Bir Dünya Şehri Olarak İstanbul

-
Aa
+
a
a
a

İstanbul ve Şehir Kültürümüz-I

 

Otantikliğin ve özgünlüğün ayrıksılık ve yoldan çıkma gibi görüldüğü bir çağda şehirlerimiz de aynen bedenlerimiz gibi modaya tabi ve mükemmel örneğe ulaşmayı hedef ediniyor. Çağımız önce sanayi inkılabı sonra da bilgi teknolojileri ile bize dünya cenneti vaat ediyordu. Cennetin ise Hıristiyan ilahiyatında temel bir anlamı vardır: Mükemmellik! Yani acısız, pürüzsüz ve kesintisiz bir yaşam. Hıristiyan zihni altyapısını aynen devralan batı kültürü, şehirlerini kurarken zihniyetini değiştirmedi, sadece cennet idealini gökyüzünden yeryüzüne indirdi. Günümüzün şehircilik kültürü aynen bedenlerimize olan yaklaşımımız gibi biraz da bununla ilintilidir ve takıntılı bir güzellik ve mükemmelliğe tapar. Modanın "yaratıldığı" mekânlarda şehirlerimizin nasıl olacağı, bedenlerimizin nasıl güzel olduğu da "üretiliyor". Yaşamımızı kuşatan her şey, sermayeye dönüştürülmüş ve her şey Duchamp'ın özetlediği gibi birer "product" (üretilmiş nesne) aslında.

Doğrusu Aykut Köksal'ın "Kaldırımsız Beyoğlu'nun Tramvayı, Tabelaları, 'Flaneur'leri…" yazısı, Beyoğlu imgesinde yaratılmaya çalışılan sahte, yapmacık, "öylesi" mekânlarla ilişkimiz üzerine bir kez daha düşünmeye sürüklüyor bizi. Sayın Köksal haklı olarak çevremizde yaşadığımız sermayeleştirme operasyonunun yıkıcı etkisine işaret ediyor. Haklı, çünkü kâr ve sermaye birikimi güdüsü ile mekânların ve şehirlerin iğfal edilmesine karşı durmak gerek. Bunu hem her dünya şehrini gökdelenlerle doldurarak tek tipleştirme idealine sahip modern şehircilik anlayışına karşı, hem de otantikliği sömüren, bozan ve sermayeleştiren "nostalji ticaretine" karşı yapmak gerekli. Mekânlarla sahici ve hayat barındıran ilişkiler kurmadan varoluşumuzu özgünleştirmemiz mümkün değil.

 

Peki İstanbul bu söylediklerimizde nereye yerleşiyor?

 

Açık konuşmak gerekirse herkesin aklında bir İstanbul hayali, bir İstanbul şablonu var. Biri için camilerin süslediği İstanbul, biri için boğazla sınırlı bir İstanbul, öteki için Çengelköy limanı, öte yandan ise Akmerkez merkezli bir İstanbul algısı var. Ve bu algıların hepsi de İstanbul'a ait, hepsi bu şehrin bir parçası. Yavuz Semil Parkı'ndan görünen Haliç İstanbul'unun gerçek İstanbul olmadığını hangimiz iddia edebilir? Harem kışlasının o devasa tarihi binasının penceresinden görünen İstanbul değil mi? Ya da orada yemek yiyecek kadar parası olanlar için Kız Kulesi gerçek İstanbul değil midir? Esenler'de yaşayan birinin İstanbul algısı ile Maslak'ta yaşayan birinin İstanbul algısının aynı olmadığını itiraf etmeliyiz.

 

Kabul etmeliyiz ki İstanbul çok yüzlü, çok kimlikli bir şehirdir. Herkes kendi İstanbul'unu yaratabilir çünkü tüm bunları doyuracak ölçüde çok yüzlü bir şehirdir bu şehir. Bu biri sosyo-kültürel ikincisi de sosyo-ekonomik iki nedenden böyledir. Sosyo-kültürel neden şudur: İstanbul çok yüzlü bir şehirdir çünkü tarihsel gelişimi budur. İstanbul Rumların şehridir, saraylıların şehridir, Üsküdarlıların şehridir, geç şehir modernleşmesinin şehridir, Ermenilerin şehridir, tüccarların şehridir, antikacıların şehridir, tarikatların şehridir, devrimcilerin şehridir, Balat kabadayılarının şehridir, Çinçin Deresi yoksullarının şehridir. İstanbul herkesin şehridir, bir imparatorluk hülasasıdır.

 

Tarihsel olarak şehrin gelişimi hep çok kültürlülük ve çok kimliklilik üzerine kuruludur. Yanlış bir varsayımla İstanbul'un bugünkü çok kimlikliliğini "köyden kente göç" olgusu sonrasında kazandığı düşünülüyor. Sanki köyden kente göç olgusu öncesinde dört başı mamur bir "İstanbullu" prototipi vardı da bugün bu bozuldu. Oysa durum bundan çok farklı. Evet, İstanbul'a "sahip olanların" sosyal bileşimleri Cumhuriyet döneminde değişmiştir ancak söz konusu "çok kültürlülük" olgusu İmparatorluktan devralınan bir bileşimdir. İstanbul'da kültürel farklar gibi kültürel seviye farkları da hep varolmuştur. Bu İstanbul'un hem zenginliğidir hem de fakirliğidir.

 

Zenginliğidir çünkü Balat'ta aldığınız tadı Üsküdar'da alamazsınız, Süleymaniye'de gezerken başka bir dünyaya dalarsınız, Levent karmaşasında başka bir tat, bir metropol havası tadarsınız. Haliç dingindir, Beyazıt hayat taşırır, Kapalı Çarşı rüyadır, Çamlıca mesiredir, Yedikule çingene güzelidir, Salacak aşktır. Birinden bıktığınız anda başka bir İstanbul karşılar sizi, yeniden aşık olursunuz şehrinize. Ara Güler haklı olarak "İstanbul'da her köşe başı sürprizlerle doludur, bir köşeyi dönersiniz bir kemer çıkar, bir köşeyi dönersiniz birden denizi görürsünüz. Her seferinde başka bir sürpriz, başka bir hoşluk sizi karşılar" diyordu. İstanbul budur.

 

Fakirliğidir çünkü İstanbul bölünmüştür, parçalanmıştır, sosyo-ekonomik tabakanıza göre ya Balat'ı yaşarsınız ya da Ortaköy'ü. Köprü imgesi çarpıcıdır. Avrupa yakası, atılmış bir işyeri merkezidir yeni modernleşmeciler için, Asya ise ruhsuzlaştırılmış bir barınma merkezi. Öyle her gece ve sabah köprüden "bir İstanbul'u gerinizde bırakarak" bir diğer İstanbul'a göçersiniz. Esenler'de yaşayan Çengelköy'e yabancıdır, Adalar'da yaşayan Zeytinburnu'na. Yaşam tarzı kadar kültürel kabul anlamında da fakirliktir bu. Bazı semtler diğerlerini inkâr eder mesela, küçümser en hafif tabirle. Biri için Fatih'te oturmak makbul değildir, öteki için ise Moda.

 

İstanbul'u Yeniden Yaratmak!

 

İstanbul'un çok kimlikli yapısına Cumhuriyet kurucu kadrolarınca eklemlenen ve özellikle son 30 yılda dillerden düşmeyen bir özellik daha var: "Bir dünya şehri olmak!" Bu sözün anlamını deşmeliyiz. Bir dünya şehri olmak bir yandan dünyaya ait olmak ve küresel bir kültürün mekânı olmak anlamında alınabilir. Başka kültürlere İstanbul gibi bir değer sunmak kimin istemeyeceği bir şeydir ki? Ancak bu söz aynı zamanda Türk modernleşmeciliğinin dünya ve Avrupa ile bütünleşme idealinin de sloganıdır. Dünyaya ait olmak kapitalist küresel bir düzen içerisinde yaşadığımızın kabulünü ve tarafımızı ifade eder.

 

İstanbul'un dünya şehri olması Hong-Kong'un ya da Caracas'ın dünya şehri olması gibidir. Bu gerçeklik bizi İstanbul üzerinde konuşurken kaçınılmaz olarak denkleme küresel örgütlenme modelimizi de temel bir belirleyen olarak katmaya zorlar. Medeniyetimizin eşitsizlikçi bir model ile örgütlenmekte olduğu gerçeği, modern İstanbul'un kuruluşunun da gerçekliğidir. Taksim nasıl bir dünya şehrinin vitrini ise, Maslak nasıl "göğsümüzü kabartan" bir dünya şehrinin gökdelenli Manhattan'ı ise, Esenler de aynı dünya şehrinin varoşudur. İstanbul varoşları dünya varoşlarının bir parçasıdır, aynadaki yansımasıdır.

 

Olayın bir de sosyo-ekonomik boyutu var. Şu gerçeği idrak etmeliyiz; hiçbir olgu siyasal bağlamından öte ve idealist bir tarzda düşünülemez. İstanbul algısının gelişiminin Türkiye'nin siyasal yapısı ile derin bir bağlantısı vardır. Nasıl ki Osmanlı İstanbul'unu imparatorluk gerçeğinden ayrı düşünemeyiz, günümüz İstanbul'u da Cumhuriyet'in geçirdiği dönüşümlerden ve anlayışından bağımsız algılanamaz.

 

Günümüzde yönetici elitin ve seçkinlerin kafalarındaki İstanbul kurgusunda, 1950'lerde oluşmuş otoriter toplum anlayışından kaynaklı bir şehir modernleşmesinin izleri vardır. Hitler ve Mussolini tarzı şehir modernleşmesinden fazlası ile etkilenmiş görünen elitler İstanbul'u ve Türkiye'nin şehirlerini hâlâ tepeden inmeci bir tarzla "yeniden yaratmak", "tıraşlamak" ve "düzeltmek", "ehlileştirmek" istemektedir. Ankara merkezli anlayışa göre İstanbul fazlası ile "vahşi" ve "düzensiz"dir. Şehirler "insanların yaşam alanı" değil "devletin idari birimleri" olarak algılanır, bu algı şehircilik kültürünü belirler.

 

Varşova gettosundaki yeniden inşa çalışmalarını hatırlayalım, ya da İtalyan modernizmini. Mükemmel şehir yaratma özleminin siyasal yansıması faşizmdir. Devlet gücünü ve otoritesini yansıtan, büyük, devasa anıtlar, binalar ve şehirler. Vatan Caddesi bu özlemin ifadesidir, köprü Özal tarafından daha ilk başından itibaren sembolik değeri ile de önemsenmiştir. Taksim Meydanı'nın elitler açısından ifade ettiği ayinsel özelliği anmaya gerek var mı?

 

Öte yandan arızi görülen halk varoluşunun yok edilmesi, çeşitliliğin bir bozma ve çürüme aracı sayılması, "ulusal kültürümüz" adı altında tek tipliliğin kutsallaştırılması. İstanbul'u düzeltme anlayışı bir yandan kültürel çeşitliliği hazmedemeyen bir azınlığın diğer yandan ise modern bir şehir yaratmak arzusundaki geç Cumhuriyet modernliğinin bir üretimidir.

 

Aykut Köksal'ın "Kaldırımsız Beyoğlu"nda anlattıkları da böylesi bir yeniden şekillendirmeyi ifade ediyor. Şehir yeniden şekillendirilmeye çalışılıyor ve yeni kurguda esas olan, ne şehrin tarihi dokusu, ne de sosyal yapısı. Tek amaç, kârı arttıracak şekilde geçici, yapmacık mekânlar yaratmak; sonra onları tüketip başka alanlara geçmektir. Beyoğlu da tükenmenin eşiğinde değil mi? Şimdi o kapitalist geç modernleşmecilik Balat'a, Fener'e, Üsküdar'a, Sütlüce'ye aç gözlerle bakıyor. "Şuralar restoran olsa ne iyi olur" iştahının sadece İstanbul'u güzelleştirme kaygısından, salt İstanbulseverlikten kaynaklandığını söylemek safdillik olur.

 

Şehir olgusu "şehirliler" olgusundan, İstanbul olgusu "İstanbullu" olgusundan ayrı düşünülemez. Öyle ise "şehir kültürümüz" veya "kültürsüzlüğümüz" ne ifade ediyor? Ve daha önemli bir soru: İstanbul'u korumak için ne yapmalıyız?