanlık tarlasına keyifle ekmiştir.

İşte bu bakış açısı Fransız İhtilalini sahiplenmeye çalışmış ancak başaramamıştır. Bu ihtilali hepimiz ucundan kıyısından biliriz. Bir çok önemli özelliği aç sefil ve kışkırtılmış insanların hangi boyutlara varabileceğini göstermesidir ki, Marksizm ihtilali takip eden iki yüzyıl boyunca bu özellikten her fırsatta yararlanmaya çalışan iki muhteşem insan düşmanlığından bir tanesidir sadece. Peki öbürü ne veya kimlerdir sorusunun cevabı bugünlerde zaman zaman Cezayir'de, zaman zaman İran'da, zaman zaman Batman'da zaman zaman Afganistan'da yatmaktadır.

Karl Marx

Fransız ihtilalinde ortalığı yakıp yıkan halka kışkırtmacılık görevini başlarını Marat ve Robespiere hazretlerinin çektiği Jakobenler yapmaktadır. Peki uygulamacılar kimlerdir? Sans–Culotte yani donsuzlar adı verilen ve hakikaten donsuz sokak çeteleridir. Bakın Marat hazretleri bu donsuzları nasıl kışkırtmaktadır: "Beş ya da altıyüz kesilmiş kafa sizin dinginliğinizi, özgürlüğünüzü ve mutluluğunuzu sağlayacaktı. Ancak acıdınız ve yumruklarınız gecikti. Şimdi ancak onbin kelle aynı işi yapar. Yapmazsanız gelecek yüzyılda yüzbin kellenin koparılması gerekecektir."

 

Şerefsizlik her zaman şerefsizliktir.

 

İşte bir yandan çulsuzlar bu temizliği kan ve ateşle yaparken bir yandan da düşünür ve filozoflar yeni düzeni kurmaya çalışırlar. Artık onların görevi köklü değişiklikler yapmak ve hiç düşünülmemişi aramak, legalize etmek, kurgulamak ve kullanıma sunmaktır. Bu yeni oluşumlar halka rağmen olmadığı için aydınlanma hareketleri şeklinde oluştu. Felsefe azınlığın hizmetkarı olmaktan yığınlara hizmet etmeye doğru sürükleniyordu artık. Önce siyasal erke el konması gerektiğinde hemfikir oldular. Bu onlara hukuk, siyaset ve ekonomi dallarında yenilik yapılması ödevini de beraberinde getirdi. Eskiye dayanabildikleri tek şey doğrular olabileceğine göre onlar da tek doğru olan bilim dışında hiçbir şeyi baz olarak almadılar. Sonuç bilimin baz alındığı her toplumda eninde sonunda oluşması mutlak olan teknolojik gelişme oldu. Bu teknolojik gelişme ise insan olgusunun temelinde kanayan yara olan ahlaki çöküntüyü başlattı ve toplumu derin sorunlara götürdü.

 

Bakın bu devrin Avrupası teknolojinin gereği olan sermayeyi yaratabilmek için neler yaptı;

 

Çin’e zorla eroin sattı. Amerika’ya köle ticareti yaptı. Afrika’yı çılgınca ve vahşice soydu. Avustralya’ya katil ve hırsız ihraç etti.

 

Bunları yapabilmenin tek yolu Tanrı’yı unutmak ve unutturmaktan geçiyordu.

 

Georges Berkeley bu çağda inceleyeceğimiz ilk düşünür. Bir papaz olduğunu belirtmeden geçmeyeyim. İrlanda doğumlu bir İngiliz. Bir önemli yapıtının ismi çok ilginç: "Büyük Britanya’nın yok olmasını önlemeye yönelik bir deneme" Bu eser Rönesans'tan beri yavaş yavaş gelişen ulusçuluğun vardığı noktanın güzel bir örneği. Üstelik bu yazıldığı yıllarda Büyük Britanya bırakın yok olmayı üzerinde güneş batmayan imparatorluk vasıflarına sahip.

 

İlginç bir kişilikti Berkeley. En önemli eseri olan Siris adlı kitabının başlangıcında katranlı suyun nasıl yapılacağını anlatır, sonunda ise Teslis yani kutsal üçleme (Tanrı, Oğul ve Kutsal Ruh) ve Tanrı’ya geçerek hayali bir ontoloji ile bitirir.

 

Berkeley de aynen Locke gibi kendini faydasız diye nitelediği şeylerden arındırarak epistemoloji, tarih ve devleti konu olarak ele alır. Onu tüm öncüllerinden ayıran ise bilgi kuramını geliştirirken vardığı ve daha önce bir örneğine rastlamadığımız eşsiz ontolojisidir. Bilimin gerçek problemi ile sahte problemini ayırt etmekte ve gerçek probleme inanılmaz bir yalınlık ile değinmekte eşsiz bir yeteneği vardır. Ancak her ne kadar yol gösterici, problem aydınlatıcı hatta eşsiz ve muhteşem de olsa onun sistemi de eninde sonunda metafizik bir sistemdir.

 

Berkeley bir de maddeyi ele alsın da incelesin bakalım neler çıkacak altından.

 

Herhangi bir nesne alın ele. Ne olursa olsun, önemli değil. Bir o nesneye bakın, bir de o nesnenin tanımının bizde oluşturduğu sanı, yani o nesnenin idesine bakalım. Basit olsun. Mesela ‘ağaç’ kavramı. Bu sözcük tümel bir sözcüktür, çünkü spesifik yani tek ve belirli bir ağacı değil, kavramın kapsadığı tüm bitkileri canlandırır gözümüzde. Şimdi bu kavramı bizde yerleştiren nedir? Duyularımız değil mi? Yani gördük, kokladık, rüzgarda sesini duyduk, elimizle yoklayıp sertliğini öğrendik, varsa meyvalarının tadına baktık ve sonunda bizde ortalama bir ağaç kavramı oluştu. Yani bu nesnenin ilk niteliklerinden oluşmamıştır bu ide aksine bize ait duyumlardan, yani ikinci niteliklerden bir fikir edinmişiz bu ide ile ilgili. Bu verileri yani duyu verilerini silersek ne kalır ağaçtan geriye? Koskoca bir hiç. Yani bu nesne yok olur ve onun yerine o nesnenin ‘uzamı’ kalır geriye. Demek duyularımız ile algıladığımız herşey yok olursa, geriye de sonsuz bir boşluktan başka hiçbirşey kalmaz.

 

Bunu aynen şöyle betimler hazret:

 

"Eğer ‘uzam’ ve ‘durum’ (birincil nitelikler) yoksa, bunlar filozofların kuruntusu ise, ‘madde’ de soyut niteliklerin bir araya getirilmesi ile oluşturulan o ‘genel nesne’ de yoktur; o da bir hiçtir. Yani o da filozofların bir kuruntusudur. Biz hiçbir zaman bilincin dışında duyu verilerini aşan bir ‘madde’nin, bir ‘uzam’ın ve ‘devingen’liğin varlığını kanıtlayamayız."

 

Sonuç ürkütücüdür:

 

‘’Varoluş ya percipi (algılanmış olmak) ya da percipere’dir (algılamak).’’ Varlık, var olma, algılamanın, duyumlamanın ta kendisidir; varolma algılamadır – esse est percipi.

 

Hımmmmmmmmmm…..

 

Şimdi bu vardığım kararı irdeleme zamanı. Peki algılarımın kapalı olduğu zamanlarda, yani mesela uyurken, algılayarak varolduklarını anladığım şeyler yok mudurlar? Neticede algılamayı yapan ruh değil midir? Benim sınırlı olan ruhumun algılayamadığı evrenin ya da dünyanın herhangi bir noktasının varlığı kimin algısına bağlıdır? Örnek mi istiyorsunuz? İnsan kulağı 20 000 herz üzerinde frekanstaki sesleri duyamaz. Peki bu sesler yok mudur? Vardır, çünkü köpekler bu seslerin bir bölümünü algılarlar ve rahatsız olurlar.

 

Üfffff çok karışık be.

 

Berkeley yanıtını açık ve kesin tutar. Varlıkları algılamaya bağlı olan nesneler insan ruhunun bir kuruntusu değildirler. Nesnelerin bana, yani benim düşünme ve algılamama bağlı olmayan varlık nedenleri vardır.

 

Tarihte ilk defa bir filozof bir nesneyi kendi düşünce sınırlarına bağlı olmadan bir gerçeklik olarak kabul etmektedir.

Haftaya: "Materyalizm hoş geldi sefa geldi."