'Dünya Müziği' Dedikleri...

-
Aa
+
a
a
a

Bize küçük yaşlardan itibaren müziğin “evrensel bir dil” olduğu söylenir, ama acaba hiç düşünür müyüz gerçekten ne kadar evrensel olduğunu? Hayatımızda ilk kez duyduğumuz ve bizim “batılı” anlayışımıza oldukça aykırı müzikler için verdiğimiz tepkileri düşünelim mesela... O zaman müziğin ne kadar evrensel bir dil olduğunu sanırım daha iyi anlarız. Örneğin Endonezya’dan bir gamelanörneği, ya da Ba-Benzele pigmelerinin şarkılarını duyduğumuzda nasıl bir tepki veririz? Çoğu zaman bilmediğimiz, daha önce hiç duymadığımız müzikler karşısında “Bu da müzik mi?" demeyenimiz var mı? Çoğu zaman önyargılarımız bizi yönlendirir ve bize verilen baskın “batılı” anlayışa uygun hareket ederiz.

Neyse, aslında benim burada bahsetmek istediğim sadece müziğin evrenselliği değil. Genel olarak “dünya müziği” dediğimiz şeyin aslında ne olduğu, nasıl “evrenselleştirildiği,” evrenselleşirken ne hale geldiği, müzikte hegemonya ve emperyalizm gibi konulara kıyısından da olsa değinmek istiyorum.

"Dünya müziği” kavramı – ki İngilizce’si “world music" olan bu kavramın “world beat", "etnik müzik", "new age”, Türkçe’de kullanılan daha garip bir tabir olan “etno müzik” ve daha çeşitli isimleri de var – aslında müzik bilimcilerinin 1970-80 yılları arasında saf, yerel müzikleri tanımlamak için ortaya attıkları bir kavramdı. Bu kavramın ortaya çıkmasının nedeni özellikle 1950’lerde batılı olmayan müziklerin “egzotik müzikler” diye tanımlanması ve sonradan bu kavramın sorunlu olduğunun anlaşılmasıydı. “Dünya müziği” kavramı 1970’lerden sonra bilimciler arasında geçerlilik kazanmıştı. Ancak 1980’lerden sonra, küreselleşmenin ortaya çıkması, kapitalizmin güçlenmesi ve buna bağlı olarak da kayıt endüstrisinin büyümesi sonucunda bu kavram daha farklı bir yönde geçerlilik kazandı. Kayıt endüstrisi içindeki yeni arayışlar bu kavramın “new age” bir yaklaşımla ele alınmasına neden oldu. Zaten “new age” diye tabir edilen müzik türüyle de iç içe geçti bu kavram. Ayrıca “world beat” kavramı da “Avrupalı olmayan” müzikleri ifade etmek üzere ortaya atıldı ve yine “dünya müziği" kavramıyla iç içe geçti.

Markette sınıflandırma ihtiyacı

Aslında tüm olan biten Anglo-Sakson dünyanın, dünyada kendilerinkinden başka kültürlerin de varolduğunu fark etmesiydi. Başka kültürleri fark ettiler etmesine ama, onları da kendilerine benzetip yine de onların “doğal” olduğuna inandılar. 1980’lerin sonlarında sayıları gittikçe artan, özellikle Afrika kökenli müzikleri müzik-marketlerde sınıflandırma ihtiyacı doğdu. Üstelik bu tür müziklere olan ilgi gittikçe artıyordu ve bu durum piyasada yeni ihtiyaçların doğmasına neden oluyordu. Plak şirketleri bu tür albümleri “etnik", "folk", ya da "uluslararası” gibi kategorilerle piyasaya sürmeye başladılar. ABD’de çıkan ünlü Billboard dergisi de 1990’da ilk kez "Top Adult Alternative Albums” başlığı altında, en çok satan ilk 15 albümün yer aldığı bir dünya müziği listesi ekledi. Ancak ilginçtir ki bu listelerde Uzakdoğu müzikleri hemen hemen hiç yoktu. Bir miktar Afrika olsa da çoğunluğu yine Kuzey Amerika ve Batı Avrupa oluşturuyordu. Ayrıca listelerdeki albümlerin yayınlandığı şirketlere bakıldığında da en büyük ve en güçlü plak şirketleri (CEMA, EMD, PolyGram, Sony, UNI, WEA) başı çekiyordu. Özet olarak Gipsy Kings gibi Fransız, Clannad gibi İrlandalı/Kelt, Youssou N’Dour gibi Afrikalı müzisyenler en çok satanlar listelerinde üst sıralara yükselebiliyordu, ancak hakim olan bu kesim dışında daha “saf", daha "yerel” müziklere rastlamak pek mümkün değildi.

Muddy Waters kategorisi

"Müziğin Oscarları” olarak nitelendirilen Grammy ödüllerine bakıldığında da durum büyük benzerlik gösteriyor. Aslında Grammy ödüllerinde dünya müziği kategorisi çok önceden, ödüllerin verilmeye başlamasından bir yıl sonra, 1959’da, “Best Performance, Folk" (En İyi İcra, Folk) başlığı altında konmuştu. Ancak 1950’li, 1960’lı yıllarda “folk” olarak tabir edilen müzik türüne bugün hiçbir müzik tam olarak girmez. O yıllarda bu ödülü en çok kazanan kişi “kalipso kralı” Harry Belafonte’ydi. 1960’lardan sonra bir daha aday bile olmadı. 1970’te ödülün adı “Best Ethnic or Traditional Recording (Including Traditional Blues)" (En İyi Etnik veya Geleneksel Kayıt - Geleneksel Blues Dahil) olarak değiştirildi ve bundan sonra birçok Afro-Amerikalı blues şarkıcısı bu ödülü almaya başladı.

1974’te ödülün adı “Best Ethnic or Traditional Recording

Muddy Waters

(Including Traditional Blues or Pure Folk)" (En İyi Etnik veya Geleneksel Kayıt - Geleneksel Blues ve Saf Folk Dahil) olarak değiştirildi ve bundan sonra bu ödülü sürekli olarak Muddy Waters ve Doc Watson aldı. Bu yüzden 1982’de “Best Traditional Blues Recording" (En İyi Geleneksel Blues Kaydı) olarak bu ödül ayrıldı ve dünya müziği kategorisi “Best Traditional Folk Recording" (En İyi Geleneksel Folk Kaydı) olarak adlandırıldı. Yine de Miriam Makeba, Ravi Shankar ve Ali Akbar Khan gibi birkaç isim dışında bu ödüle aday olanlar arasında ABD’li olmayan müzisyene rastlamak çok zordu. Rastlansa da bu müzisyen tek başına olmuyordu, genelde ödülü biriyle paylaşması gerekiyordu. Bu kuralı ilk bozan grup, 1986’da Paul Simon’la yaptıkları Graceland albümünden sonra, 1987’de çıkardıkları Shaka Zulu albümüyle Ladysmith Black Mambazo oldu. Grammy’de ilk kez 1991’de "Best World Music Album" (En İyi Dünya Müziği Albümü) kategorisi açıldı, ancak bu ödül de asla ABD’li olmayan bir gruba ya da müzisyene tek başına verilmedi. Örneğin 1995’te bu ödülü Ali Farka Toure ve Ry Cooder, ortak çalışmaları Talking Timbuktu albümleriyle aldı. Batılı müzisyenler, batılı olmayan müzisyenlerle çalışarak ABD piyasalarının ya da dinleyicilerinin dikkatini çekiyordu – ki bu tür çalışmalar gün geçtikçe artıyor. 44. Grammy Ödülleri’nin adayları geçtiğimiz aylarda açıklanmıştı ve 27 Şubat’ta da kazananlar belirlenmiş olacak. “En İyi Dünya Müziği Albümü” adaylarına baktığımızda halen değişen pek bir şey olmadığını görürüz (bkz.www.grammy.com).

“Yerlilerin” artık adı var

Grammy alan albümler Billboard dergisindeki en çok satanlar listesinde üst sıralara yükseliyor. Yani tüm piyasa aslında birbirini etkiliyor. Pazarlama stratejisi olarak dünya müzikleri albümlerinin, Latin kökenli müzisyenlerin Afrikalı müzisyenlerle çalışması gibi, birkaç müzik türünü içeren özellikleri ön plana çıkarılıyor.

"Dünya müziği” kavramı aslında endüstri tarafından desteklenen bir kavrama dönüşmesine rağmen dünya müziğinin ne olduğu konusunda endüstri içindeki herkesin farklı bir düşüncesi var. Ancak çoğunun birleştiği nokta, kavramın müzik bilimcilerinin ortaya attığı halinden uzaklaşmış olduğunu gösteriyor olması. Artık dünya müzisyenleri isimsiz “yerliler” olarak değil sanatçılar, yani bireyler olarak sunuluyor. Örneğin Ladysmith Black Mambazo ’nun (solda) albümleri önceden olsa belki sadece “Güney Afrika’dan vokal müzikler” olarak çıkabilecekken şimdi doğrudan grubun adını taşıyor.

Peki dünya müziğinin öyle ya da böyle, son zamanlarda bu kadar popüler olmasının nedeni ne? 1980’lerden sonra rock müziği artık eski anlam ve önemini yitirmiş, hatta “yoldan çıkmıştır.” Cinselliğin yoğun olarak ön plana çıkması dinleyiciyi ondan uzaklaştırmıştır. Caz müziğinde ise “şaşırtıcı” pek fazla şey kalmamıştır. Kökeni siyahilere dayanıyor olsa da artık daha “akademik," daha "steril” bir hal almıştır, ki bu da çoğu dinleyiciyi uzaklaştıran bir etken olmuştur. İnsanların yeni tatlara ihtiyaçları vardır.

Hepimizin kendimizi bir şekilde ifade etmeye ihtiyacımız vardır. Çoğu zaman bu ihtiyacımızı zevklerimizle gideririz. Bir başka deyişle kendimizi zevklerimizle ifade ederiz. Giyimimiz, kullandığımız araba, evimizin dekorasyonu, saçımızın şekli hep kendimizi ifade ediş biçimimizdir aslında. Dolayısıyla farklı olmak isteriz. Ama örneğin bir arabadan bin tane yapılır. Ya da bir pantolonun beş bin tane daha benzeri vardır. Biz ise hep farklı ve tek olanı, benzersiz olanı ararız. Reklamcılar tüketicilere müzik konusunda “otantik” olanın, “tek” olanın ulaşabilecekleri bir yerde olduğunu söylüyor. Buna bağlı olarak gençler artık bir müzik mağazasına girdiklerinde herhangi bir rock grubu yerine örneğin Salif Keita’nın albümünü arıyor.

Ne saf, ne katışık

Batının normlarını empoze eden kapitalist yapılar, Batı kültürünün her zaman hem melez, hem de saf olarak gelişmesine izin verir. Bu anlayışa göre kültür her zaman akan bir şeydir. Önü birdenbire kesilemez. Ancak kapitalist anlayışta bu sadece “doğal" ya da "yerli” kültürler için geçerlidir, çünkü Batı kültürünün önü kesilebilir. Bu düzende telif hakları, ajanslar, kanunlar, plak şirketleri, yayıncılar vardır. Batı kültürü ne “saf”tır ne de “katışık”tır, çünkü sahiplenilmiştir. Ancak diğer kültürlerin biçimleri, sahiplenilmedikleri için, hatta bazen sahiplenildiklerinde bile kullanılabilir.

Otantiklik konusu aslında buralara sığamayacak kadar karmaşık bir konu, ancak özellikle Batı’nın uyguladığı emperyalist yaklaşımın dünyada bu kadar baskın olması, otantik olanla olmayanı ayırt etmeyi oldukça zorlaştırıyor. Bu yüzden de Batı’nın “otantik” olarak adlandırdığı şeyleri öyle kabul etmek zorunda kalıyor insanlar. Örneğin Peter Gabriel’in sahibi olduğu Real World plak şirketinin yapımlarını ele alacak olursak, burada yer alan müziklerin hemen hiçbirinin “otantik” halde, yani en azından geldiği yerde icra edildiği biçimde olmadığını açıkça görürüz. Çoğu zaman yapılan şey özgün bir ezgiyi alıp olabildiğince batılılaştırmak. Yani tek sesli olan bir ezginin altına armonik eşlik eklemek mesela. Böylece de batılı kulakları alışık oldukları anlayıştan uzaklaştırmadan “otantik” olanı sunmak. Bir başka deyişle batılı kulakların alışık olmadığı müzikleri daha kolay hazmedilir hale getirmek, aynı zamanda da “farklı” olanı sunmak.

Bize "evrensel müzik” olarak dayatılan şey aslında Batı’nın normlarına uygun müzikten başka bir şey değil. Gerçekte evrensel olan sadece müziğin varoluşu, ancak kendi anlayışımızı gözden geçirsek bile hiçbir müziğin – özellikle bizim ülkemizde sürekli öykünüldüğü gibi – “evrensel boyutta” olmadığını açıkça görebiliriz.