Ekonomi Notları: 1,5 trilyon $'lık kavga

Ekonomi Notları
-
Aa
+
a
a
a

Ekonomi Notları – 39

Ömer Madra: Ekonomi hakkında konuşmanın tam zamanı. Bütçe sorunları da bir hayli büyük bir kere; ikincisi, bu tabii savaşa ve ABD’den gelen isteklere de bağlanıyor. Herşey içiçe geçmiş durumda, bize ekonomik tabloyu biraz çizer misin?

Hasan Ersel: Maliye Bakanlığı 2002 bütçe uygulaması sonuçlarına ilişkin verileri yayınlandı. Web sitelerinde de var, herkes ulaşabilir. Bu veriler geçen yıl bütçe hedeflerinden çok ciddi bir şekilde sapıldığını gösteriyor. Bazı rakamlar vermek istiyorum. Böylece daha önce yaptığımız konuşmalarda söylediklerimi rakamlarla da doğrulayabileceğim. Bütçe açığı, tahakkuk bazında 26.9 katrilyon TL olacak diye hedeflenmişti. Bunu tam 12.2 katrilyon TL aştı. Yani bütçe açığında % 45.2 yukarıya doğru sapma var.

ÖM: Yani kaç katrilyon oluyor, rakam var mı?

HE: 39.1 katrilyon TL… Bütçe harcamaları hedeflenen büyüklüğün % 17.7 üzerine çıkmış. Gelirler de gerçi hedefi aşmış ama sadece % 7.3 oranında. Peki bu harcama artışının kaynağı ne? Bütçedeki faiz dışı harcamalar hedefi % 15 geçmiş. Ama faiz harcamalarının hedefi aşma oranı % 21…Faiz harcamaları niye durup dururken artar? Geçen yılı hatırlayalım, Mayıstan sonra büyük bir siyasal karışıklık yaşadık. Faizler çok yükseldi, Hazinenin kısa vadeli borçlanmasının yükü arttı. Bunları unutmayalım. Çünkü bunun dış olaylarla bir ilgisi yok. İç siyasal yaşamda yapılan hatalar buna yol açtı. Hedefi şaşan ikinci önemli kalem sosyal güvenlik harcamaları. Yani emeklilik sorunu… Burada hedefi aşma oranı % 28.9. Sosyal güvenlik kurumları içerisinde de dengesi en çok bozulan SSK. Türkiye’de sosyal güvenlik reformu adı altında yapılanlar dengeleri zaten kurmakta yetersiz kalmıştı. Bu biliniyordu. Başka ciddi önlemler alınması gerekiyordu. Onların alınması şöyle dursun, hükümet dengeleri daha da bozacak laubaliliklere yol açan girişimlerde bulundu. Bütün bunların sonunda da faiz dışı fazla hedefi olan 15.9 katrilyon TL tutturulamadı. Faiz dışı fazla 12.8 katrilyon TL de, yani hedefin % 19.5 altında kaldı.

Sanırım sonuç açık: Bütçe hedeflerinden olumsuz yönde önemli sapmalar olduğu açıkça görülüyor. Bu IMF’nin ya da Amerika’nın uydurması değil…

Şimdi bir de 2003 yılına bakalım. Gazetelerde yazılar çıkıyor: “Üç aylık geçici bütçeye 2.2 katrilyon TL askeri ödenek kondu”. Bizim basınımız çok rahat atıyor. İşin içinden sıyrılmanın yolunu da “askeri harcamadır herhalde” demekte buluyor. Yok öyle birşey. Geçici Bütçe Resmi Gazetede yayınlandı. Merak eden kolayca bulur. Askeri harcamalar bütçenin diğer bütün kalemlerinde olduğu gibi, geçen senenin aynı dönemine göre 10-12% arasında artırılmış. O kadar. O da enflasyon nedeniyle gerekli düzenleme. Söz konusu 2.2 katrilyon TL’nin çok büyük kısmı, geçen sene ödenmesi gerektiği halde ödenmeyen ve emanete alınan borçlardır. Kesin bir rakam veremiyorum, çünkü Hazine Müsteşarlığı nakit esasına göre bütçe rakamlarını henüz yayınlamadı. Ama 1,5 katrilyon TL yakın olabilir diye düşünüyorum. Özetle, deyim yerindeyse, önceki hükümet hem bu açığı vermiş hem de bir kısmını ödeyememiş ve bu hükümetin üzerine bırakmış.

Ben üç sonuç çıkarıyorum bu bilgilerden:

Türkiye 2002’de iktisadi programından ciddi bir biçimde ayrıldığı görüntüsünü verecek biçimde bütçe dengelerini bozmuş. Bu bozulma büyük ölçüde Eylül-Aralık döneminde meydana gelmiş. Bu da geçmiş hükümetin seçim öncesinde bütçe dengesini korumayı önemsemediğini gösteriyor. İşin Türkçesi şu: Önceki hükümet “yapmadım” dese de seçim ekonomisini bir türlü yapmış…Türkiye bu büyük sapmayı düzeltmek için 2003 bütçe dengesini oturtmak zorundadır. Bunu başarmak için katlanılması gereken ciddi bir yükümlülük söz konusudur.

Ve… Bu olup bitenlerin Irak’taki gelişmelerle hiçbir ilişkisi yoktur… Irak krizi ayrı bir olaydır. O da bütün bu yüklerin üstüne yeni bazı sıkıntılar getirecektir. Bu güzel günde (!) bu kötü konuşmayı yaptığım için kusura bakmayın ama manzara böyle…

ÖM: Biraz nefesimiz kesildi tabii. İlla savaş meselesine bağlayacak olursak, bu Irak konusunda ABD ile yapılan görüşmeler, bu bütçenin dengesine oturtulması, sapmaların giderilmesi gibi önemli sorunlar, savaş eforuna katılma karşılığında ABD’den alınacak paralarla halledilebilir mi?

HE: Özünde hayır. Çünkü ABD’nin başından beri ortaya koyduğu tavır –rakamlardan söz etmiyorum, o başka bir konu- şu: “Bu savaş nedeni ile ülkeniz üzerine gelebilecek yükü –tamamını üstümüze almasak bile- paylaşmaya hazırız. Ama kendi marifetlerinizi kendiniz temizleyin.”

O yüzden de kendilerini bence güvene almak için verecekleri desteği IMF ile olan işlerin yürütülmesine bağlamaya çalışıyorlar. Bence bunun nedeni açık. Düşünün: ABD yönetimi Kongreye gidecek, Türkiye için para isteyecek. Kongre de şunu soracak: “Biz hakikaten Irak krizi nedeni ile sıkıntıya düşen bir müttefikimize mi destek veriyoruz, yoksa dalga geçen, iktisat politikalarını yürütmeyi beceremeyen birisine bizim vergi ödeyenlerimizin cebinden para mı aktarıyoruz?” Bu konuda Kongre’nin duyarlı olması ne denli normal ise ABD yönetiminin bu konuda güvence araması da o denli beklenir bir davranış. Onlar da "IMF ile programınızı doğru dürüst götürmeniz koşuluyla desteği veririz”, diyorlar.

Anımsayacaksınız, birkaç hafta önce Türkiye için en uygun strateji, IMF’yi yanına alıp ABD’ye “ben bu programı götürmek için elimden geleni yapıyorum, bunu da başarıyorum, ama Irak krizi benim dengelerimi bozuyor” demek olduğunu konuşmuştuk. Oysa hükümet o dönemde yalpalıyor, Amerika’yı yanına alıp IMF’nin üzerine gidip “Biraz koşulları yumuşatabilir miyim?” yolunu denemeye çalışıyordu. Tabii, kolayca tahmin edilebileceği bu sonuç vermedi, sadece uzunca bir vakit kaybına yol açtı. Şimdi hükümet o çizgide değil…

ABD desteğinin bütçe dengesine doğrudan bir katkısı olmayacak ama dolaylı bazı yararları olabilir. Amerika’nın destek vermesi Türkiye’deki durumun kötüye gitmeyeceği havasının güçlenmesine yol açabilir. Bunun Türk hükümetinin de program konusunda ciddi olması ile biraraya gelmesi durumunda ise piyasalar rahatlayabilir, hatta faizler düşebilir.

ÖM: Esas itibarı ile bu bozulmanın da Eylül-Aralık’ta, yani Türkiye seçim sath-ı mahiline girdikten sonra, ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Kemal Derviş’in uyguladığı politikalardan değil de daha sonrasında mı kusur aramalıyız?

HE: Öyle, onun hakkını vermek lazım. Sayın Derviş yönetimde iken bütün o çekişmelere rağmen olayı bir yerde tutabildi diye düşünmek lazım.

ÖM: Bir bardak soğuk suyumu içeyim ve dünya meselelerine geçelim istersen. Bu konuda senin yapacağın epey açıklama var sanıyorum.

HE: Bana Guardian’da çıkmış bir yazı (George Monbiot: Too Much of A Good Thing - Underlying the US Drive to War is a Thirst to Open Up New Opportunities for Surplus Capital, The Guardian, 17 February 2003) göndermiştin. O yazıda Prof. David Harvey’in Oxford’da verdiği konferanslara gönderme yapılıyor. Prof. Harvey’in ABD hükümetinin savaş konusundaki kararlılığının ilk kapsamlı açıklamasını verdiğini söylüyor yazar.

Ben bu yazıya dayanarak birkaç şey söylemek istiyorum. Ama Prof. Harvey’e haksızlık da etmek istemem. Onun ne dediğini bilmiyorum. Sadece bu yazıdaki özetlenmiş biçimine bakıyorum. Bu yazıya göre özünde söylediği: “Amerika’da sermaye fazlası var, işgücü fazlası var, Amerika’nın üretim kapasitesi talebin çok üstünde. Bu yüzden ABD yeni pazar bulup sermaye ve/veya mal ihraç etmek zorunda”. Klasik fazla-üretim tipi buhran modellerine benziyor bu söylenenler…

Ben Irak’a ilişkin gelişmelerin böyle açıklanabileceğini sanmıyorum. ABD’de üretim fazlası olsaydı, yani iç talebin çok üstünde mal üretiyor olsaydı ABD, bu kadar büyük dış ticaret açığı verir miydi? [ABD’nin dış ticaret açığı, yani ihraç ettiği malların değeri ile ithal ettiği malların değeri arasındaki fark, 2000 yılında 378.7 milyar $ idi. Bu rakam 2001 yılında 358.3 milyar dolara indi. Bugün açıklanan 2002 dış ticaret açığı ise ABD tarihinin rekoru: 435.2 milyar dolar!]

ABD’nin cari işlemler dengesi sürekli devasa açıklar veriyor. Yani bu ülke kendi ürettiğinin yanısıra bir yığın da ithal malı ürüne talebi var. ABD’nin 1988-2000 dönemindeki cari açık toplamı 1.9 trilyon $ (Burada kullandığım verilerin kaynağı IMF’dir.) Yani bu ülke söz konusu 13 yılda dışarıya sattığı mal ve hizmetlerden 1.9 trilyon dolar daha fazla mal ve hizmet satın almış. Bu ülkede fazla üretim sorunu olduğundan söz etmenin anlamı ne?

Hadi diyelim ki ABD sanayii, halkının istediklerini yapamıyor. Bu durumda ABD malları satılamıyor da yabancıların ürettikleri satılıyor. Bu durumda kâr oranlarının düşmesi gerekir. O zaman da bu ülkeden sermayenin kaçması beklenir. ABD, 1988-2000 döneminde ülke dışında 1 trilyon 73 milyar $ doğrudan yatırım (fabrika vs.) yapmış. Ama yabancılar da ABD’ye 1.3 trilyon $ yatırım yapmışlar. ABD’ye giren doğrudan yatırım miktarı daha fazla. Kârlı ki girmişler… Bir de portföy yatırımına (hisse senedi, tahvil vs. alımı) bakalım: ABD bu dönemde 1 trilyon 144 milyar $ yurtdışına portföy yatırımı yapmış. Ama aynı dönemde ABD’de yabancıların yaptığı portföy yatırımı 2 trilyon 588 milyar $. Arada çok büyük fark var. Demek ki ABD yatırım yapmak için daha kârlı ve/veya emniyetli.

Bütün bu rakamlar, bana bir sermaye fazlası buhranını çözebilmek için ABD’nin savaş arayışı içine gireceği savına ters gibi geliyor. Buna karşılık yazıda değinilen başka bir nokta anlamlı olabilir. ABD dünya çapında mali piyasaların serbestleşmesini savunuyor. Bu sağlandığında ABD mali sermayesi daha kârlı yatırım alanlarına ulaşabilir. Bu nedenle de ABD’nin IMF’nin bu yönde gayret göstermesine destek verdiği hatta bunun ötesinde IMF’yi güdülediği savında doğruluk payının yüksek olduğunu düşünüyorum, (Joseph Stiglitz’in Türkçe’ye çevrilen kitabını da bu arada anımsatayım). Ama bu savın da savaşla bir ilgisi yok.

Bence ABD’nin küresel bazda mali serbestleşmeyi istemesinin altında yatan temel unsur demografiktir. Üstelik bu olgu ABD ile sınırlı da değildir. Avrupa’yı ve özellikle Japonya’yı içeren nüfusun yaşlanması ve emeklilik yaşam süresinin uzamasıdır. Emekli insanları besleyebilmek için bu tür yatırımlara gerek var. Ama savaşa pek yok…Bu yüzden Guardian’da çıkan haberi pek ciddiye almıyorum. (Prof. Harvey’e haksızlık oluyor diye de endişe etmiyor değilim doğrusu…)

Ama ABD’nin Irak olayının üzerine niçin bu kadar düştüğüne ilişkin olarak bir başka açıklama verilebileceğini düşünüyorum. Bu da benim taktığım "petrol sorunu". Biraz bilgi vereyim. Hemen belirteyim, bu açıklamalar benim değil. Aktaracağım bilgileri aldığım kaynak şu: [James A. Paul: Oil in Iraq-The Heart of the Crisis, Global Policy Forum, December 2002]

Bu yazıya göre Irak’ın 2002 yılı itibarı ile kanıtlanmış petrol rezervleri 112 milyar varil, bu dünya rezervlerinin % 11’i. Amerikan enerji bakanlığının tahminlerine göre Irak’ın potansiyeli 400 milyar varil. Bu durumda S.Arabistan’ın potansiyelini yakalıyor, hatta geçebiliyor bile. (Suudi Arabistan’ın bugün kanıtlanmış rezervleri 261 milyar varil)

[Aynı yönde, çok daha etraflı bilgi için US Energy Information Administration'un web sitesine basvurulabilir: EIA: Country Analysis Briefs- Iraq October 2002 ]

ÖM: Yani bu hesapça Irak, dünyanın bir numaralı petrol rezervli ülkesi haline geliyor.

HE: Evet. Şimdi üzüleceğin bir şey söyleyeceğim. Tabii önlerine haritaları açıp “şuradaki petrolleri de biz alsak” diye düş kuranlar daha fazla üzülecek…Irak’ın potansiyel rezervleri Batı Çölünde, yani Ürdün’e doğru olan bölgede, Kerkük’de değil…

Bir rakam daha vereyim, Irak’da petrol için sondaj yapılabilecek 526 alan varmış, şimdiye kadar bunların sadece 125’inde sondaj yapılmış.

ÖM: Yani 1/4’i?

HE: Evet. Yine aynı yazıda yer alan bir başka konu daha var. O da petrol çıkarmanın maliyeti. Amerika ve Kanada’da bir varil petrol çıkarmanın maliyeti 20 $, Kuzey Denizinde 12-16 $ arasında, Meksika ve Rusya’da 6-8 $, Malezya ve Umman’da 5 $…Irak’ta ise 1-1.5 $. Çünkü petrol yüzeye yakın, 600 metre dolaylarında imiş, basınçlı geliyormuş. Bir de Irak petrolünün kalitesi çok iyi…

Son bir rakam: Irak’ın vereceği petrol çıkarma izinlerinden petrol şirketlerinin beklenen kazancı tutucu sayılabilecek varsayımlar altında en az 1 trilyon dolar! Bu konuda verilen haberlerde çokça geçen rakam ise Irak'ın petrol bağıtlarının değerinin 1.1 trilyon $ olduğu.

Bu hesabı biraz açmam gerekiyor. James Paul’ü izleyerek Irak’ın rezervinin 250 milyar varil olduğunu bunun yarısının çıkarılabilir olduğunu varsayalım. (Her iki varsayım da çok tutucu. Bu rakamlar daha yüksek olabilir.) Petrolün varil başına fiyatının da 25 dolar olduğunu düşünelim. Bu durumda Irak’ın çıkarılabilir petrol rezervlerinin değeri 3 trilyon 125 milyar $… Maliyeti varil başına 1.5 $ alırsak, satış hasılatı ile maliyet arasındaki fark 2 trilyon 937 milyar $ ediyor. Bunun 1/3’ünü petrol çıkaran firmanın kârı olarak alırsak 979 milyar $ ediyor. Oysa, bu alanda payını en cok artırabilen ülke olan İran bile kazancın 2/3'unu alabilmeyi başarmış değil. İran'daki oran % 50. O zaman ise kâr 1 trilyon 469 milyar $ oluyor. Bu nedenle Irak'ın petrol bağıtlarının toplam değerini 1.1 trilyon $ olarak almak olanaklı.

ÖM: Bu rakam sadece tek başına herşeyi anlatmaya yeterli olabilir.

HE: Bana da öyle geliyor. Bunun için savaş edilir mi? Sanırım sorunun doğru yanıtı, kârların çokluğunda değil de böyle bir rezervin kontrolünün düşmanca tutum içinde olabilecek birilerinin eline geçmesi olasılığında yatıyor.

Geleceğe doğru dünyanın petrol talebi ile ilgili olarak söyleyeceklerim de moralini bozacak:

İngiliz termal birimi cinsinden ölçülen dünya enerji tüketimine bir bakalım. 1999’da 381.9 katrilyon İngiliz termal birimi imiş. 2010’da 492 katrilyon, 2020’de 611 katrilyon İngiliz termal birimi olacakmış. Bunun ne demek olduğunu belki çıkaramazsın ama, senin sevdiğin şekle dönüştüreyim: Bunun karbon dioksit cinsinden yarattığı kirlenme var ya, 1990’da 5 milyar 827 milyon metrik tonmuş, 1999’da 6milyar 97 milyon metrik tona çıkmış. 2020’de de 9 milyar 850 milyon metrik tona çıkacakmış!

[Kaynak: Energy Information Administration:International Energy Outlook 2002, Washington D.C., 2002.]

ÖM: Ne zaman? 2050’de mi?

HE: 2020’de. Yok 2050’i hesaplamaya kimse cesaret edemiyor!

ÖM: Yani 17 yıl sonra neredeyse iki katı kirlenme olacak?

HE: Sevindin değil mi?

ÖM: Çok...

HE: Bu dönem içerisinde üzerinde durulması gereken iki önemli olay daha var. Bunlardan ilki 1973 Ramazan (ya da Yom Kippur) savaşından sonra Arap ülkelerinin petrolü silah olarak kullanmaları dünyada bir teknolojik gelişme furyasını başlattı. Enerjiden, özellikle de petrolden tasarruf eden teknolojiler geliştirme çabalarına hız verildi. Aradan geçen 30 yıl sonra gördüğümüz olay şu: Umulan başarı sağlanamadı, halen petrol bağımlılığı devam ediyor.Üstelik de talep de artıyor. Bu çok önemli bir nokta. Bugün Amerika da, Avrupa da, Çin de, biz de petrole bağımlıyız. Petrol sunumunda bir sorun olduğu takdirde bu ülkelerin hepsi altüst olur.

İkinci nokta Ortadoğu’nun bu petrol sunumundaki rolü. Onun da payının düşeceği yok. Dünya petrol sunumunun ¼’ü bu bölgeden sağlanıyor. Bu bölgede de Suudi Arabistan’dır büyük bir farkla en çok petrol üreten ülke. O yüzden Ortadoğu’dan petrol akımı bir biçimde kesilirse, dünya ölçüsünde bir şok ve onun yaratacağı bir kaos olmaması mümkün değil. Bütün bunlar bir araya gelince bölgenin niçin bu kadar önem taşıdığı ortaya çıkıyor.

Sana daha önce sözünü ettiğim bir çalışma okumuştum. ABD karayollarındaki otomobillerin gidebilmesi ABD Körfez bölgesinde ne kadar askeri harcama yaptığı hakkındaki bu çalışmayı, California Üniversitesi’nden (Davis) iki araştırmacı yapmış.

[Mark A. Delucchi & James Murphy: U.S. Military Expenditures to Protect the Use of Persian-Gulf Oil for Motor Vehicles, Report # 15 in the series, The Annualized Social Cost of Motor-Vehicle Use in the United States, Based on 1990-1991 Data, April 1996]

Adı komik geldiği için okumuştum ama, aslında ciddi bir çalışma bu. Amerika’nın bütçe rakamları üzerinden gidiyor, bütçeyi Körfez Bölgesindeki askeri birliklere doğrudan ve dolaylı olarak yapılan harcamaları hesaplamaya çalışıyor bu araştırmacılar. Yüksekçe rakamlar buluyorlar ve diyorlar ki “bu kadar kaynak ayrıldığına göre demek ki bunun esas amacı bunu korumaktır, başka bir anlamı yok ve demek ki çok önemli.”

Bir de ilginç saptamaları var. ABD’nin pek çok siyasal belgelerinde, örneğin Kongre’nin dokümanlarında Körfez Bölgesinde askeri birlik bulundurma “petrol dışı” gerekçelere dayandırılırken, ABD Genelkurmay Başkanlığı’nın belgelerinde temel gerekçenin “petrole ilişkin çıkarların korunması” olduğu açık açık yazıyor. Pek çok kaynak gösteriyorlar.

ÖM: Amerikan karayollarında arabaları, cipleri, kamyonları gezdirmek için asker bulundurmak zorunluluğu ciddi bir masraf gerektiriyor.

HE: Onu bir sembol diye düşünmek lazım. Arabalar hoş bir espri tabii… Ama petrol, sanayi için de çok önemli bir girdi.

Ben olayı şöyle toparlıyorum kafamda: ABD uzun süredir olayın petrol boyutuna hiç değinmedi. Şimdi ise değinip değinmediği pek açık değil. Bu nedenle de dünya için ikna edici bir gerekçesi olamadı. Herkes bu işin içinde bir başka şey var ama ne? diye düşünmeye başladı…

Oysa, petrolü işin içine sokmak kaydıyla, ABD’nin söyleyebileceği ikna edici bir sav ortaya konulabilir. Niçin söylemiyorlar anlamıyorum. Son olaylar bakışımsız (asimetrik) savaş denilen olayın çok önemli olduğunu gösterdi. Bakışımsız savaşta taraflardan birisinin elinde güçlü ve muntazam bir ordu var. Öteki taraf ise kısacası “terörist” olarak nitelendirilen yöntemleri kullanıyor. Küçük insan grupları, hatta bireyler sivil yaşama yönelik saldırılar düzenliyorlar. Amerikalı stratejistler şunu düşünmüş olabilirler, “bakışımsız savaşın etkinliğini biz nasıl saptadıysak bize karşı olanlar, mesela Irak yönetimi de, saptamış ve bundan sonraki savaş stratejisini bakışımsız savaşa dayandırmış, hatta indirgemiş, olabilir. El Kaide bunun bir örneği, başka örnekleri de olabilir. Dolayısı ile Irak yönetiminin bu tür eylem yapabilecek gruplara ülkesini üs olarak kullanma olanağı sağlaması olasılığı vardır. Buna izin verilmemesi gerekir”.

ÖM: Bunu söylemiyorlar ama?

HE: Ben de duymadım. Bu benim görevim değil ama ben olsam söylerdim. Ancak bu yetmiyor. Bu terörist eylemlerin etkin olabilmesi için mevcut sistemin işleyişini bozacak biçimde zarar doğurabilmeleri gerekli. Amerika’da 11 Eylül 2001’de ciddi bir olay oldu ama ikincisinin olabileceğini pek sanmıyorum. Üstelik benim söylediğim anlamda sistemin işleyişini kökünden sarsan bir olay da değildi. Daha çok psikolojik etkisiyle önem taşıyordu. Ciddi bir terörist eylemin tahrip edebileceği ve bütün dünyayı vurabileceği ne olabilir? Petrol damarlarının kesilmesi... İşte bu nedenle petrolü denklemden çıkardığınız zaman bu açıklama da yetersiz kalıyor, çözüme ulaşılamıyor. Petrol işin tek boyutudur demiyorum ama petrolsüz de bu gelişmeler açıklanamıyor, bence…

ÖM: Gerek bu iki araştırmacının Ortadoğu’daki ABD askerleri ile petrol arasındaki yakın bağlantı konusunda söylediği, gerekse, Irak’ın uluslararası petrol şirketleri ile 1.1 trilyon dolarlık ticari anlaşmalar yapabiliyor olması, zaten nefes kesmek için yeter de artar bile. Peki şöyle bir soru da akla gelebiliyor: Diyelim ki savaş oldu -bu artık konumuzu aşıyor ama-, bu Amerika’nın tamamen kontrolü altında mı olacak yoksa mesela diğer Rusya, Çin ve özellikle de Fransa, gibi ülkelerin bu 1.1 trilyonluk çok büyük dilimden ne kadar beklentileri olabilecek? Irak’ın ABD tarafından istilâsı bunları da değiştirecek herhalde değil mi?

HE: Bundan sonra sadece spekülasyon yapmama izin verirsen fikrimi söyleyeyim. Ortalıktaki itiş kakışın arkası galiba bu… Yani bu büyüklüğün paylaşımı… Bu da başlı başına bir sorun. Şunu anımsatayım: geçen sene Başkan Bush Rusya’ya gitti, görüşme konusu neydi? Ruslar çok açık olarak şunu söylediler “Irak ile yaptığımız petrol bağıtlarının yok olmasına razı olamayız”… James A. Paul yazısında iki Rus firması (Zarubeshneft ve Rosneft) Irak’ın Nahr Umr petrol bölgesinin geliştirilmesi projesinin değerinin (kazanç değil) 570 milyar $ olduğunun tahmin edildiğini söylüyorlar. Gerçi kendisi bu rakamı abartılı buluyor ama, yine de bir fikir veriyor Rusların niçin telaşlandığına ilişkin olarak…

ÖM: Fransa ve Çin’in de var bilebildiğim kadarı ile.

HE: Fransa’nın ve İngiltere’nin de var. Dolayısı ile bu işin sonunda böyle bir pazarlık da var, onun için Fransa’nın davranışlarını değerlendirirken biraz daha dikkatli bakmak gerekir. Fransa’nın çok insancıl olduğunu ya da Jacques Chirac’ın kaprisleri ile hareket ettiğini sanmıyorum, doğrusu. Bu işlerin sonunda bir pazarlık alanı da var. Tabii bu iş savaşsız çözülüp, doğrudan pazarlığa geçilse daha iyi olur. ABD’nin de buna “hayır” diyeceğini sanmıyorum. Ama bu iş savaşsız çözülemese bile, sonuçta Irak’ın tek hakiminin Amerika olmamasını isteyenler de epeyce fazla görünüyor.

ÖM: Ama Amerika tek taraflı olarak müdahale ederse buraya, büyük ölçüde tek söz söyleme konumunda da olacaktır. Basit bir mantıkla düşünürsek, bu işgalden sonra eli daha kuvvetlenmiş olmayacak mıdır?

HE: Onun için Amerika’yı tek başına müdahale edemez hale getirmeye çalışıyorlar bence… BM ya da başka forumlarda. Askeri müdahale de olsa popüler olması zor bir olay. ABD yönetiminin gidip Amerikan halkına “çocuklarınızın ölümüne sebebiyet vereceğiz çünkü...” demesi zor. Ayrıca dünyada da yarattığı antipati var. Ötekiler de “Bu antipatiyi tek başına kaldıramazsın; bizimle anlaşman lazım” diyorlar. O anlaşma noktası da nedir? İçinde çok büyük ağırlığı petrolün oluşturduğu bir pakettir. Bu paketin bölüşümünde söz sahibi olma durumunda olanlar da tabiatıyla ABD’dir, Avrupa’dır ve Rusya’dır. Daha az etkisi olabilecek de Çin var. Çin’in petrole gereksinimi var…Tabii Hindistan’ın da… Bu olup bitenler bana ikinci turdaki ciddi pazarlıklar için peşrev gibi geliyor…

(20 Şubat 2003 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)