Ekonomi Notları: 22.03.2007

Ekonomi Notları
-
Aa
+
a
a
a

 

Hasan Ersel: Bugün, 2006 bütçesiyle ilgili bir değerlendirme raporu çıktı, 16 Mart 2007 tarihinde, TEPAV (Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı) İstikrar Enstitüsü tarafından yayımlandı. O raporda, açıklanan bütçe rakamlarının eleştirisi yer alıyordu. “2006 yılında bütçe performansı çok iyiydi” dendi. Acaba 2007’de benzer bir performans tekrarlanabilir mi?  Söze başlamadan önce, benim de TEPAV’la bir ilişkim olduğunu söylemem lazım, o kadar da yansız değilim. Raporla bir ilişkim yok, ama TEPAV’ın danışma kurulu üyesiyim.

 

Açıklanan bir bütçe dengesi var, (bütçe dediğimizde merkezi yönetim bütçesini anlıyoruz; eski konsolide bütçeye tekabül eder kabaca). Yuvarlıyorum rakamları; “4 milyar YTL kadar açık var” dendi, bu güzel, fena bir rakam değil, düşük bir rakam, herkes bundan memnun oldu. Rapor, “bu rakam doğru değil” diyor. Raporun 7. sayfasında, 2 numaralı tabloda bir hesap yapılıyor ve “gerçek mali performans 18,5 milyar lira açıktır” diyor. 4 ile 18,5 arasında büyük fark var.

 

AH: Bu fark neden kaynaklanıyor? Hesap hatası değil herhalde?

 

HE: Onu anlatıyor. Onu dikkatle okumak gerek; çünkü, “4 ilan etmişler 18’miş aslında, saklamışlar” demiyor rapor. Farklı şekillerde eleştirileri var. Bir eleştirisi, doğrudan doğruya bir eksikliğe işaret ediyor. Doğrusu ben hata diye yorumluyorum raporun söylediğini; bu da “yerel yönetim fon payı düzeltmesi” dedikleri kalem. Rapor “yerel yönetimlere ayrılan gelir payları 12 aylık olarak gelir kaydediliyor ama harcamalar 11 aylık gözüküyor, bunun düzeltilmesi lazım” diyor. Bu böyleyse düzeltilmesi lazım, pek tartışacak bir şey yok. O zaman açık 4 milyar YTL yerine 5,2 milyar YTLye çıkıyor.

 

AH: Arada hâlâ çok büyük bir fark var.

 

HE: Evet. Basında da bu rakam yer aldı, “asıl açık 5.2 milyar YTLdir” diye. Bunun düzeltilmesi lazım. Tabii ki detayı uzmanlar bilir. Gelelim öbür kısımlara; önemli bir rakam, aşağı yukarı 7,7 milyar YTL’lik bir rakam için şöyle bir eleştiri ileri sürülüyor: “Kayıtlar bütçe kayıt usullerine ve mali saydamlığa aykırı olarak yapılmıştır” diye  önceki kalemde öyle bir eleştiri vardı, “gözükmüyor” deniyordu. Bunda öyle demiyor; “usulüne uygun kayıt yapılmamıştır, eğer usulüne uygun yapılsaydı 7,7 milyar YTLlik daha fark ortaya çıkardı” deniyor.

 

AH: Çok büyük bir teknik ayrıntıdan bahsetmiyorsak, “kayıt usulüne uygun olmaması ya da mali saydamlığa aykırı olması” ne demek oluyor?

 

HE: Kamu maliyesinin bazı kuralları var hesapların nasıl tutacağınıza ilişkin. Bizim de var, başkalarının da ve bu ülkeler arasında da farklı olabiliyor. Fakat dünyada kimin ne söylediğini daha iyi anlayabilmek için giderek bunun standartlaştırılması yolunda çalışmalar var. Dolayısıyle belli bir şekilde kaydetmediğiniz zaman sizi dünya pek ciddiye almıyor. “Dünya standartlarına uygun kayıt ettiniz mi etmediniz mi?” diye bakıyor. Bu çok teknik bir alan, ben yargılayacak durumda değilim, fakat böyle bir çerçeve var. Şunu hatırlatayım; geçen sene 2006’nın başlarında Macaristan’da tatsızlıklar başladı, hatta sonra olaylar sokağa düştü. O olayların başlangıç nedeni, Macaristan’ın bütçe uygulamasında, bütçe kayıtlarını tutarken kendi hesabıyla tutup AB’nin koyduğu normlarla tutmamış olmasıydı. AB de “buna böyle devam edemezsiniz” dedi. O zamana kadar da çok fark çıkmıyordu ikisi arasında, yani kimse rahatsız olmuyordu. Ciddi bir fark çıkınca, “vay, kayıtlar saklanıyor muydu?” diye gürültü patırdı çıktı. Benim anladığım kadarıyla Macar yetkililer Macar kurallarına göre yanlış bir şey yapmıyorlardı, bir şey saklamıyorlardı ama uyguladıkları kurallar Avrupa’nın kabul ettiği kurallar değildi.

 

AH: Kendilerine özgü kurallar uyguluyorlardı yani?

 

HE: Ülkenin ulusal kurallarını uyguluyorlardı, ama bunu AB kabul etmiyordu. Macaristan da AB üyesi olduğu için olmuyor. Bunun bizle ilgisi şöyle: bizde de hep şu sorun ortaya çıkıyor, Maliye Bakanlığı’nın, ülkemizin resmi dökümanları ortaya çıkıyor, sonra IMF’nin düzelttiği bütçe diye bir şey çıkıyor. Bu benim çok canımı sıkan bir olay. Ne demek “IMF’nin düzelttiği bütçe?” IMF neye göre düzeltiyor? “Ben filan programa bakmak istiyorum, onun için o kısmı büyüttüm” derse olur. Ama bu öyle değil, diyor ki; “hayır, uluslararası kabul görmüş standartlara göre, iktisadi mantığa göre olaya böyle bakılması lazım” diyor. “Bizim mevzuatımız böyle biz buna göre gideriz” demenin de bir anlamı yok, sonuçta uluslararası karar alıcı kimse, finans çevreleri, vs. ülkemizin bu tür istatistiklerine boşveriyorlar, IMF’nin istatistiklerini kullanıyorlar. Halbuki doğru olan, Türkiye’nin Maliye Bakanlığının ya da Hazine Müsteşarlığı’nın rakamlarının (aralarında fark vardır ama bunun mantığı var) kullanılmasıdır. Dolayısıyla buradaki sorunun bence çözülmesi lazım. Sonunda kimin haklı olduğu önemli değil, oturup tartışılması lazım. Bunlar çok spesifik maddelerdir, öyle çok kolay karar verilir bir şey değil. Ama bu farklılığın ortadan kalkması lazım, bu da önemli.

 

Bir üçüncü nokta daha var, o işte iktisadi açıdan benim daha çok ilgimi çekiyor. Burada böyle bir sorun yok, yani kayıt hatası, eksiklik vs. yok. Tamamen başka bir şey var. Burada da 2006 yılında bir defaya mahsus mali önlemler alındı, yani her sene tekrarlanmayacak olan, bu sene yapılmış olan, yapılması son derece mantıklı olan, hiçbir anormallik içermeyen şeyler var. Bunların toplamı da 5,6 milyar YTL’ye ulaşıyor. Bunlar normal gelir değil, bütçenin normal geliri değil, istisnai nedenle öyle bir gelir elde etmiş. Buradaki düzeltme bütçenin normal gelirleriyle harcamalarıyla karşılaştırma düzeltmesi; yoksa bir hata, kusur filan yok. Bunu da ekleyince düzeltme büyüklüğü 18,5 milyar YTL’ye çıkıyor. Yalnız bu rakam önemli, 5,6 milyar YTL büyücek bir rakam ve 2007’de böyle bir rakamın tekrarlanmayacağı açık.

 

AH: Bütçede çok ciddi bir farklılık olacak o zaman 2007’de?

 

HE: 2007 bütçesinde, 2006’daki iyi performansın, öbür olayları unutsak bile tekrarlanması olasılığı sıfır gibi. Üstelik bu tür olaylar da pek fazla tekrarlanacağa benzemediğine göre bu ileriye doğru da böyle olacak. Demek ki bizim bu bütçenin gelir-gider, dengeleri üzerinde epey ciddi düşünmemiz lazım. Bu düşünme ne demektir? En önemlisi kamu harcamaları. Acaba daha etkin kamu harcaması yapabilir miyiz, kamu harcamalarını kontrol edebilir miyiz? Ama aynı rapor diyor ki; “bizim kamu harcamalarımızın %75’i çakılı durumda.” Yani bunlar oynatılamaz, (örneğin memurunuza maaş vereceksiniz). Nasıl çare bulabilirsiniz? Bir kamu reformu yaparsınız, onun sonucunda belki memur sayısı azalır ya da memur sayısı azalmaz fakat üretilen hizmet artar; bir şey değişir yani. Ama bu da “yarın sabaha başlayalım öbür akşama hazır olur” denecek bir olay değil. İkincisi de, seçim yılındayız, seçim yılında böyle bir reform rahatsız edecektir birilerini. Bu hükümetin demiyorum, herhangi bir hükümetin böyle bir yılda buna kalkışması pek beklenemez. Yalnız olay gösteriyor ki, pek beklenecek durum da yok, biz her defasında bu bütçe olayında rahatladıktan hemen sonra yine sıkıntıya giriyoruz. Bunun sakıncası ne? Bir kaç yıl önceyi hatırlayalım; “Türkiye borçlarını çevirebilecek mi, bütçe açığı nedir?” vs. diye bir telaş vardı. Şu anda bu telaş yok ama bu neyi gösteriyor, o günler çok çabuk gelebilir; yani Türkiye’nin riski birdenbire artabilir. Bu sebeple bu olayın sürüncemede bırakılmaması gerekir. Bu seneden pek ümidim yok, ama hiç olmazsa bu sene ön çalışması yapılırsa iyi olur diyorum.

 

2007 bütçesini de o yüzden çok yakından izliyeceğiz, ilk 2 ayda bütçe açığı büyük gözüküyor. Fakat ilk iki ay bütçenin gelir elde etmesi açısından zayıf aylardır. Yani bu açık bir anlamda mevsimliktir. Çünkü, bazı aylarda çok vergi ödenir, bazı aylarda ödenmez. Türkiye’deki durumda böyle bir şey var. Onun için bu iki ay, yılın kalanı için tam bir gösterge olmayabilir. Bazı ödemelerin şimdi yapılması gerekmiş olabilir. Ortalamanın üstünde ödeme de yapılmış olabilir. Ama bir müddet sonra hâlâ bu durum devam ederse çok rahatsız edici olur.

 

AH: Ne gibi rahatsızlıklar yaratabilir?

 

HE: Tekrardan “bütçe açıkları büyüyor” fikri piyasalara hakim olur. Bir de seçim yılı olduğu için “seçim ekonomisi yapılıyor” denir. Tabii bu borç stokunu düşürme gayretlerine sekteye vurduğu için ileriki yılların faiz yüklerini arttıracak. “Türkiye acaba iç borcu çevirebilir mi?” diye sorulur. Yani 1990’larda yaşadığımız kabus gibi olayları –aynısı demeyeyim- anımsatır. Dünya konjonktürünün de pek tatlı olmadığı bir sırada durup dururken kendimiz bir de risk yaratmamalıyız. 

 

AH: Bunun dışında, Oxfam’ın yeni yayımladığı bir rapor var, bugünkü ajanslarda uzun uzun bahsediliyor. Oxfam, Dünya Ticaret Örgütü ile yapılan anlaşmalar dışında, yani genel küresel anlaşmalar dışında, özellikle AB ve ABD’nin eşi görülmemiş bir gayretle bölgesel ve ikili anlaşmalara imza atmaya başladığını, bunun ise zengin ülkenin yoksul ülkelerden çok daha fazla kâr etmesine yol açtığını söylüyor. Özellikle halkların ilaçlara ulaşımına, ya da çitfçilerin kullanacağı ton fiyatlarına da ağır etkileri olduğunu söylemiş. En nihayetinde de, bu türlü anlaşmaların gelişmekte olan ülkelerde iktidarın büyük oranda uluslararası şirketlere aktarılmasına yol açtığını söylüyor. Epey de kapsamlı bir rapor hazırlamışlar bu konuda. Bunun aslı var mıdır?

 

HE: Tabii, “var” ya da “yok” diye yanıt veremeyeceğim ama raporun bir varsayımına dikkati çekmek istiyorum. Bu açıklama şunu diyor; “bu ikili anlaşmaları yapmasalardı da gelişmekte olan ülkeler hepsi bir araya toparlanıp, küresel ölçekte bir anlaşma yapsalardı daha iyi olurdu.” Fakat şunu kabul etmek lazım, gelişmekte olan ülkeler grubu diye bir grup yok. Bu grup çok parçalanmış. Çıkarları farklı ülkelerden oluşuyor ve bunlar bir ortak noktada buluşamıyorlar. Avrupa ya da Amerika bir müddet sonra “gel şöyle yapalım” diye ülkelere yaklaşıyorlar. İkinci olarak, yapılan anlaşmaları ortaya koymak lazım, acaba hakikaten gelişmekte olan ülkeler hep zarara mı uğruyor? Gerçi olumlu örnek az, ama Brezilya bağırıp çağırınca bazı istediklerini alabilmişti. Ama Brezilya gibi gelişmekte olan ülke de yok.

 

AH: Çok özel bir konumu var şu anda.

 

HE: Güçlü bir konumu var, bir de entelektüel kapasitesi olan bir ülke. Dünya ile nasıl konuşacağını bilen bir ülke, Hindistan keza öyle.

 

AH: Zararın ötesinde, hükümet iktidarının sarsıldığını da söylüyor Oxfam raporunda.

 

HE: Anlaşmayı İtalya ile Amerika yaptığında da İtalya’nın ya da Amerika’nın zarar ettiği bir durum da çıkabilir, bazen öngörülemeyen olaylar anlaşmayı bir ülkenin zararına sonuç verir duruma getirebilir, bunları ihmal etmemek gerek. Yoksa hiçbir ülke kendi zararına anlaşma imzalamaz. Öbür nokta ise, epeyce düşünülmesi gereken bir şey; “olmaz” demiyorum çünkü olabilir. Sonuçta o anlaşmayla o ülke içinde belli bir menfaat ağı yaratıyorsunuz. O yaratılan menfaat ağı ile bu işten güçlenenler oluyor, ülke içerisinde ‘itibarı artanlar’ oluyor. Onlar da iktidara ortak veya sahibi olabilirler. Bir Ortadoğu diktatörlüğünde bu iş kolaylıkla yürürken, bunu Hindistan’da daha zor yürütürsünüz,

 

AH: Ama demokratiklikten öte serbest piyasa koşulları içinde ciddi anlamda ticari yatırımları olan, ciddi anlamda elinde bir artı değer bulunduran şirketlerin hükümet üzerinde de hatrı sayılır etkisi olabilir diyebiliriz.

 

HE: Doğru, yalnız orada bir şeyi daha unutmamak lazım; eğer ülke büyük bir hata yapıp sadece bir şirkete imkân vermişse bu olur. Ama rakibe de vermişse, iki baskı birden gelecektir. Onlar da birbirini dengeler demiyorum, dengeleyebilir, bazen de bir araya gelebilirler. Ama bu olasılıkları da düşünmek gerek. Esas itibariyle burada gelişmiş ülkelerin içinde bulunduğu durumdan çok farklı bir şey yok. Amerika’da farklı mı oluyor, orada da lobicilik var, ama her gün bir başkası gelip ötekinin ayağını kaydırmağa çalıştığı için denge kuruluyor desem yalan da, o yönde bir şeyler oluyor.

 

AH: En azından tek yönlü bir kâr mekanizması oluşması önleniyor.

 

HE: Buradan bir şey ortaya çıkıyor, bunların açık olması lazım, Amerika’nın o tarafı benim hoşuma gidiyor, lobicilik yapacaksan yap, fakat kaydı olacak, kimi ne zaman ziyaret ettiğin herkesin bildiği bir şey olacak, öyle arka kapılarda dolaşmak yok, “Yaparsan içeri atarım” diyor. Çok güzel, öyle yapılmalı. İkincisi tekel hiç kimseye verilmemeli, özellikle özel sektöre tekel verilmemeli, eğer tekel verilmesi zorunluğu varsa, o da olabilir, bir tane fabrikanız var, onu özelleştiriyorsunuz, ne yapacaksınız, ikinciyi mi kuracaksınız? O zaman da Rekabet Kurulu çok dikkatle onun peşinde koşmalı, onun her türlü yolla kendi avantajını toplumun aleyhine arttıracak önlemler almasını engellemeli. Buna yaklaştığınız müddetçe bu etkileri yok edersiniz, en azından zayıflatabilirsiniz.

 

Dolayısıyla söylenen doğru olabilir, çünkü bir çok gelişmekte olan ülkede bu dediklerim yapılmıyor. Ama bazılarında durum farklı, örneğin Hindistan’da bunların olması olasılığı daha az, Brezilya’da da. Bence Türkiye’de de az olur. Olmaz demiyorum. Türkiye’de epeyce şikâyet ettiğimiz bir konu. Fakat dikkat ederseniz ‘şikâyet ediyoruz’, ortaya çıkıyor, tartışılıyor, bazen de sonuçlar ters dönüyor. Olay böyle, onun için ben bu tür genellemelere pek itibar etmiyorum doğrusunu istersen.

 

AH: Ben de tam bu sebeple sizin fikrinizi de alayım demiştim, çünkü bugün haber olarak verdik ama benim de emin olduğum bir konu değildi, teşekkürler.

(22 Mart 2007 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)