Ekonomi Notları: 'Avronun arkasında gücü yok'

Ekonomi Notları
-
Aa
+
a
a
a

Ekonomi Notları –  50

 

Ömer Madra: Bu sabahın erken haberlerinden biri de herhalde IMF’den yapılan uyarı ve açıklamalar değil mi? Öncelikle istersen onunla başlayalım, belki sonra Arjantin’e de bağlayabiliriz.

 

Hasan Ersel: IMF’nin birinci başkan yardımcısı Anne Kruger Başbakan'la ve diğer yetkililerle görüştü. Bu temaslara ilişkin bazı bilgiler basında ve IMF’nin web sitesinde de var. Anne Kruger şöyle demiş özetle: “Evet, işleri doğru yolda yapmaya karar verdiniz, bundan gayet memnunuz. Yalnız unutmayın Türkiye’nin iç borcu halen çok tehlikeli bir düzeydedir. Onun için her elinize geçirdiğiniz parayı bu iç borcu düşürmek için kullanın, bunun dışında değil, maceraya atılmayın. Özellikle vergi barışı dediğiniz olaydan elde edeceğiniz geliri sadece bu amaç için kullanın…"- Aslında IMF'nin vergi barışı denilen olay konusunda kaygısı var. Nedeni de "bir kere af ilan eden daha sonra da eder" diye düşünenlerin işi bozması olasılığı. Bir daha böyle bir af olmayacağı garanti altına alınabilirse sorun yok. IMF "barışmayın" demiyor.

 

ÖM: Genel af ya da şartlı salıverme yasası gibi de bakılabilir buna, yani vergide de hapishanedeki insanların cezalarının affedilmesi bunun önünü açar kaygısını yaratmıştı, onun gibi...

 

HE: “Nasıl olsa 2 yıl sonra yeni bir düzenleme gelir, o halde yine vermeyeyim” havası olmasın. Bu hava olmayacaksa, bir daha böyle bir şey yapılmayacak deniyorsa tamam. O zaman hakikaten bir olayın çözülmesi için bir yöntem olabilir. IMF'nin esas söylediği  "Bütçede faiz dışı fazla hedefimizi bu yolla aşabiliriz. O zaman 'şöyle halkın işine yarayacak bir harcama yapalım' demeyin, öncelikle borçlarınızı düşürün, çünkü borcunuzun miktarı tehlikeli.” Esas itibarıyla uyarı bu. Bunu da yakından kontrol edeceklerini söylüyorlar, bu ay sonuna doğru IMF heyeti gelecekmiş.

 

ÖM: Bu zaten yeni bir kalıbın da göstergesi değil mi? Daha önceki konuşmalarımızdan da net olarak söylediğini hatırladığım, çok daha sık ve ciddi bir denetim için adım adım izleme yapacağız demişlerdi.

 

HE: Evet o çerçevede de geliyor. Türkiye’deki günün önemli olayı bu… Tabii görünüşte bir anlaşmazlık yok, zaten hükümet o yönde açıklama yapmış, IMF de ona destek veriyor gibi görünüyor. Ama uyarı önemli; "Açıkladığınız çizgiden sapmayın!" Aslında bu uyarı da yerinde gözüküyor… Hükümetin uyarıya ihtiyacı vardır/yoktur anlamında değil de, söylenen şey doğru gözüküyor. Çünkü hakikaten iç borcun servisinin yüklediği yük öyle bir durumda ki bir yanlışlık anında ekonomi raydan çıkarabilir. Doğru olunca da olumluya gidebilir. Hükümetin ne yapacağını hep beraber göreceğiz.

 

ÖM: Peki bu nemaların dağıtılması, vs. detay sayılabilecek konularla ilgili bir uyarısı oldu mu IMF’nin?

 

HE: Benim algılayabildiğim kadarıyla, nemaları dağıtın ya da dağıtmayın demiyor, ama “bunu bütçenin çerçevesine sığdırabiliyorsanız tamam, size bağlı bir şey” diyor. Yani “siz bütçenizde belli bir faiz dışı fazla yaratacaksınız, bunun dışında da nemaya ağırlık veren bir harcama yapısı oluşturmak isterseniz bu sizin bileceğiniz iş.” Sanıyorum bu konuda bir anlaşma oldu.

 

ÖM: Türkiye ile ilgili başka bir şey yok herhalde, bazı gazetelerde mesela 5 milyar dolarlık yeni kaynak yaratılması çabalarından bahsediliyor, işgal altında bulunan vakıf arazilerinden 4-5 milyar dolar beklendiğine ilişkin. Bunlar daha çok spekülatif gibi gözüktüğü için fazla da üstünde durmadık...

 

HE: Eski zamanda adam berbere gitmiş, “Saçım ak mı, kara mı?” demiş. Berber “Şimdi kesiyorum, önüne düşünce görürsün” demiş. Bir çıksın ortaya, o zaman konuşalım. Çünkü bu tür dedikodu/haberler hep çıkıyor.

 

ÖM: Bu tarz haberler geliyor, biz de ne şekilde ele alacağımızı bilmediğimiz için senin yardımına ihtiyaç duyuyoruz.

 

HE: Tahmin yapabilmek için bile bazı şeylerin somutlaşması lazım. Şu kadar arazi var, civarındaki arazinin değeri şu, bu nedenle bunların fiyatları da şu olabilir gibi bir hesap ve satış biçimi ile amacına yönelik bilgilere gerek var. Diyelim ki 5 milyar dolarlık bir arazi, doğru buldunuz sattınız 20 yıl vadeyle. Bu yıl kaç lira elde edersiniz? Ya da sözkonusu arazinin üzerinde yaşayan insanlar görece fakirler. Siz onların mülk sahibi olmalarını istiyorsunuz. Ama bu sene arazinin bedelini öde deseniz ödeyemeyecek. Bu durumda arazi satışının sonunda hayırlı bir iş yapılacak olsa bile bütçeye gelen kaynak çok düşük olur.

 

ÖM: O çok önemli tabii, aynı tarzda spekülatif bir konu olabilecek orman arazilerinin satışı meselesi vardı meselâ, onu konuşmuştuk, orada yaşayan insanlara ne ölçüde, bundan doğru dürüst bir gelir gelip gelmeyeceğini görebilmek için yine uygulamaya bakmak lazım herhalde?

 

HE: Bunları kabaca özelleştirme diye düşünelim. Özelleştirmede daima iki boyut vardır. Bunlardan ilki bir tanesi başta mülkiyet yapısı olmak üzere üretimin toplumsal koşullarını değiştirmektir. İnsanları mülk sahibi etmek başlıbaşına bir amaçtır. Bir siyasal iktidar insanların özel mülkü olsun, çünkü özel mülkü olan insanlar topluma daha bağlıdır diye düşünebilir. (Bir başkası da başka türlü düşünebilir). İkinci boyut ise gelir elde etmektir. Ama dikkat ederseniz amacınız ilki ise gelir elde etmeye bakmadan, hatta üzerine para vererek özelleştirme yapabilirsiniz. Doğu Almanya’da yapıldığı gibi. Çünkü başka bir amacınız var.

 

Ama iki amaç birbirlerine karıştırılarak söylediği zaman (yani para kazanmak için mi yoksa toplumsal bir nedenle mi özelleştirme yapılıyor) anlamak zorlaşıyor. Amacın saydam olması gerekli. Bana öyle geliyor ki arazi satım isteklerinin önemli bir kısmında amaç toplumsaldır. Bu amaç savunulabilir, ama o zaman da bunun gelir boyutu üzerinde fazla durmamak lazım. Derseniz ki “Ben Boğaz’daki bir araziyi satacağım, çünkü o arazi doğayı korumak kaydıyla çok iyi para getirir,” o başka bir olay.

 

ÖM: Sorun da tam bu noktada çıkıyor anladığım kadarıyla, çünkü hem büyük bir gelir etme umudunu, ışığını veriyorlar hem de kamusal, mülkiyet yapısını değiştirici yönünü öne sürüyorlar; ikisi birbirine adamakıllı karışıyor. Orada tehlike var galiba.

 

HE: Doğru söylüyorsun.

 

Dolar/Euro paritesi ters dönebilir

 

Mustafa Arslantunalı: Arjantin’e geçmeden önce, bugünkü Finansal Forum’un haberi var, “Dolar out, Euro in” diyor ve dünyada da galiba Dolara karşı Euro değer kazanıyor, Türkiye’de de öyle. Bu geçici bir şey mi acaba? Sürekli olması söz konusu mu?

 

HE: Buna cevap vermek çok zor…Cevabı bilsem burada duracağıma koşa koşa gidip... Bazı noktaları belirtmek lazım, Amerikan ekonomisinin performansına ilişkin ciddi kaygılar var, fakat o kaygılara rağmen Amerikan ekonomisinin performansı Avrupa’dan daha iyi. O yüzden olaya belli bir vadede baktığınız zaman Dolar/Euro paritesi pekala ters dönebilir. Evet, bu yıl için Euro’nun değer kazanmasını beklemek normal, çünkü ABD’nin ekonomiye canlılık vermeye önem verdiği için faizleri yükselteceğini sanmıyorum. Ama bir müddet sonra bunu pekala rahatlıkla yapabilir. Çünkü Amerikan parasının değeri düşük olduğu zaman ABD için ithalatı kısmak ihracatını artırmak gibi olumlu etkiler yaratıyor, ABD'nin cari dengesi biraz düzeliyor. Ama bu defa da sermaye hareketleri yönünden sorun çıkıyor, ABD'ye sermaye gitmiyor.Oysa biliyoruz ki ABD büyük ölçüde kendini dışarıdan finanse eden bir ülke, bu kaynağa ihtiyacı var. Bu nedenle faizi bir noktada tekrar yükseltebilir. Avrupa’nın gücü bunu tersine çevirebilmeye müsait değil. Çünkü faiz yükselirse bu Avrupa'nın büyümesini ve istihdam artışını olumsuz etkiler. Avrupa'nın buna pek dayanacak hali yok.

 

Öte yandan Euro'nun ABD$ karşısında değerinin yükselmesini Avrupa ülkelerinin de pek istediği kanısında değilim. Örneğin, Almanya gibi ihracatla geçinen bir ülke için bu durum sıkıntı yaratıyor. Unutmayalım, Almanya’nın en büyük ticaret ortağı AB dışında Türkiye değil, Amerika…Oraya satışları var. O yüzden Almanlar da hallerinden çok memnun değiller. Almanya'da büyük bir işsizlik söz konusu…

 

ÖM: Dolayısı ile gerek internette dolaşan, son zamanlarda bir de Guardian’da George Monbiot’nun yazdığı gibi, bu Euro’ya yüklenerek Amerika’nın hegemonyasının ilerleyişini durdurmak çare olabilir şeklindeki görüşleri de biraz fazla basitleştirici belki.

 

HE: Evet… Avrupa ekonomisi kendisini toparlar, güçlenir, bu kuvvetli bir Euro yaratır, bu başka bir olay. Bugünlerde gördüğümüz türde finansal hareketlerle geçici olarak Euro’nun değeri yükseldiği durum ise başka. Bana gerçekten bu tür açıklamalar fazla basite indirgeme gibi geliyor. Avrupa’dan ekonominin gücüne ilişkin güçlü sinyaller görebilseydim, Avrupa ekonomisi dünyada ağırlığını arttırıyor, vs. düşünürdüm. Ama göremiyorum, Avrupa’da öyle bir hareket yok.

 

ÖM: Avrupa kendi yapısal strüktürel dengesini sağlasaydı o zaman bu Euro meselesi önemli olabilirdi diyorsun?

 

HE: Tabii, Avrupa’nın yapısal sorunları ciddi. Örneğin işgücü piyasasına bakalım, Avrupa daha yaşlı Amerika’dan, Amerika’da aile başına çocuk sayısı Avrupa’dan daha yüksek. Sonuçta sisteme giren yeni genç üretici yeteneği olan insanları daha fazla, Avrupa’nın böyle bir sıkıntısı da var.

 

MA: Ama bu durum değişmeyecek mi? Türkiye AB’ye girince tamamen tersine dönecek.

 

HE: Tamam, o zaman Euro’nun değeri yükselir. Yüz yıl sonra!

 

ÖM: Sen Türkiye’nin bu AB ile bütünleşmesinin biraz gecikmeli olacağını düşünüyorsun galiba?

 

HE: Evet. Yalnız bu dediğim noktanın Türkiye için pekala bir avantaj sağlayabileceğini, yani Avrupa içerisinde işgücünün serbest dolaşımı olayının ötesinde, Türkiye’deki potansiyel işgücünün Avrupa'ya yarar sağlayacağını da gözden uzak tutmamak lazım. Dediğiniz doğrudur, Avrupa’nın Türkiye gibi bir ülke ile işbirliği içinde olması, hatta üyesi olmasından yararı var ama bu işin bir sınırı da var tabii. Yararı ve zararı birarada ölçmek lazım. Şu anda Avrupa bunun o derece yararlı olmadığını düşünüyor, ben onun için yüz yıl dedim, tabii attım…

 

MA: 80 de olabilir yani...

 

ÖM: Bu arada Wolfowitz’in arkasından Grossman’ın ABD-Türkiye en düşük seviyede, yani gerginliğin en yüksek düzeyde olduğu bir noktada AB’nin Genişlemeden Sorumlu Komiseri Verheugen’ın da Türkiye ziyareti sırasında daha öncekilerden çok farklı bir tavır sergileyerek, “Türkiye kriterleri gerçekleştirirse AB’ye alınacak ama ondan sonra kesinlikle başka ülke alınmayacak” şeklindeki sözleri de var.

 

MA: Bu da ‘iyi polis/kötü polis’ten sonra ‘kötü abi iyi abiye karşı’ şeklinde.

 

HE: Bu arada Avrupalıların biraz daha tutarlı bir çizgi içinde olmaları lazım. Bu tutum da ikna edici olmuyor. Ben şimdi emin değilim, tekrardan fikir değiştirip değiştirmeyeceklerine. Oysa, ABD açısından eminim. Beğenmeyebilirim söylediklerini, ama bir politika çizgisinde düşünen bazı adamlar bir şeyler söylüyorlar. Ben ABD’nin bu çizgide bir süre kalacağına eminim. O yüzden de biraz evvel konuştuğumuz gibi, 1964 yılını hatırlıyorum. Yine bir gerginlik vardı Türkiye ile Amerika arasında. Üstelik epey ciddi bir gerginlikti.

 

HE: Ünlü Johnson mektubu...

 

HE: Evet, İsmet paşa “yeni bir dünya kurulur Türkiye’de orada yerini bulur” demişti. Bu konuda uzman değilim. Belki gelişmeleri iyi değerlendiremiyor olabilirim. Ama bana öyle geliyor ki, 1974'deki Kıbrıs olaylarının da araya girmesiyle, Türkiye ile Amerika arasındaki ilişkilerin soğuktan sıcağa geçişi Özal’ın başbakan oluşu tarihinden sonraya kadar uzamıştır. Türkiye, ABD ile çok uzun soğuk ilişkiler dönemi yaşamıştır. Onun için bu başlayan olay pekala uzun bir soğuk ilişkiler döneminin de habercisi olabilir. Soğuk derken "düşmanca" demek istemiyorum tabii, o başka bir durum.

 

ÖM: Bu son derece önemli. Belki uzun vadeli başka programlarda da tartışma gereğini duyabileceğimiz bir şey. Dediğin çok önemli bir noktaydı, çünkü Verheugen başta olmak üzere AB’nin ya da Avrupa ülkelerinin çeşitli lider konumundaki kişileri, Amerikalılarla kıyaslandığında belki de daha tutarsız, daha çok zigzaglar çizen bir politika izliyorlar. Bunun en tipik örneklerinden biri aslında Verheugen’in kendisi. Son derece birbirini nakzeden, birbiriyle çelişen sözler söylemişti. Nasıl olsa önümüzde bunu konuşma fırsatını epeyce bulacağız.

 

MA: 100 yıl kadar!

 

Arjantin'de zaferden trajediye

 

ÖM: Arjantin’de seçimlerle bağlı olarak ve de Türkiye’nin durumu ile de paralellik çekilerek neler oluyor ekonomik olarak?

 

HE: Arjantin’deki olay çok ilginç. 6 Mayıs tarihli bir bilgi notu var elimde. Seçimlerde biliyorsunuz birinci turda Carlos Menem en fazla oyu aldı ama %24, onun hemen arkasından Nestor Kirchner geliyor: %22 oy aldı. Bu ikisi ikinci tura kaldılar. Burada enteresan bir şey var, Carlos Menem uluslararası piyasalar ve mali çevrelerinin tanıdığı biri; bu sevildiği anlamına gelmiyor ama bazı şeyleri yapmış bazı şeyleri yapmamış. Nestor Kirchner ise ziyade ulusalcı bir çizgide olan biri. Onun iktisat politikasında ne yapacağı, o çizgisi ile tutarlı ne yapacağı o kadar bilinmiyor. Yalnız ilginç olan, Arjantin’de yapılan anketlerde şu çıkıyor: Carlos Menem’i tutanlar çoğunlukta ama tüm adaylar arasında “Hangi adayı hiç istemiyorsunuz?” sorusuna aldığı yanıtlarda da Carlos Menem birinci…Bu durum ikinci tur öncesinde ilginç bir sonuç yarattı. 28 Nisan ve 2 Mayıs 2003 tarihli iki tane anket var, aynı sonucu vermiş. Bu anketlere göre Nestor Kirchner, Carlos Menem’i 40 puan geçiyor. Dolayısıyle seçimin ikinci turunda Carlos Menem’in kazanmaması olasılığı çok yüksek. Kirchner ikinci bitirmesine rağmen başbaşa kaldıklarında Carlos Menem’i sevmeyenler ona dönmüş görünüyor, anketler doğruysa. Nestor Kirchner’in iktidara gelmesi ihtimali bir belirsizlik unsurunu gündeme getiriyor.

 

Arjantin ekonomisinden de sözedeyim. 2002 yılının Nisan ayına kadar Arjantin’de endüstriyel üretim düşüyordu, hatta 1997’ye 100 dersek geçen sene Nisan ayında bu üretim aşağı yukarı 75-76’ya düşmüş.

 

ÖM: Evet, ciddi bir düşüş var.

 

HE: Fakat, Şubat 2003’te 90’a çıkmış durumda endeks, yani üretim canlanmış durumda. Eskisi kadar olmasa da satışlar da bir miktar canlanmış durumda, yine 1997’ye 100 denirse bu satışlar şu anda 95 civarında. Geçen senenin Mayıs ayında 75’teydi. İnşaat sanayii canlanmış durumda, özel bankalardaki mevduat artmaya başladı. Bu da önemli, biliyorsunuz bir yığın karışıklık olmuştu, herkes parasını çekmişti. Şimdi ise mevduat pezo cinsinden artmaya başladı. Dolayısı ile Arjantin ekonomisi bazı olumlu sinyaller vermeye başladığı döneme girdik.

 

Arjantin geçtiğimiz yıllarda izlediği garip iktisadi çizgiden öğrenecek çok şey var. Bu ülke bir ara dünyada herkese örnek gösteriliyordu: Yapısal reformları harika yaptı, özelleştirmede acayip başarılı oldu deniliyordu. Sonra 2001 yılı geldi inanılmaz bir çöküş yaşadı.

 

ÖM: Gene örnek gösterilmeye başlandı!

 

HE: Evet. Fakat bu arada da bir çok kimse “bu iş nasıl oldu, bir ciddi bakalım” dediler. Bunlardan bir tanesi Michael Mussa, önemli bir bilim adamıdır. Arjantin krizi sırasında, yani 1999-2001 yılları arasında, IMF’nin ekonomi danışmanı ve araştırma bölümü başkanıydı, çok önemli bir konumdaydı. Bu zatın yazdığı bir kitapçık Türkçeye çevrildi: Arjantin ve IMF, Zaferden Trajediye. Bu Yeni Hayat Kütüphanesi tarafından yeni çıktı, sanıyorum birkaç ay önce çıktı, Halit Elçi tarafından Türkçeye çevrilmiş, Türkçesi de iyi ve çok güzel anlatıyor. Okuyabilmek için iktisat öğrenimi görmek gerekmiyor. Çok akıcı bir biçimde anlatmış. Arkasında da ufak bir sözlük var, orada da takılınabilecek teknik deyimler açıklanmış.

 

Buradan görebiliyoruz ki, Arjantin’deki iktisat politikasını yürütenlerin çok ciddi hatalar yaptığı doğru. Ama gerekli müdahaleyi IMF’nin yapmakta geciktiği ya da yapamadığı veya bazı konularda hatalara göz yumar durumda kaldığı da Mussa’nın bu kitabında ortaya çıkıyor.

 

Bu tür olayla o kadar karışık ki böyle bir kriz ortamı yaratılınca tabiri caizse kimse ne yaptığını bilmiyor. Olay bittikten sonra “siz hatalıydınız” demek kolay, esas o sırada ne denecek?

 

ÖM: Evet, bu "kimse ne yaptığını bilmiyor"a IMF’nin kendisi de mi dahil?

 

HE: Tabii, tabii. Bunu IMF’yi küçümsemek ya da hakaret etmek için söylemiyorum. O ortamda hakikaten zor olabiliyor. Bir kararı o tarihte o doğru alsaydı durum başka olurdu diyorsunuz ama bunu olay bittikten sonra diyebiliyorsunuz. Kararın alınması gerektiği anda doğruyu bulmak o kadar kolay değil. Çünkü her kararın bir faturası var.

 

Bu açıdan da Koç Üniversitesi öğretim üyesi Ziya Öniş’in bir yazısı var, bu yazı İngilizce. Adı “Arjantin Krizi, IMF ve Neoliberal Küreselleşmenin Sınırları, Türkiye’den Bir Karşılaştırmalı Bakış.” Bu yazı da çok güzel bir yazı, benim gibi "Arjantin’den görece öğrenebileceğimiz pek az şey var, çünkü Arjantin’in kendi iç politik sorunları başına gelenleri açıklamada en büyük etkendir" diye düşünen birisi bu yazıyı okuyunca “Yok, o kadar da değilmiş, pekala Arjantin’in başına gelenler, Türkiye’nin de başına, bazı siyasi ve iktisadi hatalar yapılırsa, gelebilir” diye düşünüyor. Dolayısı ile Arjantin’den epey öğrenilecekler var.

 

Uluslararası sermayenin sinirleri gergin

 

Şu anda iktisat teorisinde çok yoğun tartışılan konular bunlar. Artık anlaşıldı ki krizler illaki hükümetlerin saçmalamasından olmuyor. “Bekleyişler çok hızlı değişiyor ondan oluyor” dendi. Ama bekleyişler de durup dururken değişmez tabii, bir nedeni olması gerek… Sonra dendi ki “bankacılık sisteminde bir sorun olabilir” çünkü birçok krizde öyle gözüktü. Ama bu da her krizi açıklamıyor. Bankacılık sisteminin iyi çalıştığı yerlerde de kriz olabiliyor.

 

Bütün bu krizlerde konu dönüp dolaşıp sermayenin giriş çıkışına bağlanıyor. Bunun da somut bir nedeni var. Gelişmekte olan ülkelerde bu kadar kriz olunca böyle bir ülkeye yatırım yapanlar daha sinirli olmaya başladılar, çok çabuk korkar hale geldiler. En ufak bir olay olunca toparlanıp gidiyorlar. Yani onlara emir veren bir merkezi güç filan yok. Bu giriş çıkış rakamları büyükse o zaman ülke sallanıyor. (Arjantin’de büyüktü, Türkiye’de o kadar büyük değildi, şu anda onun için biraz daha rahatız ama yine de sorun doğurabilir). Bu sorunun çözümü o paraya muhtaç olmayan bir ekonomi yaratmak. Onun ön koşulu ise, kamu açıklarını temizlemektir. Ondan sonra da daha detayda politik ve iktisadi kararlar almak gerekiyor, onları da başka zaman konuşuruz.

 

ÖM: Belki de aslında bu sermaye hareketlerinin de belli ölçüde sınırlanması da bir başka alternatif olarak çıkıyor olabilir mi? Mesela Ali Bilge ile konuşurken bunu o söylemişti; Economist dergisi ve galiba IMF’nin kendi iktisatçılarından biri olan Rogoff bunun üzerinde de durmaya başlamışlar.

 

HE: Burada tabii farklı görüşler var, ama böyle olması da güzel bir şey… Bir noktaya dikkat etmek lazım, “Türkiye’nin durumunu iyi görmüyorum, bu da hep yabancı sermayenin giriş çıkışından oluyor, yasakladım” dediğiniz anda Türkiye yine batabilir, hatta daha hızlı batabilir çünkü esas tedbirleri almadınız. Diğer tedbirleri uygun bir şekilde alırsanız yabancı sermayenin zarar verici tarafı, yani yabancı sermayenin hızlı giriş çıkışı (burada kastettiğim borç yaratan sermaye, doğrudan yatırımı kastetmiyorum) zaten kendiliğinden kalkmış olacağından yasaklamanın anlamı kalmıyor. Ama anormal durumlarda piyasa güçlerinin sermaye giriş çıkışlarını düzenleyebileceği savı doğru değil. Çeşitli ülkelerdeki gelişmeler, Türkiye’nin 2000 yılındaki IMF ile beraber yürüttüğü program bunun doğru olamadığını gösterdi.

 

Anımsayacaksınız; Türkiye’deki faiz hareketlerine göre yabancı sermaye girecek ya da çıkacak, böylece sistem dengeye gelecekti, öyle olmadı. Sermaye girdi, faizler çok düştü ama çıkış olmadı. Sonra birden sermaye korktu, faizler yükselmesine rağmen çıktı. Diyeceksiniz ki biz olay yarattık, ondan korktu. Doğru, ama böyle olaylar her an olabilir. Sonuçta sermaye yoğun bir biçimde kaçıverdi…

 

(Mayıs 2003 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)