Düşüncenin hizaya sokulması

-
Aa
+
a
a
a

‘Dilin kemiği yoktur’ deyişi bu topraklardaki muhafazakar zihniyetin kemiksiz diline pelesenk olmuştur. Rahatsızlık duydukları, çıkarlarıyla ters gördükleri yahut tahayyül sınırlarının dışındaki düşüncelere karşı bunun gibi klişelerle saldırırlar. Bu alaycı ifade, sınırları ‘aşan’ düşünceye karşı bir tür zırh görevi görür onlar için. ‘Yüksekten atmayın, uçarsınız’ diye de espri patlatırlar kendilerince. Kaygıları ve amaçları, yaygın ve egemen olan fikriyatla tezat oluşturabilecek/alternatif olabilecek düşünceyi kovmaktır yurt sathından, gerekirse o düşünceyi denize dökmektir. Düşüncenin denize dökülemeyeceğinin onlar da farkındadır kuşkusuz, bu nedenledir ki başka zekice yöntemleriyle düşünceyi denize dökmekten beter ederler.

Saldırıların muhatabı düşünce, yoğun taarruz karşısında bir zaman direnç gösterir, fakat zamanla donuklaşıp donakalır. Böylelikle egemen, hedefine ulaşmıştır; dile kemik giydirilmiştir... Artık kemikli beden gibi kemikli düşüncenin de hareket kabiliyeti iyiden iyiye sınırlanmıştır. Kimbilir, bu toprakların ütopyasızlığının veya ütopyalarının ithal olmasının ardındaki nedeni burada aramak gerekir; kemikleşmiş düşüncede. Bu coğrafya insanı için artık en bireysel olan en genel olmuştur. Devir, düşüncelerde dahi vasatlıklar devridir. Öznellik ve özgünlük küstahlıktır, küstahlara ölüm...

* * *

Althusser, devletin aygıtlarını iki başlık altında toplayıp inceledi. İlkine -hepimizin fazlasıyla aşina olduğu- zor aygıtları, ikincisine de ideolojik aygıtları demeyi uygun gördü. Ve devletin ideolojik aygıtları arasında aileyi, eğitimi, sendikayı, kiliseyi (biz bunu cami olarak da okuyabiliriz), sivil toplum örgütlerini, medyayı vs... saydı. Ona göre devletin ideolojik aygıtları, zor aygıtlarından pek de farklı olmayan biçimde ‘yurttaş’ davranışına şekil veriyordu. Şimdi bizim de, -davranışlar bir yana düşüncelerin bile benzeştirildiği/vasatlaştırıldığı bu dönemde düşünceyi hizaya sokan aygıtlar üzerinde düşünmemiz, başka türlü düşüncelerin neden filizlenip serpilmediğinin ardındaki dinamikleri sorgulamamız gerekiyor.

Bunun için bir denemeye girişmenin vakti. Hem ne de olsa dilimizin kemiği...

* * *

I - Görüntülenebilir/Yayınlanabilir Düşünce:

Görüntünün mutlak egemenliğinin olduğu, görüntü üzerine teorilerin geliştirildiği bu dönemde bu fenomene kayıtsız kalmanın da imkanı yok. (En son bazı akademisyenlerden itirazlar duymuştuk, ancak sonradan onları da ekranda konuşur bulduk. Bourdieu’nun Televizyon Üzerine’si de epey tartışma yaratmıştı ancak gelişmeler onun isteğinin tersine gelişti; herkes ekranda görünmeye can atıyor).

-İktidarı elinde bulunduranın -kaçınılmaz biçimde görüntüye de hakim olmasının gerektiği, görüntüyü elinde bulunduranın ise zaten iktidarı elinde bulunduracağı- bu dönemde görüntünün egemenleri, görüntüyü çıkarları çerçevesinde biçimlendirip içeriğine de yine kendileri karar veriyor. Her ‘görüntü’ görüntülenmiyor, görüntünün önüne konmuş filtreler ‘uygun’ gördükleri görüntüyü yansıtıyor.

Görüntünün yüksek çekim ve etki gücü karşısında aydınından yurttaşına kadar herkes bu filtrelerden geçip ‘görünmeye’ (zira; artık ‘görünür’ olmak ekranla özdeşleşmiş durumda) yelteniyor. Toplumsal beklenti ve tepkiler de bu minval üzre ortaya çıkıyor; 10 saat ekranda görünün, on kitap yazandan daha fazla ilgi/itibar görürsünüz. İşte bu gerçeklik, insanların düşünce ve hareketlerini görüntülenebilecek yani filtrelerden geçebilecek ‘kıvama’ getirmeleri sonucunu doğuruyor. Ortaya çıkan ise farklı yüzlerin aynı sığ şeyleri söylediği/tekrar ettiği devasa bir kültür stüdyosu... Tv/gazete/dergi/radyolarda istihdam edilen enformasyonun karar vericisi konumundaki editörler ise egemen fikriyatın çizgilerini aşacak bilgiye geçit vermemekle memur edilmişlerdir adeta. Artık editoryal süreç düzeni koruma/kollama süreci olmuştur. Bu nedenle de egemen medyanın düşünsel sınırları da içler acısı bir darlıktadır. Ve deneyimle sabittir ki, editörlerin, kendilerine yazı gönderen kişiyi yayınlanabilir düşünce üretecek kıvama getirmelerinde üstlerine yoktur. ‘Düzenin bekçi köpekleri’ yeteneklidir yani (!) bu editoryal sürecin daha bir değişik versiyonunu da edebiyatta görürüz.

Edebiyatın bir usta-çırak ilişkisi olduğu mantığından hareketle ‘usta’ edebiyatçılar yeni yetme yazarı kimileyin azarlar, kimileyin tembih eder. Edebiyat dergileri genç yazarların metinlerinin yanında ustaların öğütleriyle doludur. Bazen küçümseyici, bazen makul üsluplarla genç yazara haddi bildirilir, nasıl yazması, nelere dikkat etmesi gerektiği bir bir salık verilir. Böylece ‘toy’ yazarın ‘toy’ düşünce üretmesinin önüne geçilmek istenir. Edebiyat atölyesinin genç elemanı böylece ustalarının öğütleri çerçevesinde öyküler/denemeler/romanlar yazar. Allah rahmet eylesin!

Dostoyevski, Yeraltından Notlar’da uzunca bir süre kendi kendine bir tartışma yaptıktan sonra yazdıklarını okutma-yayınlatma derdi olmadığını sık sık vurgulayarak neden yazdığı, neden fikirlerini kanıtlamaya çalıştığı sorusuna kısaca ‘öyle işte’ yanıtını verir. Kimseye hesap vermeye ne niyeti ne de öyle bir kaygısı vardır: ‘Notlarımı yazarken herhangi bir engelle karşılaşmak istemiyorum. Bir sistem ya da yöntemle de uğraşamam. Aklıma nasıl eserse öyle yazarım...’ Ne kadar da yabancısı olduğumuz bir özgüven.

Ama bir düşünelim yine de; Dostoyevski bu coğrafyada yaşasaydı ve kalkıp da notlarını edebiyat dergilerimizden birine gönderseydi ne olurdu? Tahmin etmek zor değil; kimbilir edebiyat otoritelerinden (bu topraklarda herşeyin bir otoritesi var, edebiyatın olmaz mı!) ne fırçalar yer, veya yayınevi editörü nasıl da dalgasını geçerdi... Zaten en baştan böyle küstahça bir yazının pazar payı düşük olacağından okurlar hiç ilgilenmezdi bile!

* * *

II - Satılabilir Düşünce:

Çoksatarlık (bestseller), yazın dünyasının son yıllardaki en hakim olgusu/gerçeği. Yazarların niteliği artık neyi nasıl anlattıklarıyla değil, ürünlerini ne kadar sattıklarıyla ölçülüyor. Bir pazar yarışındaymışcasına kimin ne kadar sattığının çeteleleri tutuluyor: Birinci, ikinci, üçüncü... Çoksatar kelimesi aslında şu anki gerçekliğin en yalın ifadelerinden. Zira; kapitalist pazar mantığında bir malın diğer rakip mallara oranla daha fazla satması için daha iyi bir pazarlama (buna halkla ilişkiler de deniyor) faaliyeti gerekiyor. Aynı zamanda kapitalist pazar ürünü tüketicinin beğeni ve ihtiyaçlarına göre belirlenip sunuluyor. İşte bu pazar mantığı, çoktandır yazın dünyasına sirayet etmiş durumda; ürününü daha fazla satmak için artık bir pazarlamacı gibi düşünen yazar ‘iş yapabilecek’ bir düşünsel üretimin içinde buluveriyor kendini. Hangi mevzunun pazar alanı daha genişse -polisiye,aşk, magazin...- yazar oraya kayıyor. Bu dönem, yazarla marketin belki de en fazla benzeştiği bir dönem!

* * *

III – Yargılanmayacak / Aklanabilir Düşünce:

Althusser, devletin zor aygıtlarından detaylıca bahsetmeye gerek görmemişti. Herkes bunun fazlasıyla farkındaydı ne de olsa. Fakat, bu coğrafyadaki düşünce üretimini bire bir etkileyen bu faktöre, bu faktör ortadan kalkıncaya kadar değinmek gerekiyor. Bu faktörün düşünsel üretime olan darbesinin çapının büyüklüğünü profesör Kadir Cangızbay çok sade bir biçimde anlatıyor, dinleyelim:

Soru: Negri, İmparatorluk adlı kitabında bugünün entelektüelinin muhalif hareketlerin dışında kalıp onları yönlendirmek gibi altın rütbelerinin olmadığını, entelektüelin kalabalıklar içine karışması gerektiğini ileri sürüyor. Türkiye’de böyle entelektüel dinamik var mı?

Cevap: Negri, kalabalığa karışınca entelektüelin öldürülmediği ülkelerden konuşuyor. Burada milletvekilinin yaka paça dövüldüğü bir ülkedeyiz. Mahmut Alınak’ı meclis kürsüsünde dövmeye kalkıştılar;hapisten çıktıktan sonra bir yürüyüşte adamı yaka paça dövdüler. İşte terör bu: Her an işinden atılabilirsin, her an teröre yardım-yataklıktan suçlanabilirsin, başörtülü kızı sınıftan atmadığın için irticacı diye işinden olabilirsin. Bu ülkede her an başına her şey gelebilir. Fakat Örneğin Cezayir savaşı sırasında Sartre, Gurvitch benzeri düşünürler,yazarlar bildirilere imza atıyorlardı ‘zulme son’ diye. Ama onlar işinden atılmadı, faili meçhule kurban gitmediler(...)

Acaba Simone Signoret bir sanatçı olarak 80’lerin, 90’ların Türkiyesinde olsaydı, 60’ların Fransasındaki gibi yürüyüşlere katılabilir, iyi kötü birşeyler söyleyebilir miydi?... (İ.Aktan, PostExpress, 2002)

* * *

IV – Okunabilir / İzlenebilir Düşünce:

Dikkat çektiğim -dikkatimden kaçmış olması kuvvetle muhtemel- bir çok faktörden/süreçten sonra düşüncenin iletildiği okur-izleyicide genel bir ‘alıcı’ filtresi oluşuyor. Aslında yukarıda zikredilen tüm süreçlerin esas amacı düşüncenin aktarıldığı kitlelerin beğeni-algı düzeylerinin minimuma düşürülmesidir. Bugünün insanı ise egemenlerin bu kaygılarına şüphe bırakmayacak ölçüde uyum göstermiştir. Bundan böyle bir yazar olarak editoryal süreçlerden aklansanız dahi okur/izleyici nezdinde mahkum edilirsiniz. Esas sürgün başlamıştır böylece. İnsanların düş(ün) sınırlarının vasatlaştırılması operasyonu herhalde en iyi Orwell’ın 1984’ünde açığa çıkıyor. 1984’ün düşünsuçunu işlemeye meyilli yurttaşı Winston, filolog arkadaşından şunları duyar:

‘Yenidilin tek hedefinin düşünce alanını daraltmak olduğunu anlamıyor musun?

Sonunda düşünsuçunu kelimenin tam anlamıyla olanaksız kılacağız. Çünkü onu ifade edecek sözcük kalmayacak. Gerekli olabilecek her kavram, anlamı kesin kurallarla tanımlanmış ve tüm yananlamları silinip unutulmuş olarak tek bir sözcükle ifade edilecek.(...) Her yıl daha az sözcük, hep küçülen bir bilinç alanı... Dil kusursuz hale geldiğinde Devrim de tamamlanmış olacak... En geç 2050 yılında şu anda yaptığımız konuşmayı anlayabilecek tek kişinin bile sağ olmayacağı hiç geldi mi aklına Winston?’

* * *

V - Hizadaki Düşünce:

Önümüzde duran görüntüye tekrar bakalım; toplumsal bütünün en büyük kesiminde -geriye bir grup ‘marjinal’ kalacak şekilde- vasatın altında bir tahayyül sınırının kaldığı, bu sınırın sınırlarını da egemen anlayışın çizdiği bir düşün ortamı. Hasılı kelam, düzenin çok yönlü işleyişi sistematize edilmiş bir düşünsel üretim yaratmıştır. Bu üretim çarkında temel yayın politikalarının dışında değerlendirmelere yer yoktur. Düzen (buna pazar ekonomisi de, devlet de, toplumsal dogmalar da diyebilirsiniz), büyük titizlikle yürüttüğü çabasının mahsülünü ise fazlasıyla almıştır:

Hizaya girmiş düşünce çoktandır komut beklemektedir. Komut ise bellidir:

Bütün düşünceler standartlara uygun, ‘normal’ bir perspektifte olmalıdır.

Aksi halde x sayılı kanunun y bendine göre... Halbuki Adorno söyleyeli yıllar geçti: Normallik ölümdür.