Felsefe Light - XXXII

-
Aa
+
a
a
a

Felsefede bir dönem gelen filozoflar Locke’nin ardılları diye anılır. Locke o kadar damgasını vurmuş adamdır. İşte bu ardılların en önemli isimlerinden birine geldi sıra. İngilizlerden biraz ayrılıp bir Almana geçiş yapacak ve Gottfried Wilhelm Leibniz’ten bahsedeceğiz. Son derece dindar ve koyu protestan bir ailenin çocuğu. İlk ismi bile "Allahın huzuru / barışı" anlamına konulmuş kendisine. Bizdeki Hüdaverdiler gibi. Yetiştirilmesi öyle olunca yaşamının önemli bir bölümünde kendine ilahiyat konusunu dert edinmiş ve dinin bölünmüşlüğüne çare aramaya çalışmıştır.

 

Daha 15 yaşında iken Leipzig Üniversitesi'ne hukuk okumaya girip 17 yaşındayken kitap yazmış. 20 yaşında şimdiki bilgisayarların çalışma prensiplerini oluşturan De arte combinatoria – Birleştirme Sanatı Üzerine adlı eserini yayınlamış. Yaşı küçük olduğu için doktora programına kabul edilmeyince Altdorf Üniversitesi'ne geçip orda doktora vermiş bir dahi Leibniz.

 

Yaşamının bundan sonrasında dini duyguları hatalarının nedenlerini oluşturmaya başlıyor. Sürekli birilerinin yanına kapılanıp yaşamını öyle sağlamaya çalışıyor. İşi politikaya bile vurup Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu'ndan toprak talebinde bulunan Fransa Kralı XIV. Louis’i hedef şaşırtmak için Osmanlıların hakimiyetinde bulunan Mısır’ı zaptetmeye ikna etmeye çalışıyor. Allahtan bu sırada himayesinde bulunduğu Elektör von Schönborn ölüyor da atalarımızın Fransızların ataları ile birbirlerini boğazlama teorileri suya düşüyor.

 

Din ve hukuk konularını yeterli görmeyen Leibniz kendini birden mühendislik yaparken buluyor bundan sonra. Önce ikili – binary sistemi geliştiriyor. Bununla yetinmeyip topolojinin temelini oluşturan Situs analizini geliştiriyor. Rüzgar gücü ile çalışan pompalar yapıyor ve sonunda gene kendini politika ve entrika içerisinde bularak Fransa Kralına karşı politik eylemlerine başlıyor.

 

Felsefe ile gerçek anlamda buluşmaya başlaması gene bir dalaşma sonucunda olur üstadın. Bu sefer de Newton ile diferansiyel hesap konusunda takışır. Önce maksimum minimum için yöntem kitabını yayınlar ve buradan bilgi kuramını geliştirdiği yeni kitabı ile felsefeye bodoslama girer. İsminin tam aksine huzursuz bir yapısı olduğu için de, bu sefer kendisine Dekartçıları hedef seçer ve yanılgıları konusunda bir makale yayınlar. İleriki dönemlerinde Rus Çarı I. Petro ile tanışır ve ondan çok etkilenir. Bu arada Locke’nin "İnsan anlağı (idrak) üzerine bir deneme" adlı çalışmasına karşı "İnsan anlağı üzerine yeni denemeler" kitabını yazar ama ancak ölümünden 50 yıl sonra yayınlanır bu kitap.

 

Gelelim Leibniz’in demek istediklerine. Locke insanı "tabula rasa – deneyimle dolacak boş bir kağıt" olarak görmektedir. Leibniz buna karşı çıkar. Evet, deneyim ve deney önemlidir ancak insanda doğuştan gelen şeyler de vardır. ‘Sayılar’ ve ‘Tanrı’ kavramları apriori – doğuştan varolan şeylerdir. Tanrıya inanmanızı sağlayacak ne tür bir deney yapabilir ya da yaşayabilirsiniz ki? Ruhunuzda tek saklı olan kavramlar bunlar da değildir. Mantığın ilkeleri de apriori'dir. Örneğin özdeşlik ilkesi – principium identitatis ve çelişmezlik ilkesi – principium contraditionis doğuştan var olan ilkelerdir. Baştan şartınızı ‘’çift sayı ikiye bölünen sayıdır’’ diye bir kere koydunuz mu artık öyle bir çift sayı bulalım ki ikiye bölünemesin şeklinde bir problem tanımlayamazsınız. Aynı şekilde "Tanrı en gerçek varlıktır" tanımlamasını bir kere yaptınız mı "Tanrı var mıdır?" sorusu çelişki içerir. Bu tarz çelişmezlik ilkesine dayanan doğruları Leibniz

 Leibniz (1646-1716) 

öncesiz sonrasız doğrular – verites eternelles diye tanımlar. Bir de deneyden çıkan doğrular vardır elbet. Bunları da olgunun doğruları – verites de fait diye tanımlar.

 

Bilincin doğruları zorunludur. Karşı çıkamazsınız ancak olgunun doğruları zorunlu ve kaçınılmaz değildir. Olanaklıdır ancak aynı zamanda rastlantısaldır bu tarz doğrular. Örneğin "bugün hava güzeldir" önermesi doğru olabilir ancak zorunlu değildir. Hava bugün güzel olabilir ama bu zorunlu değildir.

 

Tüm akıl yürütmelerimiz iki büyük ilke üzerine dayanmak zorundadır;

 

1.       Çelişki ilkesi, ki onun aracılığı ile çelişki içerenin yanlış olduğu ve yanlış olana karşıt olanın doğru olduğu yargısında bulunuruz.

2.       Yeterli neden ilkesi, ki onun aracılığı ile yeterli bir neden olmadıkça hiçbir olgunun gerçek ya da var olarak, hiçbir bildiriminin doğru olarak görülemeyeceğini ve neden başka türlü olması gerektiğini düşünürüz.

 

Bu yeterli neden ilkesi tanımlaması çok ilginç. Birşeyin doğru olamayacağını düşünürken üstelik bunun hakkında yeterli bilgiye de sahip olmuyoruz genellikle. İşte bu bilimin ve bilimde ilerlemenin temel tanımlamasını oluşturan bir ilke.

 

Peki bilgi nasıl oluşur? Bilgi, Leibniz'e göre de duyu ile oluşur. Duyu bilgisine üstad "bulanık bilgi – cognitio confusa"  veya "açık bilgi – cognitio clara" olarak bakar. Obje eğer net biçimde algılanmamışsa, veriler karışıksa ya da baskı ve gerilim altında belirlemeler yapılmışsa bu bilgi karışık ve bulanıktır ancak sağlıklı koşullar altında algılanan veriler ve bunlarla bilinçte oluşan ideler açıktır. Üstelik bu sadece insanlara mahsus birşey de değildir. Örneğin bir köpeği sopa ile döverseniz artık o köpek eli sopalı bir adam gördüğünde açık olarak bu bilgiye sahip olduğu için kaçar.

 

Peki bu duyu bilgisi açıktır ama yeterli midir? Hayır, bu duyu verisi açıktır ama seçik değildir. Bu bir tür belleğin oyunudur. Bellek ruha ve akıla öykünmektedir. Elinde sopa bulunan her insan köpek dövecek değildir. Yani bilincin katkısı olmayan bir bilgi açıktır ancak seçik değildir. İnsan da hayvan da bir ağacı ağaç olarak algılarlar. Ancak insan bilincinde ağacı sadece ağacın rengi, kokusu ve gövdesinin sertliği ile değerlendirmez, ağacın bütününü değerlendirdiği gibi bu ağaçtan elde edeceği yararları, diğer türlerden farklılıkları ve bu ağacın ikincil yararlarına kadar her türlü değerlendirmeyi de bilincinin katkısı ile bilgi haline dönüştürür. İşte bu bilgi açık ve seçik bilgi – cognitio clara et distincta bilgidir.

 

Peki bu bilgi yeterli midir? Evet, eğitimsiz çoğunluğa bu bilgi yeterlidir ancak bilincin bilgileri açık ve seçik bilgilerden de ibaret değildir. Açık ve seçik bilgiler bilinç tarafından sonuna kadar götürülüp analizleri yapılabilecek en son noktaya kadar yapılmışsa artık bu bilgiler upuygun – adaequatus bilgiler olurlar. Örneğin sahip olduğumuz matematik bilgileri bu tür bilgilerdir. İşte bu noktaya erişir erişmez Leibniz’e bir haller olur. Nesneler konusunda da matematiksel düşünce sistemine göre düşünebileceğimiz bir bilgiler sistemi olmalı düşünü kurmaya başlar. Felsefe de matematikteki gibi son unsurlarına kadar analiz edilmiş ve aralarındaki bağlar matematiksel işaretler benzeri işaretlerle tanımlanmış özel bir bilim dili olmalıdır diye hayal kurar ve hatta bunun için çalışır.

 

Leibniz bir yandan da felsefesinin ontolojisini ‘’kuvvet’’ üzerine dayandırmakla meşguldur.

 

‘’Her yerde edim vardır. Devinmeyen hiçbir nesne, çabasız hiçbir töz yoktur.’’

 

Burada Descartes ile atışmaya başlar üstad. Uzam, yani maddenin kapladığı yer Leibniz’e göre maddenin bir tözü olamaz. Leibniz, ‘yer kaplama’ kuvvetin yalnızca bir görünüşüdür diye tutturur. Uzam yayılan, genişleyen, sürüp giden bir şeyin varlığını gerektirir. İşte nesnede bu şey vardır. Yani genişleme, yer kaplama kuvveti.

 

Gelelim kuvvete. Kuvveti nasıl algılayacağız peki biz? Kuvvet maddi birşey olmadığı için ancak sonuçları ile algılarız onu. Kuvvet maddi değildir ancak maddenin de en temel niteliğidir. Maddeyi maddi yapan odur. Kuvvet yer kaplamaz, bölünmez ve yalındır. Yani kuvveti oluşturan şeyleri olmadığı için yok edilemez ya da parçalara ayrılamaz. Başlangıçta da vardı, şimdi de var bundan sonra da her zaman olacak.

 

Buna kuvvet demeyip enerji dese o kadar çok şeyi çözecek ki üstadımız.

 

Bundan sonra ayrıntılara dalar Leibniz. Daha önceleri Bruno’nun da kullandığı monat deyimini kullanarak tanımlamalar yapar ve ayrıntıların içerisinde kaybolur gider. Uzattıkça uzatır ve monatları sınıflandırır. Bu olaya felsefik yaklaşmaz ve sıradan bir bakış atmak isterseniz, Leibniz’in monat öğretisi ile Demokritos’un atom öğretisi arasında benzerlik bile yakalarsınız ama aslında birbirlerinden çok farklıdırlar.

 

Sonuçta madde de monatların art arda sıralanmasının oluşturduğu formlardır ve herbir monadın kendi devinim, uzam ve değişimleri maddenin uzam, devinim ve değişimlerini oluşturur. Burada kesin teşhisi de ortaya katı bir determizim ile koyar üstad;

 

Evrendeki her türlü devinim yüce Tanrı’nın belirlediği bir amacı gerçekleştirmek için vardır.

 

Doğadaki oluşumlarda bir sıçrama olmaz. Değişim olsun devinim olsun hepsi zorunluluk ve süreklilik yasalarına ‘lex continuoum’ bağımlıdır. Bu süreklilik yasası enteresan ve önemli bir yaklaşımdır. Descartes’ın cansız nesne, hayvan ve insan arasına koyduğu aşılmaz uçurumları ortadan kaldırır. Yani kısaca Leibniz bilmeden evrim yasasının önünü açmaktadır. Süreklilik yasası evrendeki karşıtlıkları da ortadan kaldırır. Örneğin karanlık artık ışıksızlık değil, ancak sonsuz derecede zayıf bir ışık, durağanlık ise durmak değil, ölçülemez derecede yavaş bir devinimdir.

 

Gelelim Leibniz’in şeylerin oluşması problemine. Bir yandan şeyleri monatlardan oluşan son derece somut bakış açısı ile şekillendireceksiniz, bir yandan da ruhu olan bir tanrısal varlığı yani insanı bu ontolojinin içine doğru olarak yerleştireceksiniz. Bunu aşabilmek için monatları farklılaştırır üstad. "Bir monat evreni algılama ve yansıtma gücü oranında egemen monattır" der. "Bir nesne ise bir egemen monada bağlı pasif monatların oluşturduğu bir oluşumdur. Egemen monat aktiftir. Cansız nesnelerde egemen monat yoktur. O pasif monatların birlikteliğidir." Burada kendi teorisine ters düşmemek adına yoktur lafını kullanamaz Leibniz. "Süreklilik yasası gereği cansız nesnelerde sonsuz derecede küçük bir canlılık vardır" der.

 

Canlılarda ise durum farklıdır. Egemen monat o canlının ruhu iken etrafı çerçeveleyen hizmetçi monatlar vücudu oluşturur. İnsan hayvan ve bitki arasında ise egemen monatta bulunan entelekia – idrak yani anlama yetisi farklılığı vardır.

 

Peki süreklilik yasası ile zaman arasındaki ya da varlıkların zamanla değişimleri arasındaki bağımlılık nedir?

 

Leibniz "monatlar hep vardı ve hep var olacak" der. "Tek yok olma kıstası tanrısal bir mucize ihtimalidir. O zaman canlılardaki ya da cansızlardaki değişimler için de bir yasa gerekir ki bu yasaya da gelişim yasası" der üstad. Bu yaklaşımlar hep evrim teorisinin habercisi yaklaşımlardır. Buradan hareket ile yaşam için son noktayı koyar Leibniz;

 

Ne doğuş yani ruhun beden ile birleşmesi ne de ölüm yani ruhun bedenden ayrılması tam ve eksiksiz değildir. Doğuşlar dediğimiz şeyler gelişmeler ve büyümeler, ölümler dediğimiz şeyler ise kapanmalar ve küçülmelerdir.

 

Gelelim monatlar arasındaki ilişkiye. Başlangıçta, yani monat tarifinde Leibniz monatlar penceresizdir, yani dışarıdan etkilenmedikleri gibi dışarıyı da etkilemezler, der. E durum böyle olunca bu egemen monat nasıl olacak da etrafındaki hizmetçi monatları hizaya getirecek? Bu sadece Leibniz'in değil Descartes’ın da ciddi problemi. Hem Kartezyenler hem de bahsetmeye fazla değmedikleri için bu yazıya burunlarını sokamayan Okazyonalistler bu konuyu çeşitli biçimde açıklamış, hatta bir de saat örneği ile açıklamışlar.

 

Birbirlerine eşdeğer olarak ayarlanmış iki saat düşünün. Bunların şaşmaz bir şekilde hep aynı saati gösterebilmeleri üç şekilde olanaklıdır;

 

1.       Her iki saatte birbirlerine dişliler ve vidalar ile bağlanmış, yani beraberce çalışmaktadır.

2.       Her iki saat birbirlerinden bağımsızdır. Bu durumda sürekli olarak aynı saati göstermeleri için ayarlayan biri mevcuttur.

3.       Son derece yetkin bir usta tarafından yapıldıkları için başlangıçta doğru saati göstermek üzere ayarlanmışlardır, yani kusursuzdurlar.

 

Kartezyenler birinci maddeyi doğru kabul ederler. Tek gerçek töz olan Tanrı geride kalan herşeyin birbirine koşut olarak devinmesini sağlar. Okazyonistler ise ikinci maddedeki çözümü uygun bulurlar. Tanrı sürekli olarak herşeye müdahale etmekte ve ufak tefek ayar çekmektedir. Leibniz "Tanrı en yetkin gerçektir" der ve üçüncü olanağı doğru kabul eder.

 

Sıkı durun şimdi. Herşey birer monat birlikteliğidir, değil mi? Eh o zaman Tanrı da bir monaddır. Hani monatlar penceresizdi? Hani dış dünyadan etkilenmez ve dış dünayı etkilemezdi? 

 

Leibniz her metafizik sistemde rastlanılan bu çelişkiyi çözmek için hafif demagojiye sapar. Monadların bilindiği gibi bir derecelendirme skalası vardır. Evet insanın egemen monadı seçkin bir monattır ancak bu yer en tepe noktası değildir. Skalada bir altta bulunan monat bir üstteki için bulanık ve karışık algılama yapar. İnsanın da kendinden skala itibariyle üstte bulunan Tanrıyı algılaması bulanık ve karışıktır. Tam algılama yapabilmesi için haşa Tanrı rütbesine yükselmesi gerekir ki bu Tanrının tarifi gereği olanaksızdır.

 

Leibniz için skolastik düşünce geleneğinin eşsiz ve son noktası demek doğru olur. Yazdığı kitabın adına bakın;

 

‘’Tanrı haklıdır.’’

 

Ne demiş özet olarak? Tanrının yarattığı herşey mükemmel ve gereklidir, demiş. Yani evren mükemmeldir ancak bireyler kendilerine tanınan egemenlik haklarını kötüye kullanmaktadırlar. Kötülük, acı ve eksiklik tek tek nesne bazında geçerlidir. Kötülük de üçe ayrılır;

 

1.      Fiziksel kötülük

2.   Moral kötülük

3.      Metafizik kötülük

 

Aslında fiziksel ve moral kötülüğün temelinde metafizik kötülük yatar. Peki Tanrı bütün bu yetkinliğine dayanarak kötülük, acı, hastalık, günah ve diğer binbir musibetten arındırılmış bir dünya yaratamaz mıydı? Evet, Tanrı maalesef bu evreni yaratırken özgür davranamamıştır. Sonsuz iyi olan Tanrı iradesi ile sonsuz bilge olan Tanrı iradesi çatışmış ve bilgelik iyiliğe üstün gelmiştir. Hem sonra sonsuz mükemmel bir evren yaratma Tanrının kendini tekrarından başka bir şey olabilir mi? Tanrı kendini tekrar etmek niye istesin ki?

 

Birşeye dikkat ettiniz mi? Leibniz bölünmüş kişilik emarelerini son derece sıklıkla gösteren bir filozof. Yetiştirilmesi ve misyonu gereği olarak Baron Leibniz son derece dindar ve kilisenin bölünmüşlüğünü bitirmeye çalışan bir Hz. İsa çömezi. Halbuki filozof olarak Leibniz, Spinoza kadar pantheist olmasa bile yazdıkları ya da düşünceleri ile Hıristiyanlık öğretilerine ters düşen bir deist. En azından şu saat hikayelerini ele alın. Hıristiyanlık Hz. İsa'yı saatleri düzeltmek üzere gönderilen bir kutsal varlık olarak ele alır. Tanrının oğludur O. Tüm diğer peygamberlerin amacı da insanlığı doğruya yöneltmek yani ayar çekmek değil midir hem? Halbuki Leibniz "Tanrı evreni herşeyi düşünerek ve başından olması gerektiği gibi ayarlamıştır" der ki bu Hıristiyanlığın tüm felsefesinin çökmesinden başka birşey olamaz.

 

Koyu bir Hıristiyanın Hıristiyanlığın felsefesini yerle bir etmesinin hikayesidir Leibniz'in hikayesi.