Felsefe Light - XXIX

-
Aa
+
a
a
a

Ve sonra Kartezyenizm başladı. Yani René Descartes, yani Latince adı ile Renatius Cartesius dönemi. Descartes düşünce tarihinin çok önemli bir kilometre taşıdır. O taşı geçmedikçe düşüncede ileri gitmek mümkün olamamıştır.

 

Nedir bu dönem peki? Hukuk eğitimi aldıktan sonra ‘’dünya kitabını inceleyeceğim’’ ve ‘’kendi benliğimi araştıracağım’’ diyen adamın dönemi bu dönem. Biraz maceracı bir yapısı var. Felsefe yapacağım derken kendini Hollanda ordusunda İspanyollara karşı savaşırken bulan bir Fransız O. Zaten o yılların Hollandası gerek aydınların gerekse tüccarların özgürce yaşayabildikleri tek yer Avrupa'da. Aslında bir de Osmanlı İmparatorluğu var bu özgürlükleri sağlayan ama tabii kendi halkına değil de azınlıklara sağlıyor Osmanlı İmparatorluğu bu hakları. Descartes da çalışmalarına Hollanda'da başlayıp ilk kitaplarını burada yayınlıyor ve tabii hemen Roma Kilisesi tarafından layık olduğu yere yani Index Librorum Prohibitorum – Yasaklı Kitaplar Listesine alınıveriyor kitapları. En önemli yapıtları arasında ‘’Aklını İyi Kullanmak ve Bilimlerde Doğruyu Bulmak İçin Yöntem Üzerine Konuşma’’, ‘’İlk Felsefe Üzerine Metafizik Düşünceler’’ ve ‘’Ruhun Tutkuları’’ bulunuyor. Genellikle 1640–1650 yılları arasında çok verimli çalışmış.

 

Descartes bilimsel bilgiye tutkusu ile ünlüdür ama bundan çok daha önemlisi sistematik düşünme ile bilime yaptığı hizmetlerdir. Bir filozof olarak ise felsefenin bütün problemlerine eğilen, kendi bilgi kuramını, ontolojisini ve ahlak kuramını diğer filozoflar ile karşılaştırıldığında çok daha tutarlı ve kendi içerisinde kapalı yani sistematik bakış açısına uygun bir sistem olarak geliştirmiştir. Descartes’in bu felsefe sistematiği doğal ve haklı olarak diğerlerinden ayrılmış ve kendisini izleyenler ile birleşerek ‘’kartezyenizm’’i oluşturmuştur.

 

Descartes daha işe başlarken doğruyu yapmış ve ‘’açık seçik’’ ve ‘’sarsılmaz doğrulukta’’ bir bilgi temeli aramaya başlamıştır. Bunun içinde kendine matematiği örnek almış ve eğer matematikte bu doğruluk varsa dünyasal olaylarda da olmalıdır düşüncesinden hareket etmiştir. Bu onu sonunda ‘’Metodik Kuşku’’ olarak tanımlayabileceğimiz bir kuşku sistemine yöneltmiştir. Peki Descartes’i Skeptikler gibi kuşkuyu ele almaktan ayıran nedir? Skeptikler kuşkuyu doğru bilginin olanaksızlığını göstermek için kullanırlarken o, doğru bilgiye ulaşmak için bir araç olarak kullandı.

 

 Genç René Descartes

Olguların bilgileri duyu verilerine dayanır ve hepimiz biliyoruz ki duyular bizi zaman zaman yanıltırlar. Eh bunu zaman zaman yapıyorlarsa aslında her zaman da yapabilirler. Peki nesnelerden oluşan bu dünyayı ben sadece duyularımla algıladığıma göre tüm evren bile bir yanılsama olamaz mı? Yani ben zaten olmayan bir evrende olmayan dünyanın hiç yaratılmamış bir insanı olabilir miyim aslında? Ya çevremdeki insanlar? Onlardan da kuşku duymuyorum. Ya onlar da duygusuz birer otomatlardan ibaretse. Uykumda düşlerimde gerçek bir dünyadan tamamen farklı yaşamım oluyor. Ya aslında düşlerim gerçek de bu yaşamım düşse. Tüm yaşamımın bir düşten ibaret olmadığından nasıl emin olacağım ben?

Daha da ilerletir ve son noktaya vardırır kuşkularını Descartes. "Gelelim Tanrıya" der. "Tanımı gereği iyi ve doğru olması gereken Tanrı ya aslında bizi yanıltmaktan zevk alan ve kötü ruhlu bir şeyse ne olacak? İşte son sınır burasıdır." Descartes’ın vardığı bu son noktada artık hiçbir doğru bilgi olamaz ve ‘’şey’’ in kendisinin bir düş olabileceği düşüncesi olamayacağı düşüncesi kadar olanaklı hale gelir.

 

Descartes önce herşeyi yıkmış ve bu yıkıntılar içerisinde aradığı sağlam zemini bulmuştur. Herşeyden kuşkulanabilirim ancak kuşkulandığımdan kuşkulanamam demek zorunda kalır. Bu kuşkulanan bir ‘’ben’’ olabileceğinin, hatta mutlaka olması gerektiğinin bilgisidir. Kuşku duyabilen yani düşünebilen bir ben mutlaka vardır. O zaman;

Cogito ergo sum – Düşünüyorum öyleyse varım.

İşte bu önerme Descartes’ın kriterleri ile kesin (evidentia) ve dolaysızdır (intuitiv). 

Nullius in verba – Duyduğuna inanma

Royal Society’nin mottosu bunu söylüyor. Descartes de aynen bunu uyguluyor. Kimsenin bilgisine de lafına da ihtiyacı yok onun. Ondan önceki tüm dogmalar, aksiomatik kabuller doğru çöp tenekesine. Herşey yeniden düşünülecek ve tasarlanacak. Yani skolastik metafizik yerini rasyonalist metafiziğe terkedecek. Bu düşünce tanrısal iradeyi temsile yetkili kilisenin buyruklarını bile kapsayınca kartezyen kavramı kilisede uzun süre dinsiz kavramının yerini alıverdi. 

 

Temelini, düşünebilen bilinç olarak bulan Descartes artık binayı yapmaya başlayabilirdi. Varlığın bilincini varlık kadar bildiği ikinci şey olan "Tanrı" takip eder. Tanrı tanımı gereği "en yetkin – ens perfectissimum" ve "en gerçek – ens realissimum" varlıktır. İnsanın tüm duyum ve algıları sınırlı ve sonludur. Bu derece sınırlı bir insan peki sınırsız ve sonsuz bir Tanrı kavramına nasıl erişebilmiştir? Sınırlı insan sınırsızı, sonlu insan sonsuzu nasıl düşünebilir? Bu kavramlar insan düşüncesine ancak Tanrı tarafından yerleştirilmiş olabilir. Bu da Tanrı’nın gerçekliğinin en açık ve seçik kanıtıdır.

 

Geldik Tanrı kavramının diğer kavramları kanıtlamasına. Tanrı vardır ve en yetkin varlık olarak beni aldatmaz. O halde algıladığım nesneler ve evren de bir aldatmaca olamaz. Aldatırsa doğruluğundan kuşku duyarım ki o anda da en yetkin varlık olmaktan çıkar. Eksik bir Tanrı olur ki o da Tanrı kavramına uymaz. Bu kanıtlama aynen Ortaçağın büyük filozofu Anselmus’un ontolojik Tanrı kanıtıdır. Artık kuşkudan kurtulabilir ve doğru bilgiye ulaşmak için kuşkuyu bir kenara bırakıp bilincimiz ile nesneler evreninin açık seçik bilgilerine varabiliriz.

 

Dikkat ettiniz mi bilmem, ilerledikçe insanın espri yapası gelmiyor. Çok ciddiye alınmaya başladı felsefe, çok. İnsanın halbuki şöyle sabun köpüğü gibi felsefelere ihtiyacı oluyor arasıra.

 

Descartes’a göre aynen Tanrı kavramı gibi matematiğin, formel mantığın ve metafiziğin kavramları da doğuştan bize bahşedilmiş düşüncelerin (ide) (idea innatae) oluşturduğu kavramlardır. Aslında bu kavramlar tam olarak doğuştan bizde var olmuşlardır da demiyor, bilincimiz bunları oluşturmaya yatkın bir bilinçtir diyor daha ziyade. Üstelik bu doğuştan oluşan idelerin dışında bir de duyular aracıyla algılanan ve dış dünyadan gelen ide’ler (idea adventitiae) de var. Bunların yanına bir de benim yaptığım ide’leri (idea a me ipso factae) ekleyin etti size üç çeşit ide. Yalnız bunlardan son iki grup ide ilk gruptaki kadar açık seçik değildir. Bunları bulanık olarak kabul eder Descartes. Nedeni de bu idelerin duyular ile sağlanması ve duyuların zaten bulanık olmasıdır. Bunu da çok veciz anlatır Descartes. Matematiğin formüle edilmiş dairesinin mükemmelliği ile insan tarafından çizilebilecek en mükemmel dairenin farklılığı kadar fark vardır, der, bu ideler arasında.

 

Gelelim varlığa. Nasıl bilinçte üç tane ide varsa,varlıkta da üç tane töz bulunur. Tanrı, ruh ve madde. Bu bir nevi Neo-Platonizm yaklaşımının tekrarı. Onlarda yola Tanrısal Zekâ ile çıkılıyordu. Varolmak için başka bir gereksinimi olmayan tek töz Tanrıdır. Ruh ise sonlu bir tözdür ve atribitum’u (öz nitelik) düşünmededir. Duyumlama ve algılama da ruhun atribitumunun değişik kipleridir (mode). Madde ise sonlu bir tözdür ve ruh ile ne atribitumu ne de bu atribitumun modusları ruhunkiler ile benzer değildir. Maddenin tek atribitumu uzamı yani uzayda kapladığı yerdir. Maddeye ait renk, koku ve diğer özellikler hep değişebilen ve değişik duyularca değişik şekilde algılanabilen özellikler olduğundan maddenin atribitumu olamazlar. Çok kesin hatlar ile ayrılmış oldu böylece bu son iki töz. Madde düşünemez, ruh ise yer kaplamaz. Tanrı’yı bu iki tözden kavramının tanımı gereği ayırırsanız, varlık da işte bu birbirleri ile hiçbir benzerlikleri olmayan iki tözden oluşur.

 

Mekanik evrenin "nedenleri"

 

Descartes bu noktadan sonra başlar saçmalamaya. Alır eline uzam kavramını, Demokritos’tan beri kimsenin uğraşmadığı kadar derinlemesine bir inceleme içine girer ve sonunda ürkütücü sonuca ulaşır: boşluk yoktur.

Bu zaten üç töz kavramı ile de uyum içindedir. Madde ve ruh dışında bir tek Tanrı vardır. Eğer boşluğu kabul ederse bir da bunların dışında boşluk kavramı oluşacaktır. Maddenin içinde yer aldığı boşluk da bir maddedir ve yer değiştirirler sadece. Boşluk düşüncesi yanılgıdır. Maddenin dışında gördüğümüz bölüm de akışkan bir başka maddedir. İçinde olduğumuz ve her yanımız onunla sarılı olan bu homojen maddeyi aynen bir kokuya alışıp onu duyamadığımız gibi duyamıyoruz ve boşluk sanıyoruz biz, diyor üstad.

 

 Üstad Descartes

Descartes’ın en önemli yanlarından biri bilim için gösterdiği çaba. Öncelikle Copernicus’un güneş merkezli sisteminin savunucularından. Merkezde Güneş ya da Dünyanın olması aslında ikincil derecede önemli konudur. Onun temel problemi gök cisimlerinde görülen hareketin kaynağını bulmaktır. Descartes bu soruyu çözmeye çalışırken doğrudan olgudan yola çıkmayıp kendi postulatı olan uzayı kaplayan akışkan maddenin doğası gerektiği hareket ettiği düşüncesinden yola çıkar ve bu maddeye yaslanan tüm cisimlerinde dolayısı ile sürüklenerek hareket ettikleri gibi bilimle uzaktan yakından ilgisi olmayan sonuçlara varır. Ancak bazı bilimsel doğrulara da tesadüfen bile olsa erişiyor. Mesela hiçbir nesne kendiliğinden hareket edemez, diyerek atalet kanununa, nesneler ne kendi başlarına bir hareketi başlatıp ne de yok

edebilirler ne de evrendeki genel devinimi azaltıp veya çoğaltabilirler diyerek de enerjinin sakınımı kanununa bilmeden de olsa başlama vuruşunu yaptırabiliyor. Descartes’in evreninde iki temel gerçeklik olduğu böylece ortaya çıktı. Atribitumu uzam olan madde ve Tanrının başlattığı artmayan ve eksilmeyen devinim.

 

Geldik bu evrenin nedenine. Mekanik bir evren bu. Hesap edilebilir, ne yapacağı öngörülebilir bir evren. Herşey de zorunlu bir nedene bağlı. Peki o zaman amacı ne bu evrenin? Yanıt gene ürkütücü. Bilemeyiz. Eğer böyle bir amaç varsa bu Tanrının kendisi olabilir ancak. İnsan bunu bilemeyeceği gibi bilmeye kalkması bile yanlıştır. Tanrı ile aşık atmaya kalkışmaktır bu.

 

Gelelim maddenin diğer formuna. Canlılar da cansızlar kadar maddedirler. Dolayısı ile uzamları vardır ve devinimleri mekanik yasalarca belirlenir. Yalnız bu canlıların içlerinde sadece insanda bir ruh vardır ve hareketleri irade gücüne dayanır. Dolayısı ile insan bu belirlemenin dışında kalır. İnsanın atribitumu düşünme olan ruh ile bezenmiş olması onu hareket yasalarından bağımsız kılar.

 

Şimdi baştan belirlenen bir kural var. Madde düşünemiyor ama yer kaplıyor, ruh ise yer kaplamıyor ama düşünebiliyor. Bu durumda nasıl bir ilişki kuracaklar? Bir ilişki de olmak zorunda, yoksa insan sadece düşünen bir varlık olsaydı "açım" diye düşünürdü ancak açlığı bedensel olarak duymazdı. Bunu hem duyuyor hem de düşünüyorsa ruh ile bedeni birleştiren bir arabirim mutlaka vardır. Bu uyduruk problemi gayet ciddiye alır Descartes ve şöyle çözümler; beyinde tek simetrisi olmayan organımız kozalaksı bez (epifiz) (glans pinealis) ruh tarafından etkilenir ve bu bezin aracılığı ile gövde etki altına alınır. Tersi de doğrudur. Tüm duyumlar bu organ tarafından bedenden ruha aktarılır.

 

Descartes önce ruh ile maddeyi birbirlerinden ayırarak bir yanlış yapmış, bunu ikinci yanlışı ile sözde düzeltmiştir böylece.

 

Descartes ethik problemine ise Eski Yunan filozofları etkisinde kalarak çözümler üretmiştir. Özellikle Platon ve Sokrates görüşleri ile Descartes görüşleri arasında uyum vardır. İnsan doğru bilgiye ve iyiye, yani bunların birlikteliği olan mutluluğa duyu algılarına ve bulanık duygulanımlarına kapılmadan iradesini kullanarak erişebilir. Bu da üç basamaklı bir evreden geçerek mümkündür.

 

1)       Doğruyu açık ve dolaysız bilmek.

2)       Doğruyu bütün gücü ile istemek.

3)       Elde edilmesi imkansızın peşine düşmeyip, onu yok saymak.

 

Erdem iradeyi duyguların kölesi yapmamaktır. Duygular iradeye yenik düşmelidir. Aksi takdirde nesnelerin kölesi haline geliriz.

 

Karetezyen felsefe o güne kadar ortaya çıkan felsefe sistemlerinden bir izm, yani bir ideoloji olma vasfı ile bir miktar ayrılmaktadır. Bu felsefeyi izleyenler zaman zaman düşünce sistemini geliştirmişler, zaman zaman da bir miktar sapmışlardır. Descartes’ın Tanrı ve Doğa olgularını iki ayrı realite olarak ortaya koyması bir süre sonra bunların arasında bir gerçek iletişim olmaması fikrini de beraberinde taşıdı ki, Allah muhafaza bu kiliseyi çıldırtabilecek kadar dinsizce bir düşünceydi. Bu bir dualizm idi. İki güç oluşmuştu birdenbire. Descartes bazı ayak oyunları ile Tanrı ile onun hükmedemediği insan aklı gibi bir sonuca giden bu dualizmi Tanrının tözselliği ile ruhların ve cisimlerin tözsellikleri arasında fark olduğuna bağlar. Bu bir nevi sistemin icabı olan dualizmden kaçıştır ve sonunda Spinoza’nın kamutanrıcılığına yol açar.

 

İşte Kartezyenizmi kendilerine ışık olarak seçen Descartes ardılı filozoflar ömürlerini nerdeyse bu sorunun çözümüne adarlar. Bu felsefenin bir şekilde Hıristiyanlık ile, yani aslında Kilise ile uyumlu hale gelmesi gerekiyordu ve Kartezyenlerin işlevi ya bu sorunu iyice belirgin hale getirmek ya da sorunu bir yolla kaybetmekten ibaret olmuştur diyebiliriz.

 

Ayrıca Descartes’ın uslanmaz bir matematikçi olması da onu takip edenlerin daha çok üniversite çevrelerinden olmasına ve o'nun ‘’Omnia mathematica fiunti – herşey matematiğe göre işler’’ ilkesine sıkısıkıya bağlı olmalarına neden olmuştur.

Haftaya: Spinoza