Ekonomi Notları: Uzun vadede güvenen yok

Ekonomi Notları
-
Aa
+
a
a
a

Ekonomi Notları – 51

 

Ömer Madra: Herşeyden önce bir tebrik iletmeme müsaade edersen, Arjantin’de El Turco’nun (Menem) seçimlerde en yüksek oyu alarak ikinci tura geçmiş olmasına rağmen kazanmasının düşük ihtimal olduğunu, yapılan oy analizlerinden sen söylemiştin bizlere. Menem seçimlerin ikinci turundan çekildi. Çok tuhaf bir durum çıktı ortaya, yarış bitti.

 

Hasan Ersel: O konuşmayı da anımsatayım. Çünkü bu sonucun demokratik de bir nedeni var. Seçimlerde geleneksel soru  “Kime oy verirsiniz?”dir. Ancak toplumsal tercihler yazınındaki ve siyaset bilimindeki oy sistemleri tartışmalarında bu sorunun toplumların tercihlerini yansıtmak için yeterli olmayabileceği de ortaya çıktı. “Kime oy veririsiniz?” aşağı yukarı “Kimi en çok seviyorsunuz?” demek. Peki, soruyu biraz genişletelim: herkese adayları (ya da siyasi partileri) en çok sevdiklerinden en aza doğru sıralamalarını istesek ne olur? Bu tür sıralamalar yapıldığında ortaya çıkan ilginç paradokslardan bir tanesi, toplumda sıralamada çoğunluk için en alt yerde değerlendirilen partinin ya da adayın seçimi kazanabilmesi oldu. Örneğin toplumun % 60’ı “bu aday en iyidir” diyor, % 40'ı ise aynı adayı “en kötüdür” biçiminde değerlendiriyor. Diyelim ki diğer adaylardan hiç birissi bu kadar çok kişi tarafından en kötü olarak nitelendirilmiyor. Yani toplumda bu % 40 oranında “bu en kötüdür” denilen başka aday yok ama % 60 da beğendiği için seçimi kazanabiliyor.

 

Menem’in durumu böyle olmuş. Taraftarlarının oranı izleyen rakibini sadece bir iki puan geçiyor. Buna karşılık “Menem olmasın da kim olursa olsun” diyenlerin oranı ezici çoğunlukta. Sadece onu destekleyenlerin oyuna baksanız, hakkıdır diyecekseniz, en çok oyu alıyor ama ikinci bilgi çok önemli.

 

İki turlu seçim sistemi bu bilginin kullanılmasına olanak sağladı. Menem için “kesinlikle olmaz” diyenler “o olmasın da kim olursa olsun” deyip, sevmeseler dahi, rakibine oy verecekler. Böyle olunca da Menem seçimi kaybedecekti.

 

ÖM: Hem de müthiş bir şekilde kaybedeceği anlaşılmış, Kirchner’e ötekilerden de % 60 destek geliyor, Menem ise % 30'da kalacakmış, onun üzerine de kaçtı, “ben oynamıyorum” dedi.

 

HE: Bu durumda seçimi kazanması mümkün değildi. Bana bu açıdan bakıldığı zaman ikinci tur seçim pekâlâ ahlâka ve siyaset bilimi ile iktisattaki tercihlerin öngördüklerine uygundur, çünkü birinci turda en yüksek oyla seçilmiştir ama “en istenmeyen” sıfatını da alan kişidir. Oysa Kirchner’in böyle bir şeyi yok. İkinci iyi oy alandır ama "istenmeyen" diye bir özelliği yoktur. Dolayısıyla ikinci turda “sadece bir kişi vardı, demokratik değildir” gibi bir argüman ciddi olmaz.

 

ÖM: Burada tabii başka bir sorun da ortaya çıkıyor, biraz önce Mustafa’nın da söylediği gibi "meşruiyetini azaltıcı bir hamle" olarak da değerlendirilebilir, kazanamayacağını bilince de seçimden çekilmek biraz tuhaf bir davranış oluyor.

 

Mustafa Arslantunalı: “Benden yeni haberler bekleyin” demiş.

 

HE: Böyle yaparsa – tabii ülkenin hukukunu bilmiyorum, o açıdan bir şey söyleyemem, ama toplumsal tercihler teorisi açısından bakarsak– Menem doğru söylemiyor. Menem hadise çıkarmaya çalışıyor. Toplumun tercihlerine bu daha genel çerçeveden bakarsak ikinci kişinin seçilmesi lazımdı.

 

İhracat-ithalat rakamlarındaki artışın önemli kısmı kur hareketlerinden

 

ÖM: Bunu aslında demokrasinin temel meselelerinden biri olarak ileride belki daha ayrıntılı olarak –bu konuda senin de çalışmaların hatta kitapların olduğunu biliyoruz– oy verme alışkanlıkları ve bunların nasıl değerlendirileceği konusunda belki bir tartışma da yaparız. Ama bu noktada iktisata dönelim istersen. Türkiye’de ciddi bir ithalat artışı meselesi vardı, ekonominin nasıl etkileneceği konusunda bize biraz bilgi verebilir misin?

 

HE: Bu senenin ilk 3 ayının ithalat ve ihracat rakamları belli oldu, ithalatımız ilk 3 ayda 14 milyar dolar. 1994’ten 2002’ye kadar olan dönemi alsak, bu dönemde ilk 3 ayda ithalatın ortalaması 9.4 milyar dolar olmuş... Şimdi ise 14 milyar dolar. Bu dönem içerisinde en yüksek ithalat 1998 yılı, o da 11.3 milyar dolar olmuş. Yani bu yıl büyük bir sıçrama olmuş. 1998-2002 ortalamasına göre, son 5 yılın ortalamasını alırsak 2003 rakamı %36 daha fazla. Bu önemli bir olay. 2000 yılında bir program uygulamaya başlamıştık, TL değerlenmeye başlamıştı ve ithalat patladı, bir yıl önceye oranla ilk 3 ayda %40,5 oranında yükseldi. Geçen yıl ithalatımız 10 milyar dolar civarındaydı, dolayısıyla bu sene de %39'luk bir artış var. Acaba 2000 gibi bir krize doğru mu gidiyoruz sorusu gündemde.

 

Bu açıdan baktığımızda iyi bir nokta var. O da ihracatımızın durumu; 2000 yılında ihracatımız bir yıl önceye oranla pek yerinden oynamamıştı, 6.5 milyar dolar iken 6.7 milyon dolar olmuştu. Halbuki bu sene öyle değil, bir yıl önceki dönemde 7.9 milyar dolar ihracat yaparken bu sene ihracatımız 10 milyar dolara çıkmış. Burada da aşağı yukarı %27’lik bir artış var, yani ihracat da beraberinde artıyor. Dolayısıyla tam olarak 2000 yılına benzemiyor, yani sadece ithalat-ihracat rakamlarına bakarak “mahvolduk” demek için bir sebep yok.

 

İkinci nokta; 2002 yılının ilk 3 ayında Euro-Dolar kuruna bakıyoruz, ortalamada aşağı yukarı 0.88. Dolar Euro’dan daha değerli, halbuki 2003’de ilk üç ayın ortalaması 1.07. Euro çok yükseldi. Avrupa’ya yaptığımız ihracat Euro cinsinden aynı olsa bile istatistikler Dolar üzerinden tutulduğu için rakam yükselecek. Aşağı yukarı bu kurdaki hareket %20 dolayında, bu da çok büyük bir rakam. Tabii Türkiye’nin bütün ithalat ve ihracatı Euro bölgesinde değil, bütün ithalat ve ihracatı da Euro cinsinden değil, dolayısıyla buradaki artışın tamamı budur denemez.  Ama ihracat ve ithalat rakamlarındaki artışın önemli bir kısmı kur hareketlerinden geldiğini hesaba katmalıyız. Dolayısıyla ile göründüğü kadar büyük bir ithalat patlaması yok.

 

Bu düzeltmeyi yaptığımız zaman da ithalâtta bir artış görünüyor. Şimdi o da bizi başka bir noktaya getiriyor: Niçin ithalat yapıyoruz? Kullanmak için. Nasıl kullanıyoruz? Değişen bir şey yok, Türkiye’nin ithalatının çok büyük bir kısmı sanayinin üretimi için kullanılan ara maddeler ve yatırım maddeleridir. Tüketim payı olması gerekenin de altındadır, % 10’lardadır. (Ocak Mart 2003 için % 9.1) Ülkenin gelişmişlik düzeyi, dışa açıklık düzeyi gözönüne alındığında daha fazla tüketim malı ithal etmesi beklenir. Yani bu ithalat, sanayinin ihtiyacı için yapılıyor. Demek ki sanayinin üretim yapabilmek için bu mallara ihtiyacı var.

 

Buradan iki sorun çıkıyor.

 

Birincisi; demek ki bir üretim yapma niyeti var, yani ekonominin bir büyüme potansiyeli bu yıl var, yüzde kaç bilemeyebiliriz ama var.

 

İkinci nokta ise kafama takılan konu: Hani geçen sene bütün büyümeyi biz stok biriktirerek yapmıştık ya, bir ülke stok biriktirdiyse, raflar dolu ise niçin üretim yapmak için ara malı ithal ediyor bu ülke? Önce stokları satsın. Demek ki o da doğru değil.

 

ÖM: Büyümeyi bu stoklarla izah etmek pek mümkün görünmüyor yani?

 

HE: Orada, daha evvel belirttiğim kaygılar geçerliliğini koruyor. Bu geçmişle ilgili bir nottu...

Şimdi önümüze bakarsak, Türkiye ekonomisinde bir büyüme umudu var, ithalattaki büyük artışın bir kısmı tamamen parite ile açıklanabilir durumda, ama bunu da kafamızda temizledikten sonra yine bir ithalat artışı gözüküyor, o halde ekonomide bir canlanma bekleyişi çok yanlış değil. Ama sonuçta cari açık var mı? Var. Cari açık büyüdü mü? Büyüdü, geçen seneye oranla epeyce arttı, 1.7 milyar dolar seviyelerine yükseldi. Bu çok tehlikeli olur mu? Sanmıyorum, çünkü ilk 3 aydan bahsediyoruz, Türkiye’nin döviz kazandırıcı faaliyetlerinin yoğunluk kazandığı aylar değil bunlar. Gerek turizm ve gerekse ihracat gelirlerimiz önümüzdeki dönemde daha fazla artar. Bunun sonucunda ben 4 milyar dolar, milli gelirin % 2’si dolayında, bir cari açıkla yılı bitirme şeklindeki tahminimizi değiştirmiyorum. Daha az olsa daha iyi olurdu ama bu tehlikeli değildir.

 

Dolar neden düşüyor?

 

ÖM: Dolar’da görülen beklenmedik düşüş neden oluyor? İzahı pek kolay verilemiyor ama daha çok ne getirir ve götürür bu mesele, o konuyu soralım.

 

HE: Dolar’daki düşüşü belirleyen etmenlere bakmak için hangi alanı seçmemiz lazım, dış ticarete mi bakacağız yoksa mali piyasalardaki hareketlere mi bakacağız? Az önce anlattığım dış ticarete göre ithalat yaptığımıza göre döviz talebinin artması lazım, çünkü çok ithalat yapıyoruz. Ama gördüğünüz gibi döviz talebi o şekilde artsa bile yine kur düşüyor. Sadece Dolar düşmüyor, Euro da düşüyor, yani Türkiye’de dövizin fiyatı düşüyor. Demek ki buna yol açan olay ihracat-ithalatla değil, iç mali piyasalarda; yani insanlar mali tasarruflarını değerlendirmede TL’ye kayıyorlar. Ya da elinde döviz olanlar da bir şey yapmıyor, duruyor, satmıyor. Alıcı da yok. Dolayısıyla kimsenin dövizle iş yapmaya pek niyeti yok. Bunun da nedeni, içeride faizlerin epeyce yüksek olması, kısa vadelide büyük bir kaygı olmaması. Kısa vade diyorum, çünkü yatırımcılar nerede duruyor diye baktığımız zaman, hiç uzun vadede duran kimse yok, herkes kısa vadede duruyor. Bu tehlikeli bir şey, her zaman dönüp tekrar dövize geçebilir.

 

Kurun düşmesinin etkisi ne olur? Türkiye’de ihracatçı üzerinde bir noktada sıkıntı doğurur, kur ihracatın tek açıklayıcı nedeni değildir ama bir yerde de sıkıntı doğurur. İhracatçılar bununla ilgili tedbirler alabilirler ama ne olsa bir noktadan sonra Türkiye’nin rekabet gücünü etkileyecek bir noktaya gelebilir.

İkinci olarak, Türkiye’ye döviz getirip onu TL olarak değerlendirip gitmek avantajlı gibi görünür ilk bakışta, fakat değil. Çünkü girişte yarattığınız etki çıkışta tersine çalışıyor, kur bu defa birdenbire yükselebilir, bu sefer de zarar edersiniz. Dolayısıyla Türkiye’nin kaynak ihtiyacını sağlamak için böyle bir yol çok fazla avantajlı değil. Eğer döviz tevdiat hesapları “dövizde durmaya hiç de gerek yok, biz bunları satalım TL alalım, gidelim devlet tahvili alalım veya TL mevduata dönelim” denseydi o açıdan hoş bir şey olurdu, TL’de bir bollanma yaratır, o da TL faizlerinin aşağı inmesine yol açabilirdi. Şimdilik bu durumu görmüyoruz. Bunu görebilmemiz için biraz daha güven oluşması lazım, hükümet daha “bu politikalarda devam ediyorum, işi ciddiye aldım, vs.” derlerse belki zaman içinde olur ama onu birdenbire göremeyiz.

 

ÖM: Biraz daha bekleyip görmemiz gerekecek anlaşılan.