Burası 'Kamusal Alan', buradan 'çıkış' yok!

-
Aa
+
a
a
a

Geçtiğimiz günlerde, sosyolojinin bir terimi daha, sosyologların çabalarının dışında gündelik hayatta yerini almış oldu. Aldı almasına da, bunca karmaşık bir tanımlama kümesine rağmen, acaba ne kadar hak etti bu kamusal meşrulaşma halini?

Bilindiği gibi mevzu türban, ve türbanın ‘kamusal alan’ olduğu iddia edilen yerde temsil edilmesinin ne denli doğru olup olmayacağıydı. Cumhurbaşkanlığı Köşkü ve bir Yargıtay dava salonu mekânları sayesinde, ideolojinin kamusal alanı tanımlama biçimine, ‘konjonktür gereği’ tanık olmuş olduk. Daha doğrusu, zaten varolan bir tanım, bu son iki vakıa ile kamuoyu çıkarması yaptı.

 

Peki ne menem bir şeydir bu kamusal alan, her baba yiğidin harcımıdır, bunu öyle istediği an kafasına göre yorumlamak? Yoksa bazı teorisyenlerin iddia ettiği gibi, sadece babayiğitler midir bu hak sahipleri? ‘Anayiğitlerin’ bu sürece hiç mi bir katkısı yoktur? Görünen o ki, kamunun erkek-egemen harç kaynaklı tarifi bile olası her katkıyı sorunlu ve kendinden menkul kılmakta.

 

Lakin asıl konumuza girmeden, ifadeye ufak bir anlam katkısı önemli. Nedir kamusal alan? “Hane içi ve iş alanı dışında kamunun ortak olarak tartışma yürüttüğü ve bu tartışmayla beraber karşılıklı olarak tanımladığı mekân, kimlik ve söylem bütünü.” Öyleyse en basit anlamıyla, en fazla sayıda toplumsal grubun ve de bireysel aktörün temsil edildiği (veya edildiği kabulü) alanlardan biri olarak karşımıza çıkar kamusal alan. Bu özelliği gereğidir ki, kamusal alanı diğer alanlardan ayıran en reel ifade kamu, yani halk, yani bütün, yani amme tarafından kabul edilmesi, kabul edildiği için ortak olarak tasarlanması, birçok anlam üretilmesi ve tüketilmesidir. Sonuç da, ortada mevzuu olunan dairesel veya çembersel alan değildir ki, tartışması ve yorumlanması sadece matematik üstatları ile sınırlı olsun!

 

Bu iki olay peşi sıra yaşandıktan sonra, kamuoyu (özellikle politik ve basın alanında), hızla başta bir dizi bürokratik alan olmak üzere alanları tanımlamaya ve alanlarda temsil edilecek giyim modasını belirlemeye girişti. İşte “Yakında bunlar hastaneye gelen türbanlı hastayı da, burası kamusal alan diye tedavi etmezler!”, “Kamusal alanlara nasıl girileceği anayasal tanım altındadır, aksi cumhuriyete yönelik bir kalkışmadır!” türünden retorikle, tartışmanın ve özdeşleştirme alanını daracık iki cepheye bölmüş oldular. Doğru olan tartışmanın kendisi iken, yine yanlış olanla, (tartışma biçimi) tartışma öncesi durum birikimini heder edilmiş oldular.

 

Bundan daha âlâ ‘kamusal mekân’ var mı?

 

Tüm bunlar olurken, kamunun oldukça kalabalık, katılımcı ve belirleyici olduğu başka bir alanda, hiç adı geçmese de yukarıdakilerle çok da alakalı başka bir kıyamet kopuyordu. Bir derbi maçı sonrası, yani İnönü stadyumunda oynanan Beşiktaş-Galatasaray maçı sırasında yaşananları ucuz atlattık derken, maç sonrası olanlar, kavgalar, demeçler, efelenmeler ve özürler vesilesiyle, çok daha gerçek bir tartışma alanının konusunu bize haber veriyordu.

 

Hatırlayanlar bilir, ‘sahalarımızda arzu etmediğimiz hareketler’ parantezinde anılan bir sürü hareket bütünü, çok-taraflı ve alabildiğine demokratik (!) biçiminde en kalabalık kamusal alanımızda bangır bangır cereyan etti. Seyirciler fiziken olmasa da, diğer katkı maddeleriyle (küfür ve yanan-yanmayan maddelerle) birbirine girdi. Futbolcular (sağolsunlar hepsi değil) birbirine girdi, koridorda futbol dışı unsurlar futbolculara girdi, demeçleriyle yöneticiler etrafta girilecek hangi konu varsa ona girdi. Bu kadar ‘girdi’den sonra, battık gidiyoruz derken, arkasında ne olursa olsun başta Beşiktaş Kulübü Başkanı Serdar Bilgili’nin ‘özür’ başlıklı demeci ve ardından Galatasaray Başkanı Özhan Canaydın’ın ‘tam destek’ başlıklı karşılığı, hepimize suni teneffüs gibi geldi.

 

Ortada futbol adına konuşacak pek bir şey yok, olaylar ve sorumlular hakkında konuşacak şeyse yığınla var iken, mevzuyu konuya bağlamakta fayda var.

 

Bundan daha âlâ ‘kamusal mekân’ var mı şu hoş kubbede!

Yukarıda yaptığımız tanım mealine katkı olarak, sadece olayın vuku bulduğu mekân da değil, ekran ve gazeteler vasıtasıyla da bu mekânı paylaşan, taraf olan ve katılan milyonları dikkate alırsak, herhalde sözlük manası ile kavramın bu denli özdeşleştiği bir tanım kümesi bulamayız.

Futbol maalesef, sadece ülkemizde değil, özellikle politikanın ve siyasetçinin söylemi, icraatı ve sembolik vaziyetlenmesi ile dünyanın bize benzerlerinde oldukça etkili bir alan. Churchill’in deyişiyle “ülkeler ona layık olanları ile yönetilirler” aforizmasından icabetle, “futbol” dünyası da layığıyla yönetiliyor diyebiliriz, herhalde.  Uzağa gitmeye gerek yok! İnsan sormadan edemiyor. Acaba, 80’lerin Süleyman Seba’sının başkan olduğu bir İnönü ortamında, hadi olayları geçtik, olay sonrası yönetici veya menajer vaziyetlenmesi böyle mi olurdu? Cevap, Seba’nın bıyıkları kadar sarih herhalde. Ama inatla Serdar Bilgili’nin olaylardan kısa bir zaman sonra yaptığı, ve futbol oyunun Türkiye’deki özellikle son zaman performansını göz önüne alırsak, hayli takdire şayandır. Keza, tüm başkanlık performansını ‘fair play’ oskarına adaylığına ayıran Galatasaray Kulübü Başkanı Özhan Canaydın’ı da takdirle anmadan geçmek olmaz.

 

Hal böyle olunca, biraz da futbolcu ve başkan altı yöneticilerden bahis açmakta fayda var. Hepsi neler yaptı, neler dedi, kimi neyle suçladı demek burası için fazla olacak. Kısa bir özet sonrası, biz bütününe ve seçilmişlere bakalım. Lakin, olay sadece yukarıda anlatılanların muhteviyatı içersinde bile oldukça vahim.

 

Ayhan’ın uzun süre hizmet ettiği kulübüne ve futbolcularına karşı insanın vicdanını hırpalayan saha içi futbol dışı performansları, Bülent’in Pancu ile saha içinde ve soyunma odasında, sahada yapamadıklarını tamamlama girişimi, yine aynı Bülent’in (ki bu insan hem içte hem de dışta Galatasaray’ın ve ulusal takımın yıllarca kaptanlığını yapmış ve yapmakta olan 35 yaşında bir adamdır), futbolculuktan ziyade trafik polisi gibi Beşiktaşlı yöneticilerin ne kadar alkollü olduklarını teşhis etmek için, yüz-yüze teması zorlamaları, koridorda veteran bir boksörün, bu spora dönme teşebbüsünü Ayhan nezdinde sınaması, ve nihayetinde Beşiktaşlı taraftarların (şaşırdığımı itiraf etmek durumundayım) Fatih Terim’e ve ailesine yönelik istikrarlı, toplu cinsel tacizleri, ve...

Öte yandan, olaylar sanki yatışmasını bekleyip asıl sortiyi yapacak bir yönetici bütünü icraatı! Hepsi birbirini suçluyor, biri diğerinin nasıl provokasyon üstadı olduğunu ifade ederken, mevzu edilen konular ancak Beşiktaş’ın, Fenerbahçe-Galatasaray rekabetinden (!) ne kadar ezildiği, Ramazan’ın İnönü’ye uğramaması, “bunların amacı buraya olay çıkartmaya gelmekti” yönlü suçlama çıkarsaması, falan filan (tamı tamına falan filan).

 

İşte burada değinmekte fayda olan tek söylem biçimi ve iki demeç vermek ki, kamusal alanımızın nasıl gerim gerim gerildiğine ve buradan neler çıkacağına dair iyi örnekler olsa gerek. O da Fatih Terim’in sinirden kızarmış bir şekilde (ki sinirlenmesine hak vermemek elde mi?) yaptığı el hareketi ve “Bizi korumazlarsa, biz kendimizi korumasını biliriz” tarzı kolluk ifadesi. Öte tarafta da Sinan Engin’in yaşanan olaylara ve Bülent vakasına yönelik “o arkadaşın yumruk attığına inanmıyorum. İyi bir arkadaşımızdır, kendisi. Bülent efendi olacak, öyle koftiden efelik olmaz. Soyunma odasına girmemiştir. Girseydi arkadaşlarımız kapıyı kapatır ve kendisine gerekli cevabı verirdi” ve devamında asıl öldürücü vuruş: “Herkes nerede olduğunu bilecek, orası İnönü, oradan çıkış yok!!!”

 

Futbolun coğrafyasında...

 

Orası İnönü olduğu kadar, ekranlar, gazeteler, maç sonrası görüntülerle ‘kamusal alanın’ tam da kendisi. Ve oradaki vaziyetlenmeler, kimlik kurgulamaları, aslında günümüzde dönen ve prim yapan kabadayılık performansının sergilendiği biricik alanlardan biri. Ve bu sadece Fatih Terim ve Sinan Engin’den ibaret değil. Yöneticisi, taraftarı, kelamşörleri, medyası ile oldukça kalabalık olarak tartışılan, meşrulaştırılan bir ifadeler ve kimlikler bütünü. Gücünü de bu tartışmada taraf olan ve azımsanmayacak şekilde kalabalık olan toplumsal grupların söyleminden, ifadesinden almakta. Yoksa, öyle alenen, neredeyse suçu teşvik edecek şekilde dayılanmanın, adli olayların adli mekanizmalarla ve kollukla değil de, sürece taraf olan toplumsal gruplar veya aktörler tarafından bizatihi çözülmesini önceleyen bir tavrı garabetin endamı sahnesidir.

 

Oldukça da tehlikelidir! Tehlikenin biçimde aynı hafta Akçaabat deplasmanına giden Fenerbahçe taraftarlarının otobüslerinde ele geçen vurucu-kesici aletlerin üreteceği ve her insan evladının canını yakacak ve üzecek anlamlardan türetilebilir. Keza o aletler bulunduktan sonra kolluğun (mevki ve idare sahibi insanların telkini sonrası) herhangi bir ciddi yaptırımda bulunmaması ve aletlerin içersinde bulunduğu otobüslerde yolculuk eden taraftarları geri göndermeyip stada alması, adalet mekanizmasının toplumun diğer performans alanları olduğu gibi futbolun kamusal coğrafyasında da ne denli etkisiz ve yaptırım yoksunu bırakıldığını gösterecektir.

 

Adalet, her kamusal alanın temel harcıdır, ve kamusal alanın ifade bulduğu tartışma, alanın ve bu alanın ürettiği anlamları denetleyecek ve adaletli bir şekilde düzenleyecek biricik mekanizmadır. Herkes, aklına ve arkasına bu münazaranın bir tarafının desteğini alarak ağzına geldiği gibi konuşur, canının istediği gibi eylerse, bu performansların bu alandan çıkaracağı kimlikler bizlere tanık olmakta hiç de sıkıntı duymadığımız şiddet sahnelerinin şimdiki ve gelecekteki doğal aktörlerini hediye edecektir.

 

Son olarak da Kolluk için bir şey söylemek gerek.

 

Kolluğun, kamusal alanlarda vukuu bulan aletli veya aletsiz toplumsal olaylarda, tartışma alanına kanunlar çerçevesinde veya dışında yaptığı katkı ortadadır. Adalet mekanizmasını hızla sadece göstericileri derdest edip, adliyeye sevk etmekte kullanırken, göstericiyi etkisiz hale getirmek için kullandığı yöntem için herhalde adalet hissiyatına katkı yaptığı biçiminde yorumlamak, en basit vicdan muhasebesinden yoksun olmak gerekiyor. Şiddetin her haline mesafeli olarak, hiç bir kamusal (ve özel) alanda, kimden gelirse gelsin şiddet performansını görmenin sosyal-psikolojik sonuçları ortadadır. Kanun ve yasa bellidir, bu performansta inat eden, polis de dahil yargı mercileri ile bir teşrikimesaiye girmelidir. Girmelidir ki, şiddetin ve bu görüntünün toplumda yarattığı tahribatın müsebbiplerinin yaptıkları yanına kalmasın.

 

Aman yanlış anlaşılmasın, kimse çıkıp, öğrenciye gösterilen muamele, taraftara da gösterilsin demiyor, haşaa (Öğrenciye gösterilenler konusunda, artık kelamlar eksik kalıyor zaten). Sadece faili alenen ortada olan suçun aktörlerine, insan hakları ve hukuku çerçevesinde, bu suçun karşılığı neyse o uygulansın. “Uygulatmıyorlarsa”, o uygulatmayanlar teşhir edilsin. Ve bu elbette kısa dönem çözüm olarak düşünülsün. Lakin böylesi bir olay örgüsünün ortadan kaldırılması için ihtiyaç duyulan yegâne performans kolluk-adalet performansı değil elbet. Hazır, kısa dönem çözümleri için bir hamaset yakalamışken, bir de dilek dileyeyim bari;

Kamusal alanın tarifi buysa. O zaman bize de, üzülerek sadece olayların bitmesine katkı için, olaylarda payı olanların türban takmasını dilemekten başka şans kalmıyor!